Medeniyetimizin Yeniden İnşası ve Fethi Gemuhluoğlu / Feyz Araştırma Grubu

Gemuhluoğlu, sadece belli bir kesime seslenmiyor, medeniyetimizi ve geleneksel bilgeliğimizi oluşturan bütün unsurları, yapıları ve kişileri kuşatıyordu. Birbirindenkopuk çevrelerin ortak bir aşk ve hizmet zemininde buluşması yönünde yoğun çaba harcayan Fethi Gemuhluoğlu, toplumu ve insanlığı bir bütün olarak ele alıp ayrım gözetmeden herkese gönülden dostluk duyan ve karşılıksız hizmet eden yaklaşımından kaynaklanan birleştirici kişiliğiyle, sadece kendi nesli için değil, sonraki nesiller için de örnek şahsiyetlerden biri olmuştur.

Kendi yazılarıyla ilgili olarak 1958 yılında yapılan bir röportajda şöyle diyordu: ‘Yazılarıma gelince. Bunlar bütün açıklığıyla meydanda. Günlük ve küçük oyunların tamamıyla dışında memleket meseleleri. Cezayir için yazdık. Tunus için yazdık. Keşmir ve Mısır için yazdık. Afrika uyanıyor, dedik. Asya uyanıp silkinecektir, diyoruz. Evet, Asya silkinecek ve Rusya'yı sırtından atacaktır. Devletler tek başlarına yaşayamıyorlar. Devletler arasında da birlikler, paktlar, federasyonlar mevcut. Biz de İslâm'ın beynelmileline ittibaen şark milletlerinin, Müslüman halkların birlik ve beraberliklerine gitmeliyiz. Dünyanın her yerindeki istiklâl hareketleri bizi sevindirir. Biz Gana Devleti'nin istiklâle kavuşmasını, sadece Altın Sahilleri halkının Müslüman olmaları dolayısıyla alkışlamamıştık. Bu küçük gazetede (Arapgir Postası), son Macar İhtilali için de kalbî ve samimî hislerimizi dile getirmeye çalıştığımı hatırlarsınız. İnancımız, ‘İnsanlara hürriyet, milletlere istiklâl' parolasında ifadesini bulabilir.'

İnsanları bİrbİrİne kaynaştırmanın, geçmişi geleceğe bağlamanın, geleceğe umutla bakmanın, insana karşılıksız hizmet etmenin en temel yolunun sevgi ve dostluk olduğunu söyleyen ve hayatında tatbik eden Fethi Gemuhluoğlu'nun tarihi konuşması, Dostluk Üzerine (1978, 2001), Dostluğa Dair (1988) ve Gerçek Olan Aşktır (2000) başlıklarıyla kitaplaştırılmıştır.

Fethi Gemuhluoğlu'nu bizim için asıl değerli kılan şeyin, O'ndaki medeniyet perspektifi ve ideali olduğu tartışılmazdır. Toynbee'nin de belirttiği üzere, bizim son büyük medeniyetimiz, İslâm medeniyetinin bir versiyonu olan Osmanlı medeniyeti, fosilleşmiş, ölmüş, donmuş değil; durdurulmuş bir medeniyettir. Gemuhluoğlu bunun farkında idi. Dostluk üzerine yaptığı konuşmada, yazılarında ve sohbetlerinde bunu sürekli vurgulamış, çabaları da, medeniyetimizin yeniden inşası yönünde olmuştur. Bu bağlamda, O'nun, sanatın bütün alanlarına ilgi duyması, edebiyat, musiki, mimari, resim, sinema ve diğer iletişim ortamlarına dönük kışkırtıcı düşünceleri, yönlendirme ve özendirmeleri hep medeniyetimizin yeniden inşası içindir. Ankara'ya geldiğinde, Rasim Özdenören'in arkadaşlarına, ‘Rasim'i görürseniz söyleyin, roman yazsın deyişi bundandır. ‘Cebinizde kalan son parayla simit alıp da karnınızı doyurmayın, gidin onunla bir film yahut bir tiyatro seyredin!' deyişi de bundandır. Necip Fazıl'ın ifadesiyle bu ‘fikir sakası', biliyordu ki medeniyetin zeminini oluşturan bilgelik damarı, hayatın hemen bütün alanlarında kendini dile getirmedikçe, o muazzam yapı yeniden kurulamaz.

