Nimetler İnsan İçin Var, İnsan Ne İçin Var? / Dr. Cengiz Güneş

İnsanın kendini tanıması ve Allah’ı bilmesi, “nimet” kavramından yola çıkarak nasıl ifade edilebilir?
Allah tarafından yaratılan insan, hayatını sürdürebilmesi için birçok şeye muhtaçtır. Yüce Yaratıcı, kullarının bu ihtiyaçlarını gidermekle kalmamış, ihtiyaç duyduklarından daha fazlasıyla onları nimetlerle donatmıştır. Hatta bu nimetlerin sayılabilmesi bile mümkün değildir.
İnsan kendisine verilen nimetleri düşünse ve bunları saymaya kalksa aciz kalır. Zira ayet-i kerimede bu durum; “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrâhîm, 14/34) şeklinde ifade edilmektedir. Allah Teâlâ, insana yaşaması için ne gerekiyorsa onları istifadesine sunmuştur. Hâlık ve Rezzâk olan Allah’ın azameti çok yücedir, kendisinden başka tanrı yoktur. Gökleri, yerleri ve bu ikisi arasındaki şeyleri var eden O’dur. Sayısız gök cisimlerini, galaksileri, güneşi, ayı ve nice bilemediğiniz yıldızları yaratandır. Kâinattaki her şey, O’nun kudret ve büyüklüğünü ve bahşettiği nimetlerin sonsuzluğunu gösteren kanıtlardır. Yer altındaki madenleri de yaratan Allah’tır. Hayatı sürdürebilmenin en önemli unsuru olan suyu da yaratan O’dur. Bu sudan çeşitli ürünleri halk eden, çorak arazileri yeşerten, dağlar büyüklüğündeki gemileri denizde yüzdüren, gündüzü çalışma, geceyi dinlenme vakti olarak yaratan Allah, kullarına daha nice nimetler bahşetmiştir.
“Artık, Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.” (Nahl 16/114). Bu ayette, maddî nimetler ile şükürden söz edilmekte, kulların helal ve temiz olan şeylerden yemeleri emredilmekte, zararsız, temiz ve helâl olan şeyler mubah kılınmakta, hastalığa, kötülüklere sebep olan zararlı ve habis şeyler de haram kılınmaktadır. Dolayısıyla yeme ve içme konusunda da insanlığın yararına kurallar koyan Allah’a sonsuz şükürler gerekmektedir.
Allah’ın nimetlerini anmanın mahiyeti ile ilgili bir ayette; “Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı? O’ndan başka tanrı yoktur. Nasıl oluyor da (tevhitten küfre) çevriliyorsunuz!” (Fâtır, 35/3) buyrulmaktadır. Burada bahsi geçen nimetlere yerin döşek gibi yayılması, göğün direksiz yükseltilmesi, peygamberler gönderilmesi, yağmurlar yağdırılması ve rızık kapılarının açılması örnek olarak verilebilir. Allah’ın bu ve benzeri nimetlerine karşı sadece dil ile teşekkür yetmemekte, bu şükrün hem dil hem de kalple yapılması gerekmektedir.
Allah’ın insanlara sunduğu her şey, nimet, lütuf, fazl, ikram gibi kelimelerle ifade edildiği gibi minnet kelimesiyle de ifade edilmektedir. Allah’ın insanlara minnet etmesi, kullarına yaptığı her türlü iyiliklerdir. O, kullarını hem maddî hem de manevî nimetlerle donatır. Hatta Yüce Allah’ın isimlerinden birisi tam da bu hususla ilgilidir ki bu isim el-Mennân’dır. el-Mennân, kullarına bol bol veren, nimetinin sınırı olmayan anlamındadır. Nitekim bu durum ayette; “Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu sayamazsınız (ama yine de nankörlüğe kalkışırsınız!); gerçekten Allah, çok bağışlayandır, pek esirgeyendir.” (Nahl, 16/18) şeklinde ifade edilmektedir. Dolayısıyla ayette de ifade edildiği üzere insanların, Allah’ın nimetlerini saymaya güç yetirebilmeleri mümkün değildir.
Nimetlerin insanı düşünmeye sevkeden boyutuna dair neler söylenebilir?
Allah Teâlâ insanlara sayısız nimetler vermiştir. Bu nimetleri sayıp dökmek, istatistiğini tutmak bir hayli güçtür. Allah Teâlâ’nın insanlara minneti birçok şekilde tezahür etmektedir. Maddî tezahürler daha çok gözle görülen, beş duyu ile algılanabilen nimetler iken, manevî tezahürlerin ise düşünüldüğünde akılla idrak edilebilecek türden lütuflar olduğu anlaşılacaktır. Birinci türdeki nimetlerin tezahürüne yeme, içme, giyinme vs. nimetler misal verilebilir. İkinci türdeki nimetlere verilebilecek en önemli örnek, Allah’ın, kullarına peygamberler göndermesi ve onların ahirette kurtuluşlarına vesile olacak kitaplar indirmesidir.
Allah Teâlâ, âdemoğlunu yaratmış ve onların hayatlarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duydukları her türlü fizikî şartlar ile gıda maddelerinden yararlanabilecekleri ortamı sunmuştur. İnsanoğlu yeryüzüne indirildiğinde hayatını idame ettirecek bir vasatı hazır bulmuştur. Nefes almasından tutun da içeceği suya kadar her şey insana müsahhar/emrine amade kılınmıştır. Her şeyden önce Allah, insanı organları tam ve kendisine sunulan nimetlerden azami ölçüde istifade edebilecek bir şekilde yaratmıştır. Çeşit çeşit rızıklar ve farklı bineklerden yararlanma imkânı sunmuştur.
Allah Teâlâ, kullarının bu nimetlerden fazlasıyla istifade etmeleri için helal dairesini geniş tutmuş, üreme ve nesillerinin devamı için evlenmeyi ve meşru yoldan cinsel ihtiyaçlarının karşılanmasını ve daha birçok maddî nimetlerden yararlanmayı mubah kılmıştır.
Gökleri yeri ve içindekileri hayata elverişli yapan Allah Teâlâ, insanı ahsen-i takvim olarak inşa ederek donanımlarını eksiksiz ve noksansız yaratmıştır. Bu hususla ilgili olarak; “(Resûlüm!) De ki: Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!” (Mülk, 67/23) buyrulmaktadır. Ayet-i kerimede insanın işitme, görme ve anlama duygusuna dikkat çekilmekte, bu organların önemine vurgu yapılmaktadır. Bunları bahşeden Allah’a insanların çok az şükrettiklerinden söz edilmekte ve bu tip insanlar azarlanmaktadır.
İnsan kendisine verilen nimetlere karşılık olarak Allah Teâlâ’ya sonsuz şükran duygusu içinde olmalıdır. Bu konuda kişi, şeytanın aldatmalarına kapılmamalıdır: “Ey insan! İhsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir? O Allah ki seni yarattı, seni düzgün ve dengeli kılıp, ölçülü bir biçim verdi. Seni istediği herhangi bir şekilde oluşturdu.” (İnfitâr, 82/6-8) Yüce Allah, insanoğlunu bir damla sudan var etmiştir. Allah Teâlâ, insanı en güzel şekilde, organları tam, düzgün ve dengeli bir biçimde yaratmıştır. Allah, insanı diğer canlılardan ayrı özelliklerde ve güzelliklerde yaratmıştır.
Allah Teâlâ, kullarını en güzel şekilde yaratmakla kalmamakta aynı zamanda onlara bu dünyada sayısız nimetleri rızık olarak ikram etmektedir. “Gökten suyu indiren O’dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler. (Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır. O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır. Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır. İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl, 16/10-14)
Bütün bu nimetler, Allah’ın kudretine, varlığına ve birliğine delil olarak sunulmaktadır. Sayılan ve sayılamayan bütün bu nimetlerden sonra Rahmân sûresinin ilgili ayetinin bu bağlamda zikredilmesi gerekmektedir: “Şimdi Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? (Rahmân, 55/13) Rahmân sûresinde çokça tekrarlanan bu ayette, her bir nimetten sonra, “Allah’ın hangi nimetini yalanlayabilirsiniz?” şeklinde bir soru sorulmaktadır. Bu soru nimetlerin takriri manasını taşımaktadır. Yani Allah’ın hiçbir nimetini inkâr edemezsiniz anlamındadır.
Kısaca söyleyecek olursak O’nun nimetleri saymakla tükenmez. Allah Teâlâ, kulları için lüzumlu ve yaşamak için zorunlu bulunması gereken her türlü nimeti ikram etmekle kalmamış, aynı zamanda kulları için, hayatın devamı hususunda çok elzem olmayan, süs niteliği taşıyan nimetler de yaratmıştır. Buradan hayatın estetik boyutuna dikkat çekildiğini, bir başka ifadeyle pejmürdelikten ve dağınıklıktan uzak bir görünüm içinde olunması gerektiğini de anlayabiliriz. Nitekim cennette müminlere altın ve gümüş bilezik, inciler gibi takıların yanında ipek elbiselerin lütfedileceğinden söz edilmiştir. Yüce Allah, bütün bunları varlığının ve birliğinin kanıtları olarak takdim etmiş ve kendisine şükredilmesini istemiştir.
Nimet-Şükür ilişkisinde nelere dikkat edilmeli sizce?
Allah Teâlâ’nın farz kıldığı ibadetler yalnızca O’na kulluk niyetiyle yapılır. İbadetlerde başka bir gaye güdülmez. Allah Teâlâ’nın kulun yaptığı ibadetlere ihtiyacı yoktur. Tam tersine ibadetlere ihtiyacı olan insandır. İbadetlerin Allah’ın rızasını kazanmak gibi ilâhî yönünün yanında, toplumda dayanışma ve kaynaşma gibi insanî yönleri de bulunmaktadır. Mesela zekât böyle bir ibadettir. İlahî yönden Allah’ın emri yerine getirilirken, insanî açıdan da yardımlaşma ve sosyal dayanışmaya vesile olmaktadır. İnsanların yardımlaşmaları, kaynaşmaları ve dayanışmaları nihayetinde tekrar insana yatırım olarak dönmektedir. Böylece hem Allah’ın rızası kazanılırken hem de toplumda birçok güzellikler hâsıl olmaktadır. Bu bağlamda Allah Teâlâ zekâtı toplumun şu kesimlerine ödenmesini istemektedir: “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/60) Bu ayette zekâtın kimlere verileceği bildirilmektedir. Özellikle ilk iki sırada sayılan yoksul ve fakirler, zekâtta öncelik sırasına sahiptir. Zira zekâtın temel felsefesi, fakir, yoksul ve miskinlerin durumlarının gözetilmesi, onların da ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve insanca yaşayabilecekleri bir seviyeye çıkarmaktır. Fakirlerin ihtiyacını karşılama konusunda sadece zekât değil, aynı zamanda nafile ibadetlerle birlikte farz olan ibadetleri de içine alan ve her türlü harcamayı ifade eden infak üzerinde de durulmalıdır.
Zekât infakın farz olan kısmıdır. Bu hak, fakirin zenginin malından alacağı kısımdır. Bu zenginin gönlüne bırakılmış, lütfen verilen bir hak değil, aksine Allah’ın zengine zorunlu kıldığı bir görevdir. Zira inanan bir kimse için Yüce Allah; “Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” buyurmaktadır. Yarattığı kulları koruyan ve gözeten Yüce Allah, fakirleri zenginlerin insafına bırakmamıştır. Zengin zekâtını veya sadakasını verecek fakirleri arayıp bulmakla mükelleftir. Fakir zenginin zekâtını almak zorunda değil ama zengin bu farzı yerine getirmek için fakir bulmak mecburiyetindedir.
Nitekim hadiste; “Hastayı ziyaret edin, aç olanı doyurun, esiri kurtarın!” (Buhârî, “Cihâd”, 171) emri bulunmaktadır. Bu ahlakın gereği yerine getirildiğinde İslam toplumunda -mümkün mertebe- aç kimse kalmayacaktır. Sosyal dayanışma en üst seviyeye ulaşacaktır. Böylece Allah Teâlâ, fakir fukarayı korumaktadır. Bu da şükretmeyi ve minnettarlığı gerektiren bir durumdur. Sözün özü, malın şükrü onu ancak Allah yolunda infak etmekle mümkün olabilmektedir.
Nimetler sadece maddi midir?
Allah Teâlâ kullarına sadece maddî nimetler vermekle kalmamış aynı zamanda onlara birçok manevî nimetler de sunmuştur. Maddî nimetler genellikle gelip geçici unsurlardır. Mesela zenginlik böyledir. Ama manevî nimetler, insanın yaratılış amacına hizmet eden, onları her iki cihanda da mutlu eden hususlardır. Yakın lafızlarla yer alan aşağıdaki ayetlerde bu hususlara işaret edilmektedir.
“İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara gelince, onlar için eksilmeyen bir mükâfat vardır.” (Fussilet 41/8) Bu ayette iman edip salih amel işleyenlere kesintisiz mükâfatlar verileceği ifade edilmektedir. Ayetlerde bahsedilen kesintisiz, bitmez tükenmez mükâfatlar Allah Teâlâ’nın farz kıldığı yükümlülükleri ve taatlerini güzel bir şekilde yapanlar içindir. Bu şekilde hareket edenlere, imanla birlikte salih ameli hayat tarzı haline getirenlere kesintisiz sevaplar va’dedilmektedir. Onunla aşağıların aşağısı olan ateşten korunurlar.
Bu durumda onların yeri, muttakilerin yurdu cennettir. Diğer bir tefsire göre; Allah onları, dünyadaki ağır imtihanları, ihtiyarlığın zor anlarında bile, zayıf vücutlarının güçsüzlüğüne rağmen ibadette sebat etmeleri vesilesiyle sürüp gidecek sonsuz nimetlerle ödüllendirecektir. Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Kul hastalandığında veya yola çıktığında Allah Teâlâ, sıhhatli iken ve mukim olduğunda yapmış olduğu amellerin ecrini onun için aynen yazar.” (Buhârî, “Cihâd”, 134.) Resûlullah (s.a.v.) sonra da bu hadisin açıklamasını “Onlar için kesilmez mükâfat vardır.” ayetini okuyarak tefsir etmiştir. İbni Ebî Hâtim (ö. 327/938), İbni Abbas’ın bu ayet hakkında şu açıklamayı yaptığını nakletmektedir: “Kul yaşlandığı ve amel yapamaz olduğu zaman, ona gençliğinde yaptığı amelin ecri yazılır.”
Manevî nimetin ilk unsuru hidayete sevk edecek lütuf ve inayetler olmaktadır. Yarattığı kullara verdiği rızıklarla yaşamalarını sağlayan Yüce Allah bununla yetinmeyerek onların kurtuluşları için gereken işleri de üstlenmiş ve peygamberler göndermiştir. Bu hususla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “And olsun ki Allah, inananlara, ayetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitap ve hikmeti öğreten, kendilerinden bir peygamber göndermekle iyilikte bulunmuştur. Hâlbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler.” (Âl-i İmrân, 3/164) Ayette, Allah Teâlâ’nın, kullarına peygamber göndermekle onlara nimet verildiğine vurgu yapılmaktadır. Bütün beşer âlemine hidayet yolunu açan, sırf rahmet-i ilahiye olan böyle bir resulle şereflenen müminlere ne mutlu! Bu resul onlara Allah’ın vahyini okumakta, ilahî bilgilere ulaştırmakta ve onlara kâinata bakış açısı kazandırmaktadır. Aynı zamanda bu elçiler, onların kötülüklerden temizlenmesine vesile olurlar, insan-ı kâmil olmaları için çaba harcarlar, onlara kitap ve hikmeti öğretirler. Zira insanlar peygamber gönderilmeden önce dalalette idiler.
Yarattığı kulları imtihanlara tabi tutan Yüce Allah, sadece peygamber göndermekle kalmamış, aynı zamanda onların zorlu sınavlarında ne yapmaları ve nasıl bir metot izlemeleri gerektiğini de bildirmiştir. Bu bağlamda Allah Teâlâ, kullarının doğru yolu bulmaları ve sınavı kazanmaları için birçok kitap ve suhuf göndermiştir.
İndirilen son ilahî mesajda kitabın yol göstericiliğine dikkat çekilmektedir. Nitekim bu durum ayette şu şekilde ifade edilmektedir: “O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/2) Yüce Allah gönderdiği bu Kur’an’da hiçbir şek ve şüphenin bulunmadığını başta peygamberine sonra da tüm insanlığa ilan etmektedir. Kullarına sonsuz rahmet ve merhametle davranmayı kendine ilke edinen Allah Teâlâ, insanlığa son ilahî çağrı olarak Kur’an-ı Kerim’i göndermiş, böylece hem onların hayatına müdahil olmuş, hem de bu kitap sayesinde insanları sapıklığa düşmekten kurtarmıştır. Kur’an’ın hemen girişinde kitaba vurgu yapan Allah Teâlâ, arkasından bu kitabın, kendisini dikkate alanlar ve müttakiler için yol gösterici bir rehber olduğundan bahsetmektedir.
Kur’an aynı zamanda kendini rahmet ve şifa olarak da takdim etmektedir: “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus, 10/57-58) Bu ayette Kur’an’ın dört özelliğine dikkat çekilmektedir. Mev’iza/öğüt, şifa, hidayet ve rahmet. Dikkat edilirse bu hususların tamamı Allah’ın kullarına olan merhametini ve lütuflarını ifade etmektedir.
Allah Teâlâ’nın kullarına olan en büyük nimetlerinden biri de onlara hidayet yollarını göstermesidir. Çünkü insanın yaratılış gayesi bu hidayet yolunda daim olmak ve son nefesini verene kadar bunun çabası içinde olmaktır. İşte bu nedenle Müslümanlar namazlarının her rekâtında Rablerinden doğru yolda olmayı, sırat-ı müstakimde kalmayı talep etmektedirler. Allah Teâlâ hidayetini, insanlara peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla sunmaktadır. Zira ayetlerde; “O kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” (Bakara, 2/2); “Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide, 5/16); “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir. De ki: Ancak Allah’ın lütfu ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yûnus, 10/57-58) buyrulmaktadır.
Yukarıdaki ayetlerde; kul, iradesini Allah’a ve onun razı olduğu şeylere doğru yönlendirince Allah Teâlâ, kuluna kurtuluş yollarını göstereceğini ve onu küfür karanlığından İslam’ın aydınlığına çıkaracağını bildirmektedir. Burada dikkat çeken en önemli husus, hidayet için kulun bir çaba göstermesi, iradesini bu yöne çevirmesidir. Hal böyle olunca Allah da kuluna hidayetin yolunu açmakta, ona bu yolu kolaylaştırmakta ve hidayete erdirmektedir.
Bu noktadan sonra insanlardan Yaratıcı hakkında nasıl düşünmeleri istenmektedir?
Allah Teâlâ’nın kullarına verdiği nimetlerden biri de kullarının günahlarını defalarca affetmesi ve işledikleri suçlardan dolayı onları cezalandırmamasıdır. Nitekim ayette şöyle buyrulmaktadır: “Eğer kitap ehli iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, muhakkak onların kötülüklerini örterdik ve onları naîm cennetlerine koyardık.” (Mâide, 5/65) Yüce Allah kullarının yaptıkları kusurlara tövbe etmeleri şartıyla onları affedeceğini, günahlarını örteceğini ve onları naîm cennetlerine koyacağını bildirmektedir. Bu bağlamda Allah Teâlâ, kullarının nasıl tövbe etmeleri gerektiğini onlara öğretmiş, kurtuluşa ermeleri için gerekli yolu onlara göstermiştir.
Allah Teâlâ kullarına karşı son derece merhametli ve tövbelerini çok kabul edendir. Kullarının cehennemde azap görmesine razı olmayan Allah Teâlâ, onlara günah işlediklerinde yapmaları gereken şeyleri öğretmesiyle de büyük nimetler bahşetmiştir. Kullara düşen bu hususu da dikkate alarak Allah Teâlâ’ya sonsuz minnettarlık duymaktır.
Yüce Allah’ın kullarına olan nimetlerinin bir tezahürü de onları günahları veya hatalarından dolayı hemen cezalandırmaması, onlara tövbe edebilecekleri süre tanımasıdır. “Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” (Nahl, 16/61) Bu ilahî beyandan Allah’ın suçluları veya asileri derhal cezalandırma ve köklerini kazıma hakkı olduğuna işaret edilmektedir. Fakat Allah, kullarına lütufkâr davranmakta, onlara tövbe edebilecekleri ve hallerini düzeltebilecekleri belirli bir zamana kadar mühlet vermektedir. Eğer Allah’ın hemen cezalandırma hakkı olmasaydı ayetteki tehdidin bir anlamı olmayacaktı. Allah Teâlâ, kullarını kendisine ulaşabilecek bir zarar veya fayda için tehdit etmez. O’nun tehdidindeki hikmet kullarını korkutmak ve bu korkuyla günahlardan vazgeçmeleri içindir.
Bu sınavın zorluk-kolaylık cephesinde neler var?
Allah Teâlâ ilke olarak kullarına zorluk çıkarmak istemez. Nitekim ayette bu durum şöyle ifade edilmektedir: “…Allah sizin için kolaylık istiyor, güçlük çekmenizi istemiyor…” (Bakara, 2/185) Ramazan orucu bağlamında geçen bu husus, diğer ibadetler için de geçerlidir. Çünkü Allah Teâlâ, kuluna gücünün yetmeyeceği tekliflerde bulunmayacağını birçok ayette dile getirmekte, yine birçok konuda kullarına kolaylık tanımaktadır.
Allah Teâlâ’nın kullarına emrettiği hususlar herkesin yapabileceği ve güç yetirebileceği zorluktadır. Çeşitli sebeplerden dolayı emir ve yasakların yerine getirilememesi durumları için Allah Teâlâ birçok kolaylıklar sunmuş ve bu zorlukları genel hükmün dışında bırakmıştır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Allah ve Resûlü için (insanlara) öğüt verdikleri takdirde, zayıflara, hastalara ve (savaşta) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir yol (sorumluluk) yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” (Tevbe, 9/91)
Benzer bir ayette de konu şu şekilde ele alınmaktadır: “Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya güçlük yoktur. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse, onu elem dolu bir azaba uğratır.” (Fetih, 48/17) İslam dininde gerektiğinde savaşa katılmak herkes için bir yükümlülüktür. Ancak ayetlerde de belirtildiği üzere savaşa katılacak maddî imkânı olmayanlar ile hasta, zayıf, topal, kör vb. özürlü kimseler genel hükmün dışında tutulmaktadırlar. Allah Teâlâ, bunların savaşa iştirak edemediklerinde bir sorumluluklarının olmadıklarını ve günah kazanmadıklarını bildirmektedir.
İslam’da kolaylıklar sadece savaşla ilgili hükümler için geçerli değildir. Allah Teâlâ farz kıldığı ibadetler için de çeşitli kolaylıklar sağlamaktadır. Yukarıda da ifade edildiği üzere Allah kulları için zorluk dilemez. Ancak onların kulluklarındaki samimiyeti denemek için bir takım emir ve yasaklar ortaya koymuştur. Bu emir ve yasaklar, yapmak isteyenlere, Allah’a saygı duyanlara ve O’na karşı takvalı davrananlara kolay gelir.
Allah Teâlâ, kullarına emrettiği şeylerin yapılamama durumunu göz önünde bulundurarak onlara alternatifler sunmuştur. Bu konuda birçok ayet örnek verilebilir. Bunlardan birinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sayılı günlerde olmak üzere (oruç size farz kılındı). Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyarlık veya şifa umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakiri doyuracak fidye gerekir. Bununla beraber kim gönüllü olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha iyidir. Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. (O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin. Kim de hasta veya yolcu olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutsun. Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. Bu da sayıyı tamamlamanız ve hidayete ulaştırmasına karşılık Allah’ı yüceltmeniz ve şükretmeniz içindir.” (Bakara, 2/184-185)
Zorluk ya da kolaylıklar ibadet ile ilgili durumlar… Peki, işin mükâfat boyutunda neler var?
Kullarına son derece lütufkâr olan Yüce Allah, onların yaptıkları iyilik ve mükâfatlara sadece misliyle karşılık vermemiş, güzel amellere en az on katıyla karşılık vereceğini bildirmiştir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Kim (Allah huzuruna) iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.” (En‘âm, 6/160) Aynı durum benzer bir ayette de şöyle ifade edilmektedir: “Kim bir iyilik getirirse ona bundan daha hayırlı karşılık vardır. Kim bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.” (Kasas, 28/84) Rahmeti gazabını geçen Yüce Allah, kullarının yaptığı iyiliklere en az on katıyla karşılığını vereceğini bildirirken yapılan hataları da ancak misliyle cezalandıracağını müjdelemektedir.
Allah Teâlâ, bazen yapılan amellerin karşılığını on kattan da daha fazla verebileceğini şu ayetlerde ilan etmektedir: “Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir.” (Bakara, 2/261) Allah Teâlâ bu ayette mallarını kendi rızası için harcayanları yedi başak ve her başakta yüz dane veriminde olan buğday vb. bir bitkiye benzetmektedir. Burada bir daneden yedi yüz kata kadar çıkarılan bir sayı söz konusu edilmektedir.
Tüm yaşananların muhasebesinde sonuçlarla yüzleşmek de var, değil mi?
Ahiret hayatın son merhalesi ya cehennem ya da cennet olacaktır. Cennet, insan hayatının son bulduktan sonra ahiret olarak adlandırılan iki durağından biri ve mükâfat yurdu olan yerin ismidir. Cehennemden kurtulup cennete girmiş olanlar arasında şu konuşma geçecektir: “Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar: Derler ki: Daha önce biz, aile çevremiz içinde bile (ilâhî azaptan) korkardık. Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu.” (Tûr, 52/25-27) Cennet, dünya hayatını Müslüman olarak yaşamış ve son nefesini mümin olarak teslim etmiş kişilerin girecekleri ebediyet yurdudur. Burası akla hayale gelmedik nimetlerle donatılmıştır. Nitekim bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklından geçmeyen şeyler hazırladım.” (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 8) Bu hadis-i şerif, “Yaptıklarına karşılık olarak Allah katında onlar için göz aydınlatan ne nimetler saklandığını hiç kimse bilemez.” (Secde, 32/17) ayetinin ifade ettiği anlama da uygun düşmektedir. Allah Teâlâ, hak eden kullarını cennetine koyacak ve onları akla geldik nice nimetler ile akla gelmedik nice sürprizlerle karşılayacaktır.
Cennet başlı başına bir nimet yurdudur. Ancak en önemli yanı, oraya girenin cehennemden kurtulmuş olmasıdır: “Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme koyarsan, artık onu rüsva etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.” (Âl-i İmrân, 3/192) Söz konusu ayette de ifade edildiği üzere cehenneme giren rezil ve rüsva olmuştur. Cenneti kazananlar bu aşağılık durumdan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda sayısız nimetlerle ödüllendirilecek ve sonsuza dek orada huzur ve mutluluk içinde rızıklandırılacaklardır. “İman edip iyi davranışlarda bulunanlara, içinden ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! O cennetlerdeki bir meyveden kendilerine rızık olarak yedirildikçe: Bundan önce dünyada bize verilenlerdendir bu, derler. Bu rızıklar onlara (bazı yönlerden dünyadakine) benzer olarak verilmiştir. Onlar için cennette tertemiz eşler de vardır. Ve onlar orada ebedî kalıcılardır.” (Bakara, 2/25) Bu ayet, iman edip bu imanın gereği olan salih ameller işleyenleri cennetle müjdelemekte, oraya girenlerin çeşitli nimetlerle ağırlanacaklarını, bu nimetlerin hiç bitmeyeceği ve orada sonsuza kadar hayat süreceklerini bildirilmektedir.
Anlaşıldığı kadarıyla her şey çok açık… Fakat insan ilişkilerine yüklenen özel bir anlam da olmalı… Neler söylenebilir?
İnsanlar birbirlerine muhtaç varlıklar olarak yaratılmıştır. Mahrum ve muhtaçlara maddî-manevî yardım etmek, iyilik yapmak, durumu kendinden daha kötü olanlara infak etmek Allah’ın bir emridir. Dolayısıyla zenginin malında fakirin zekât, sadaka vs. gibi hakları vardır. Allah Teâlâ, mahrum olan bu kimselere haklarını kırmadan, dökmeden, incitmeden, başa kakmadan ve insan onuruna yakışır bir şekilde ödenmesini istemektedir: “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının arkasından başa kakıp incitmeyenler için rablerinin katında özel karşılık vardır. Artık onlar için korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/262) Allah’ın emri olan infak eylemi rastgele yapılacak bir ibadet türü değildir. Her şeyden önce tüm ibadetlerde olduğu gibi infakta da Allah rızası gözetilmelidir. Bu harcamalar aynı zamanda Allah yolunda ve O’nun razı olduğu yerlere yapılmalıdır.Bu niyetle yapılan iyiliklerin de amacına ulaşması için, iyiliğin arkasından başa kakma, minnet etme gibi olumsuzlukların yaşanmaması gerekmektedir. Nesefî (ö. 537/1142) ayetin tefsiri ile ilgili olarak şu açıklamaları yapmaktadır: Yaptığı iyiliği sürekli gündeme getirmek, verdiklerini sayıp dökmek, kişiyi rencide etmek, muhatabının her yerde ve her zaman kendisine minnet duymasını ima etmek kesinlikle yasaklanmış bir davranıştır. Bu durumlara düşülmemesi için yapılan iyiliğin unutulması, kalpte yer yapmaması ve bir yerde anılmaması gerekmektedir. Yapılan bu yardım ile başa kakma ve onur kırma arasında büyük bir çelişki vardır. Kişi yaptığı iyiliği dilinden hiç düşürmeyip başa kakacaksa yapmaması daha iyidir. Çünkü bu durum insanın nefsine çok ağır gelen bir davranış tarzıdır.
Ayetin ruhuna uygun davranmak için çeşitli yöntemler geliştiren takva sahibi insanlar yaptıkları iyiliklerin bilinmemesini istemişlerdir. Bu meyanda sadaka taşları, verenle alan arasında bir köprü olmakla birlikte minnete imkân tanımayan bir uygulamadır. Ecdadımız uzak bir semtteki bir bakkalın veresiye defterini (zimem defteri) satın alarak bütün borçluların borçlarını ödemişlerdir. Böylece ödeyip kaybolan kimse, parasının kime gittiğini bilmemekte, borcu ödenen kimse de kime karşı şükran borcu olduğunu bilmemektedir. Bu bağlamda yapılan yardımları gizli tutmak fakirin izzetini ve şerefini koruması açısından çok önem arz etmektedir.
Kur’an’da infak ve türevleri, sadaka, zekât ve kurban gibi malî ibadetlerle ilgili çok sayıda emir ve tavsiyeler bulunmaktadır. Bu ibadetler eda edilirken karşı tarafın incinmesine sebep olunacak tutum ve davranışlardan sakınılmalı, şu ayetin gereğince hareket edilmelidir: “İyi sayılan bir söz ve bir bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, halîmdir.” (Bakara, 2/263) Zenginler verdikleri zekât ve sadakaları fakirlere yaptıkları bir lütuf olarak görmemelidir. Çünkü Allah Teâlâ, bu ibadetleri zenginliklerinden dolayı onlara farz kılmıştır. Dolayısıyla bu mallardaki tasarruflar Allah’ın istediği şekilde gerçekleşmelidir. Bu bağlamda zengin zekâtını vermek için bir fakir bulmak zorundadır. Ama fakir zenginin zekâtını almak zorunda değildir. Dolayısıyla yapılan iyilikler eziyet ve cefaya dönüşmemeli, karşıdakini minnet altında bırakmamalıdır.