Üçüncü Mustafa'nın sadrazamı olan Koca Ragıp Paşa hem anlı şanlı bir devlet adamı, hem de ünlü bir kitap meraklısıydı. İstanbul'un tarihi kütüphanelerinden Ragıp Paşa Kütüphanesi onun eseridir. Bu kitap hazinesinin o zamanki hâfızı kütübü, yani müdürü ise Haşmet idi. Bu zat, güçlü bir şair olduğu kadar da hoş sohbet, deryâdil, kalender meşrep ve nüktedandı.
Çağdaşı olan şairlerle, bilhassa Fıtnat Hanım'la olan müşaâreleri ve mülâtafeleri meşhurdur. Bu latifeleri ve karşılıklı söylenen şiirleri merak edenler, Mehmet Zeki Pakalın, Reşat Ekrem Koçu gibi tarihçilerimizin eserlerine, diğer bir takım letâifnamelere bakmalıdırlar. Edebiyat tarihleri Haşmet'in, Koca Ragıp Paşa ile de şakalaştığını, ona hoş latifeler, güzel fıkralar anlattığını naklediyor. Hazır cevap bir insan olan Haşmet, taşı gediğine koymaktan, kitabın ortasından konuşmaktan da büyük bir zevk alıyor. Buna şöyle bir örnek verebiliriz. Paşa merhum, bir Ramazan akşamı, Haşmet'i de konağına davet ediyor. Akşamın olmasıyla, vaktin dolmasıyla birlikte iftar sofrasına oturuyorlar. Bir ara Ragıp Paşa, Haşmet'e dönerek "Efendi söyle bakalım; senin namaz, oruç borcun var mı?" sorusunu yöneltiyor. Haşmet, haşmetli bir şekilde cevap verivor; Paşa hazretleri "Namaz, oruç borcunu Allah soracaktır, sizin sormanız gereken borç bakkal, manav borcudur" diyor. Bu cevaptan sonra Koca Ragıp Paşa'nın, Haşmet'in bakkala, manava olan borcunu sorup sormadığını, varsa ödeyip ödemediğini bilemem.
Bildiğim şu ki, eskiden bazı hayırseverler sadece kesesi ve kasası değil, gönlü de zengin olan bir takım asil ruhlu insanlar, darda ve sıkıntıda kalanların darlıklarını ve sıkıntılarını gidermekten, onların borçlarını ödemekten büyük bir zevk duyarlardı. Bunu yaparken de borçlu kimseyi, mağdur şahsı asla rencide etmiyorlardı. Öyle borçlular vardı ki, onlar borçlarının kim veya kimler tarafından ödendiğini bile bilmiyorlardı. Osmanlılar zamanında, bakkalların, diğer bir takım esnafın veresiye defterlerine "Zimem defterleri" deniliyordu. Mesela hayırsever bir vatandaş mahallesindeki bakkala rast gele giriyor, bu defterlerden birini veya birkaçını istiyor, listeyi şöyle bir inceliyor, bir kısmını veya tamamını ödüyordu. Kabarık borcundan dolayı bakkala utana sıkıla gelen mahcûbiyet duygusuyla alış veriş etmek zorunda kalan mahalle sakini, meçhûl bir el tarafından borç yükünden kurtulduğunu öğrenince hem sükûna eriyor, hem son derece şaşırıyor, hem de tanımadığı, bilmediği hamisine dua üstüne dua ediyordu. Ne asil bir davranış değil mi efendim?
Kabul etmek lazım ki, almak kolay, vermek zordur. Onun için "Veren el, alan elden üstündür!" buyrulmuştur.
Borçlarını Peygamber Efendimize Arzeden Bazı Kimselerin İlginç Hikâyeleri
Kocamustafapaşa serzâkirânı Derviş Ahmed Peşkârî'nin Tayyibetü'l Ezkâr (Medine Hatıraları) isimli küçük kitabında, borçların Efendimize arz edilme meselesine şöyle yer veriliyor: "Mâlûm ola ki, kamerî aylardan Zilkâde'nin on yedinci gecesi, akşam ile yatsı namazı arası cümle şehir halkı Peygamberimizin saâdetli huzûruna borcunu arz edip ‘Yâ Resûlallah! Şu miktar borcum var. İhsan eyle!" diye salât ü selâm ederek şebekeden içeriye buğday bırakırlar. Oraya biriken buğdayı ağalar alıp ekmek yapar ve bazı kimselere hediye ederler. Tecrübe edilmiştir. O sene hacılar gelip gittikten sonra bir kimsenin dünyada hiç bildiği, tanıdığı olmasa bile, borcu kadar bir para veya mal kendisine nasip olur. Hatta bu satırları yazan bîçâre din kardeşiniz o gece şöyle düşündüm: "Borcum yok, bu şereften mahrum olmayayım, benim de Resûlullah'ın defterine ismim kaydolsun..." dedim ve bir miktar buğday alıp ‘Yâ Resûlallah! Bu bîçâre Derviş Ahmed'i ihsan hediyenle sevindir' deyip salât ü selâm ederek bıraktım. Peygamberin yüzü suyu hürmetine o sene buğdaylar adedince bu fakire altın nasip oldu. İstanbul'dan beklenmeyen yerlerden mektup ile surre ile akçalar zuhur etti. Hatta Erzurum'dan kırk kuruş geldi. İşte, Huzûr'a borcunu arzetmek bu şekilde denenmiştir. Medine'nin esrarlı ve hikmetli işlerindendir."
Kutlu Belde'de böyle manevi bir hal ile hallenen müellif kitabında, konuyla ilgili, şöyle bir hikaye naklediyor: "Malûm ola ki Medine halkı şu vak'ayı anlatmışlardır. Bir kimse ailesiyle şöyle bir akid yapmış. ‘Bu sene seninle kanaat edelim. Hiç borç yapmayalım. Zira her sene Huzûr'a varıp ‘Yâ Resûlullah, şu kadar borcum vardır demekten utanıyorum.' Bu dediğini unutmuş ve o sene hiç borca girmemiş. Ama geçen seneden buğdaycıya bir altın borcu kalmış. Lakin hatırından çıkmış. Vaktâ ki, halkın Peygamber Huzûru'na borçlarını arz ettikleri gece gelmiş, herkes toplanmış, borcunu bildirmiş. Ama o zat, borcum yok diye gelmemiş. O kimse rüyasında (mânâ âleminde) gördü ki, Hücre-i Şerif açılmış, bir yüce dîvan kurulmuş. Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz saâdetle bir kürsü üzerine oturmuşlar. Cümle ashâb o mecliste hazırlar. Velâyet Şâhı Hazreti Ali Efendimiz'in elinde bir defter var. Deftere göre sahâbe efendilerimiz ehl-i Medine'yi birer birer Huzûr'a götürüyorlar. ‘Yâ Resûlallah! Filan oğlu filandır, şu kadar borcu var...' diye arz ediyorlar.
Efendimiz de ‘verilsin' diye emir buyurduklarında Şâh-ı Velâyet Hazreti Ali Efendimiz elindeki deftere kayıt ediyorlar. Rüyayı gören kimse de huzûra varıp Peygamber'e arz olundukta Efendimiz ona şöyle hitap etmişler: ‘Geçen seneden buğdacıya bir altın borcun var verilsin' onun bu sene bize ihtiyacı yoktur.' Adamcağız âh ü enin ile vücûdu ttireyerek şiddetle ağlaya ağlaya uyanınca yüzü üstü sürünerek Huzûır-u Saâdet'e varıp Peygamber'in eşiğine ‘Aman yâ Resûlallah! Beni affeyle. Ben kimim ki sana ihtiyacım olmaya! On sekiz bin âlem sana muhtaçtır yâ Resûlallah! El-aman, el-aman' diye ağlayıp inleyerek tövbe ve istiğfar etmiş. Ve ondan sonra da ömrünün sonuna kadar borçsuz kalmamış diye anlatırlar. Bu yüzdendir ki, orada borçsuzluk övülen bir şey değildir. Resûlullah, ehl-i beldeyi kimseye muhtaç etmez. Onların kalp zenginliği ve düzgün halleri vardır. Hemen Cenâb-ı Hakk cümlemize hayırlı sonlar nasib eylesin. Amin..."
İbret ki ne ibret!...
(*) Dursun Gürlek'in "Tebessüm ve Tefekkür" isimli eserinden alınmıştır.