Gemuhluoğlu, sadece belli bir kesime seslenmiyor, medeniyetimizi ve geleneksel bilgeliğimizi oluşturan bütün unsurları, yapıları ve kişileri kuşatıyordu. Bu anlamda Yaşar Kemal'den Asaf Halet Çelebi'ye, Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan Genco Erkal'a, Cahit Zarifoğlu'ndan Nuri Pakdil'e, Neyzen Tevfik'ten Cinuçen Tanrıkorur'a, bu toprakların her kıymetine ayrı bir önem atfediyor, cem düzeyinden sesleniyor, birliyor, derliyor, toparlıyor, toplumu topyekûn bir kalkınmanın, bir dirilişin ve yeniden varoluşun deveranına çekiyordu.

Cem düzeyİ, birliği, birleştirmeyi, bir araya getirmeyi; ayrı ayrı, bireysel ve kişisel seviyede beliren her şeyi bir araya toplamayı öngörür. Cem, birlik demektir ve bir araya getirir, toplar. Gemuhluoğlu, baktığı her pencereden ayrı bir resim gören, renkleri fark edebilen, onların bir araya geldiğinde nasıl bir ahenk oluşturabileceğini hisseden muazzam bir bakışa, bir vizyona sahipti.

Geleneksel ve kadim bilgeliğimizin modernleşme karşısında ne türden bir sorun yaşadığının farkındaydı. Pörsüyen, eskiyen ve çürüyen yanlarımızı temizlemenin, o soylu ve bereketli gövdeyi yeniden canlandırmanın derdindeydi. Nerede kim varsa, hangi değer, nereye, nasıl gizlenmişse, hemen onun peşine düşüyor, oluşturduğu burs havuzuna gelenleri sarraf gibi tartıyor, fark ettiği değerleri güçlendirmek, parlatmak, görünür kılmak, manevi bakımdan beslemek için çalışıyor, ülkeyi ve dünyayı kavrama, soru(n)ları belirleme ve muhtemel çözüm yollarını araştırma yönünde tükenmeyen bir çaba ile koşuşturuyordu. Kısa fakat bereketli ömrüne sığanlara bakılacak olursa, Gemuhluoğlu'nun, bir irfan ve aşk adamı olarak, ülkesinin ve dünyanın geleceğine yönelik umutlarının, öngörülerinin ne kadar büyük ve bu büyüklüğün gerektirdiği çabaların ise ne denli yorucu olduğu görülecektir.

Gemuhluoğlu, şehirli insan tipinin yeniden ortaya çıkması için de çaba sarf etmiştir. Bir ülkeyi çekip çevirenlerin, kültürel ve siyasal seçkinler olduğunu biliyordu. Bu seçkinlerin yetişmesi için aşk ve şevkle çalıştı. Sadakaların en büyüğü, insanın bizatihi kendini tasadduk etmesidir.

Kendisinin doğrudan veya dolaylı temas kurduğu her seçkinde Gemuhluoğlu'nun aziz bir hatırası, bir izi, bir katkısı ve hakkı bulunmaktadır. İnsanları güzelliğe, iyiliğe ve gerçekliğe yönelten bir uyarısı vardır. O, kelimenin tam anlamıyla bir hakikat nidacısı, bir gerçeklik uyarıcısıdır. Oğuz Atayın ‘kapıkulu' diye nitelediği, Sabri Ülgener, İdris Küçükömer, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör gibi sosyal bilimcilerin zihniyet bağlamında eleştirdiği devşirme elitlerin bu ülkeyi, modernleşme sürecinde ne türden bir uçuruma sürüklemiş olduklarını görmüştü. Konuşmasında böylesi seçkinleri çözümlerken şöyle diyordu: ‘Bu Osmanoğlu'na çok ihanet edilmiş. Âl-i Osman yerine, Âl-i Midhat kurmak istemişler. ‘Niye Âl-i Midhat olmasın?' demiş. Âl-i Midhat olsun diyen, Rumelihisarı'ndan bir misyonun, hem de bir Bektaşi tekkesi toprağından ama Türklerin girdiği yerden şehre girmesini istemiş, bayrağa haç koymuş... Büyük Reşit Paşadan, Al-i Midhat'ı yapmak isteyen Mithat Paşa'dan, Karbonari cemiyetlerinin ilk nizamnamelerini tercüme eden Ziya Paşa'dan, oğlu Ali Ethem Bey'i sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamid Han'dan, Han-ı Mahlu'dan atiyye talebinde bulunan, hürriyet kahramanı zannedilen... Mekteplerin, edebiyat fakültelerinin hocaları burada... Eski Jön Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında ihanet bakımından çok büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için, tarihe dost olamadığımız için, tarihe dost olacak kadar ciddi bir ilim ile ilimlenmediğimiz için, talip olmadığımız için ilme ve irfana, tarihe, tarih fikrine de dost değiliz.' Bu ağır eleştiri, Osmanlı'nın nasıl ‘durdurulduğuna ilişkin bir belirlemeden sonra gelir.

Gemuhluoğlu, Osmanlı'ya, kutsal görevin Allah tarafından verilmiş olduğunu, bu görevin de ancak O'nun tarafından kaldırılabileceğini söyler. Buna ilişkin bir belirtinin de olmadığını ekler. Osmanlı medeniyeti nasıl kendi iç şartları ile dünya şartları arasındaki uyumsuzluklar sonucu yavaşlamış ve durmuşsa, aynı şekilde yepyeni bir ruh hamlesiyle yeniden hareketlenecektir. Bunu sağlayacak olanlar ise, Gemuhluoğlu'nun, özü mayalansın diye çaba gösterdiği ve yol evlâdı' olarak nitelediği yeni aydınlardır. O'nun tarifi ile bu yeni seçkinler, Anadolu'yu yüzyıllardır mayalamakta olan ve Kâmil İnsanın gönlünden gelen ‘kelâm' ile tekrar mayalanmalıdır.

Fethİ Gemuhluoğlu, ‘insanlar hal-i cimadan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor, gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için ‘yol evladı' oluyor, ‘bel evladı' olmuyor. Tasavvufta ‘yol oğlu' olmak, ‘bel oğlu' olmaktan; yol evladı' olmak, ‘bel evladı' olmaktan onun için mukaddemdir' derken, Anadolu'da kelâm ile mayalanan gönül erlerini kasteder. Merkezinde ‘Zamanın Sahibi'nin olduğu, onun pek çok niteliğinin filizlendiği diğer erenlerle birlikte bir ‘gönül erleri medeniyeti'ni ima eder.

Medeniyetİ oluşturan unsurların her birinde, edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebruda, tezhipte, mimaride, tekniğe ilişkin alanlarda, bilgelikle beslenerek varlık gösterecek olan öncülerdir. Gemuhluoğlu, böylesi bir kuşağın gürbüzleşmesinin peşinde idi. Bunu dava edinmiş, bu yolda toprak olmuş, o yeteneklere ön ayak olmayı onur bilmişti.

Doğu-batı sorunsalını, modernleşme dönemi algısının dışında farklı bir bağlama çekmişti. Doğulu insanın önemli bir niteliğini anarken, ‘Doğu insanı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada sevinilecek ve yerinilecek bir şey yoktur' deyişi bundandır. Bu, ‘kabz u bast' halinin ötesinde bir düzeydir ki, bu algı seviyesindeki insan, kozmik birlik ilkesine bağlıdır. Yerinmenin ve sevinmenin ötesindeki hal, sadece Allah'a özgüdür. Nitekim Ahmed Amiş Efendi Hazretleri bir gün bunu söyleyince, bir dervişi, ‘Aman efendim bu uluhiyet mertebesidir' demiş ve şu cevabı almıştır: ‘Tabii ki...'

Sağ-sol eksenİnİn yerini merkez-çevre eksenine terk ettiği doksanlı yıllarda, idrakimize giydirilen deli gömleklerinden kurtulmaya başladık. Bu süreci yıllar önce görebilen Gemuhluoğlu, bu toprakların asli değerlerini keşfetme yeteneğine sahipti.

Bu keşfİn bize bıraktığı en değerli miras, büyük/meta-hikayemizin aynı olduğuna ilişkin son yıllarda giderek daha çok yaygınlaşan düşüncedir. Yüzyıllar önce kelâmla mayalanmış olan bu topraklarda uç veren her değerin, bu büyük hikâye içinde ayrı bir önemi vardır.
Doğayı oluşturan bütün varlıklar, yetkin insanın parçalarıdır. İnsanın ötekiyle ünsiyeti ve dostluğu, ancak böylesi bir muhabbet ve merhamet içinde gerçekleşebilir. Tarihsel coğrafyamıza, hafızamızı oluşturan iklimlere böylesi bir perspektiften baktığımızda ne görürüz: ‘Size, coğrafyaya da dost olamadığınız için Anadolu Beylerbeyliği'ni de artık çok görüyorlar. Hanedan-ı Âl-i Osman'ın mülkünü particilik yaparak 1912'den 1920'ye kadar bitirdiniz. Eskiden vali gönderdiğiniz yerlere şimdi sefir-i kebir gönderiyorsunuz. Son Bağdat valilerinden Süleyman Nafiz Bey... Vâlâ Nureddin Bey'in babası son Beyrut valilerinden Nureddin Bey... Bıraktığımız Beyrut'u görüyorsunuz! Bıraktığımız Lübnan'ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye'yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak'ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda: Fitnenin evveli Şam, ahiri Şam, görüyorsunuz! Sefir gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de dostluğunuz yok!' Bu, daima ‘büyük rüya gören' bir insanın bakışıdır.
Bu, ‘Ah! Bugün alnı secdeli üç genç adam geldi... Türkiye'nin istikbalinden eminim artık... Bu Anadolu tarlası, bu bitmeyen Osmanlı hasadı...' diyen bir ruhun çığlığıdır.

Bu, yanında Nuri Pakdil, Hacı Bayram'a doğru yürürken, o direnç yüklü sesiyle, ‘Ortadoğu'ya doğru yürüyoruz, değil mi?' diyen bir kalbin yüküdür. Bu, ‘Akıl, sofrada yemek yerken üzerinize yemek dökmemek içindir, maneviyatta teslimiyet esastır' diyen bir bilgeliğin zenginliğidir. Bugün, bu topraklarda yaşayan bizler, o ‘büyük rüyaya yeniden kavuşuyoruz. Gemuhluoğlu'nun zihin haritamızda yaptığı devrimin tekrar farkına varıyoruz. Medeniyetimizin yeniden inşası sürecinde son derece kritik bir süreçten geçiyoruz. Bu süreçte, Fethi Gemuhluoğlu'nun ‘fethedici', kapıları açıcı vizyonuna daha çok ihtiyacımız var.

Bİlİndİğİ üzere, Efendimiz, Başak burcunun, ikindi vaktinin, vaktin sonunun sahibidir; lakin cevâmi-ül kelim olarak, bütün kutsal öğretilerin anası, kaynağı, başla sonu birleştiren, cem makamında bir kişiliktir. O'nunla birlikte vahiy sona ermiş, vahyin gölgesinde, saf ve katışıksız ilham dışında ilke koyucu emir devri kapanmıştır. Onun Hakikati devam etmektedir. İslâm'da, deyim yerindeyse ‘kutsal metin sorunu' yoktur; sorun, metnin nasıl anlaşılacağıdır. Tam da burada, kutsal kitap ile aramızdaki anlama sorununu giderecek yorumculara, tecdid edici, bir tür yapı sökümcülere ihtiyaç vardır. İşte, Efendimizin kâmil varisi olan bilgeler, böylesi bir ödev yüklenir, Hakikat ile aramızdaki engelleri ortadan kaldırırlar. Gemuhluoğlu, içinden geldiği irfanı geleneğin büyük bilgeleri gibi, Hakikat ile aramızdaki perdeleri saydamlaştıran bir nidacıdır. Yesi geleneğinin ‘Halka hizmet Hakka hizmet' ilkesi, O'nda kusursuz biçimde işlemiştir. Buradaki ‘halk', genel anlamıyla, bütün insanlık âlemi olarak da okunabilir, insanlığı temsil eden ‘kâmil insan olarak da.

Gemuhluoğlu, Hazretİ Pir'in ifade ettikleri üzere, bir ayağı Hakikat'e bağlı, diğer ayağıyla bütün âlemleri dolaşan bir sırrın, modern zamanlardaki en göz kamaştırıcı tecellilerindendir. Dağlarda şarkı söyleyen bir aziz olarak Fethi Gemuhluoğlu, bize, yıllar önce, modernlikle nasıl baş edebileceğimizin yolunu göstermişti. Her şeyin gönülde olup bitmesi, yani aşktır bu. Aşk, bütün bağları yıkarak kendi bağlarını kurar. Modernleşmenin çıkmaz sokaklarında yolunu yitirenler için aşk, Bediüzzaman'ın ifadesiyle, ‘Ne kazandığına sevinmek, ne de kaybettiğine üzülmektir.' Bu, Gemuhluoğlu'nda şöyle dile gelir: ‘Batı adamının bunalımı çok tabiidir; muallâktadır. Bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsanî oyunlarımız için, şehevatımız için mahzun olmayız.'

Sezaİ Karakoç, yetkin insanı tanımlarken, ‘Allah'a teslim olan, eşyayı teslim alır' der. Demek ki işin sırrı, teslimiyettedir. Zaten İslâm, teslim olmak, selim kalbe sahip olmak değil midir? Selâm, O'nun sonsuz ve mutlak isimlerinden değil midir? Selâm, barış, esenlik ve huzur değil midir? İslâm, insan ile Allah arasında bir vuslattır. İnsan, insan olarak, yani yaratılmış ve kul olarak... Allah, Allah olarak, yaratan ve kendisine kulluk edilen olarak... Bu vuslatın göz kamaştırıcı güzellikleri hep adalet ve merhametle gerçekleşir. Gemuhluoğlu, medeniyetimizin bu sütun üzerinden yükseldiğini, yükseleceğini en iyi bilenlerdendir.

Şaİrİn dedİğİ gibi, ‘kalpte merhamet adlı bir çınar vardır.' Bu çınar, bizim Osmanlı medeniyetimizin temelinde, şehirlerin kalbinde, toplumsal yaşamın merkezi olan camilerimizin avlusunda, caddelerde, sokaklarda, kervansarayların önünde yüzyıllardır yükselmektedir. Evet, merhamet gerçekten de bir çınardır. Kökleri toprağın derinliklerine doğru yayılmakta, inmekte, dalları göğe doğru yükselmektedir. Yerle göğü birleştiren muazzez ağaç merhamettir. Merhamet, imanın nurdan çiçeğidir. Medeniyet tasavvuru, iman esasından beslenir. Gemuhluoğlu, Vehbi Vakkasoğlu'nun kendisini bir ziyaretinde, yüzyılın büyük bilgesi Bediüzzaman için, ‘Bana, ömür boyu iman etmiş olan Adam'ın kitaplarını getir' der. Risale-i Nur'un, Sezai Karakoç'un deyişiyle, Anadolu'da yeni bir ruh mayalanması meydana getirdiğinin' farkındadır. İşin aslının iman olduğunu bilmektedir. Şevk kavramı, Gemuhluoğlu'nun sözlüğünde geleneksel bilgeliğe uygun biçimde yerini almıştır. ‘Günahlarınız bile şevk içinde olsun' derken, günaha değil, şevke vurgu yapar. ‘Hayalleriniz, düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün. Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insanlığın büyük rüyasıdır.' der.

Medenİyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir. Bizim, modern zamanlarda yitirdiğimiz de budur. Gemuhluoğlu, bu büyük sırrın peşindeydi. Bizi, insanlığımızın yüksek hakikatine yakışır bir konuma taşımanın derdindeydi. Yitirdiğimiz amacı, o büyük rüyayı anlatıyordu sürekli. Bunu ise, ‘ezel-ebed' fikriyle ilham ediyordu: ‘Bir yerde diyeceğim ki ölüme de dost olunuz! Ahiret dünyada başladığına göre, dünya ve ahiret tefriki bizim izafî değerlerimiz olduğuna göre, biz dünya ve ahireti kendimiz tefrik ettiğimize göre, haddi zâtında kendisi bir olduğuna göre, Bir'de bir olduğuna göre, ölüm ve hayat diye iki ayrı şey olmadığına göre, ezel ve ebed beraberliği, tevhidi olduğuna göre, o zaman nasıl kendimize dost olmak mecburiyetinde isek ölüme de dost olmak mecburiyetindeyiz.' Ezel ve ebedin bir olduğunu, insan ancak cem düzeyinde, mutlak birlik düşüncesinde idrak edebilir.

Bizim yeniden kurulmakta olan medeniyetimizin temeli birlik ilkesindedir. Bu ilkenin kaynağı ise aşktır. Gemuhluoğlu'nun, Türk Petrol Vakfı'na burs almaya gelenlere ‘Hiç âşık oldunuz mu?' diye sorması bundandır. Kalbinde aşkı tatmamış, âşık olmamış bir kimsenin insanlığa hayrı dokunacak bir ruh zenginliğine ermesini mümkün görmez. ‘Hiç âşık oldunuz mu? Bir dağ başında, bir ağaçla baş başa kalsam, o ağaca âşık olurdum' diyen bir gönül eridir O... Bilir ki, ‘Aşk gelicek cümle noksanlıklar tamam olur...' İlim, irfan ve aşk... Efendimizin Hakikat'i bu üç sırdan oluşmaktadır. İnsan, insanlığını bu üç sırrın kemaliyle bulur. Medeniyet bu üç sütun üzerinde yükselir, ilim, insanın insanlığını bilmesine ve kendine yaraşır biçimde yaşamasına yol açacak imkânları hazırlar. İrfan, Allah'ın sonsuz ve mutlak hakikatinin tadılmasıdır. Aşk ise, benliğin terki, kişisel sınırların aşılması, parçanın bütüne kavuşmasıdır. Bu, damlanın denize düşmesi ve o büyük sırda yitip gitmesidir. Büyük bilge Harakani şöyle der: ‘Derviş, yuvasından yavrularına yiyecek bulma umuduyla ayrılan, yiyecek bulamayan, yolunu yitiren ve bir daha yuvasına dönemeyen kuşa benzer...' Bu, varlık ve benlik iddiasının terkidir. Böylesi bir varoluş sırrı gerçekleşmedikçe, durdurulmuş bir medeniyetin yeniden ihyası mümkün olmaz. