Üzerine güneş doğan herkes şahit olsun, hakikat ortadadır ve gözden kaçmaz. Ne kadar örtbas edilmek istense de, güneş gibi doğacak ve tüm karanlığı aydınlatacaktır. Yalanlar ve sahtekârlıklar geçici, ama hakikat kalıcıdır. Yalan ve sahtekârlığın elebaşı ise fitnedir.
Ahir zamanda fitne meşrep insanlar İslam ümmetinin en büyük imtihanlarından biri haline geldi. Ne yazık ki onların peşinden sürüklenmeye çok istekli kişiler olduğu gibi Allah’ın imtihan etmekten çok, imtihan aracı kılmaya matuf yarattığı, neredeyse bir alet hükmünde basit insanlar, fikir ve kişilikleri, taklitlerden ve yapmacık rollerden oluşan zavallılar da pek çok. Hiç kuşkusuz 1400 yıllık İslam tarihi ne fitneler ne iftiralar görmüştür. Fakat gelin görün ki tarihi sosyal medyadan öğreneceğini zanneden mahluklar, birkaç ilmî video izleyip onlarca kitap okumuş gibi haksız öz güvenleriyle İslam’ın en derin konularını masaya yatırdılar. Karşı görüş üretme çabasıyla felsefeler, analizler yaptılar. Bana göre oldukça komik, çünkü tüm bu analizlerin sonucunda arpa beyinleriyle bir sonuç aldıklarını zannettiler...
Acıyorum ve ikrah ediyorum. İşin üzücü tarafı ise, sevgiyi ve saygıyı hak eden İslam alimlerinin bu durumlar karşısında bir tartışmaya girmek için zorlanması. Bununla beraber mantık, epistemoloji, ahlak felsefesi veya varlık biliminde uzmanlaşmış müstesna insanların, bu mahlukları birkaç dakikalığına muhatap alıp bir cevap vermeleri için uğraşıp durmaları.
Hoş, İslam kaynaklarının her yeri 10 misli cevaplarla dolu ya...
Sıradan bir akla sahip insan için uzun tefekkürlere bile gerek kalmadan apaçık ortada olan cevaplar...
Fakat bunların akıllarını kullanıp kullanmadıkları ise başlı başına bir tez konusu.
İnsan beden itibariyle hayvanattan geridedir. O zaman insanı üstün kılan şey akıldır. Akıl analiz eder, tartar, doğruyu yanlışı birbirinden ayırır. Bu sebeple akıl etiktir, dolayısıyla da ahlaktır. Ahlakı devreden çıkarırsak eğer, iyilik ve kötülüğün neye göre iyi, neye göre kötü olduğu konusu tamamen izafidir.
İşin izafiyet boyutuna baktığımız zaman evrendeki maddenin içinde olmayan merhamet, üzüntü, sevinç, korku, öfke, adaletin tecelli arzusu gibi vesaire duyguların bir insanda fıtraten var olması, kimseye anne karnındayken minik bir değerler eğitimi verilmediğini de kabul edersek mümkün değildir. Bu sebeple bunların maddeden üstün alanlar olduğunu apaçık bir şekilde görebiliriz. Maddeden üstün bu duyguların varlığını maddenin içinde aramak, “parça kütlesinden büyüktür” tezini savunmak olur. Bu duygular maddeden üstünse maddenin içinde olamaz. Tıpkı parçanın kütlesinden büyük olamayacağı gibi.
Haydi tüm bilim insanları bir araya gelsin ve laboratuvarda bize merhametin varlığını somut olarak ispatlasınlar. Deneyler, işlemler yapsınlar ve bunların sonucunda bir kapsülün veya bir dosyanın içinde “işte merhamet” diye bir şey getirsinler. Bu imkânsız, peki ama merhamet laboratuvarda somut olarak ispatlanamıyor diye bu duyguyu yok mu sayacağız? Mecburen ruhu devreye sokmak durumundayız. Ruhun varlığını kabul edersek bu duyguların ancak metafizik alanda açıklanabilir olduğunu da kabul etmek zorundayız.
Ruh ve bedenin ihtiyaçları olduğunu biliyoruz. Bedenin ihtiyaçları yemek, uyku, su, boşaltım, cinsellik vs. gibi.
Peki ruhun ihtiyaçları nedir dersek?
İlk olarak karşımıza iman gelir. İman, ibadeti ister, ibadet de güzel ahlakı, güzel ahlak da marifetullahı getirirse, o zaman ruhun nihai ihtiyacı güzel ahlak ve marifetullah değil midir ve bir insanın bu ihtiyacı kendi başına gidermesi mümkün müdür?
Şenel İlhan Beyefendi’den bu konuda şöyle duymuştum; “Bir insan hasta olduğu zaman tıp fakültesini bitirip kendi kendini tedavi mi eder? Yoksa daha önce tıp fakültesini bitirmiş biri tarafından tedavi mi edilir? Bir doktora görünmesi daha rasyoneldir.”
Ruhun derinleşme ihtiyacının tatmini noktasında ciddi sıkıntılar yaşayan bir insan ruhun tanımını yapamayan, hatta içindeki huzursuzluğun ve kasvetin, ruhun giderilmeyen ihtiyaçlarından kaynaklandığını bilmeyen bir insan bu sorunu kendi başına çözebilir mi? Ruh nedir bilen, ruhu tanıyan, Allah’ı tanıyan, ruhunu tatmin etmiş, yani bu sorunu daha önce görmüş ve çözmüş birinden bu yardımı almak bu kilidin tek anahtarıdır.
Peki ama nasıl?
Yine ilim, irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’den duyduğum şekilde;
“İslam’da 3 disiplin vardır. Kelam, fıkıh ve tasavvuf. Tasavvufu reddettiğin zaman geriye fıkıh ve kelam kalır. O zaman da huşusuz ve ihlassız yapılan robotik fiiller oluşur.”
Çünkü tasavvuf ihlas, ihsan, takva, huşu, sırat-ı müstakim gibi kavramları öne çıkaran bir disiplindir. Bu kavramlar diğer disiplinlerde bulunmaz, bulunmadığı için de ruhu ancak tasavvufla tatmin edebiliriz. Ruhu tatmin olmamış bir insan için hayat, nefes alıp verdiği, mutfakta doldurup tuvalette boşalttığı bir organizasyondan ibarettir. Kısaca anlamsız ve davasızdır.
Günümüz gençlerinin büyük bir kısmının, belki de en büyük sorunlarından biri anlamsızlıktır. Neye hizmet ettiğini bilmeyen, ne uğruna yaşadığını düşünmeyen veya düşünmesi işine gelmediği için üstünü telaşla örten gençler, ruhsal anlamda tatmin edici olmayan bir hayatın tutsağı olurlar ve bedenin ihtiyaçlarını ruhun ihtiyaçlarının önüne geçirdikleri için öyle de ölürler. Aslında basit sayılabilecek bu hastalığın tedavisiz kalma sebebi ne yazık ki insanların tasavvuftan kaçmasıdır.
Değerli okurlar, kişi neyi temsil ettiğini iyi idrak etmeli. Eğer sen rıza-ı ilahi maksatlı bir yola girdiysen, bu yoldaki tüm fiillerinin amacı ve maksadı bu olmalı. Lakayıt bir üslupla kendi aklını, belagatını, ilmini, bilgi birikimini insanlara dayatmak tasavvufun tersidir. Günümüzde bunun temsili ne yazık ki yakışan şekilde yapılamadı. Dolayısıyla arayışta olan insanlar kişilerin hakikatiyle gerçek hakikat arasındaki bağlantıyı doğru bir şekilde kuramayıp kişilerin hakikatini, hakikat sandılar. Üzücü...
İşin bir diğer boyutu ise sosyolojik olarak Müslümanların neye ihtiyacı olduğu noktasında tespitin doğru yapılamaması.
İnsanlar evlerine nasıl ekmek götüreceklerini düşünürken, 1 yıldır oluk oluk Müslüman kanı akarken, Mescid-i Aksa kalaşnikoflarla taranırken bunlar hala kadınların ziynet yerlerini tartışıyor.
Ama konu güzel ahlak olunca, marifetullah olunca bunları gündemine alan alimlerin sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Peki size soruyorum.
İnsanlara yol göstermek yerine, Allah’ın kanununu, Hazreti Peygamber’in sözünü, kelamını, ahkam kesmek için kullanmak sizce doğru bir temsil midir?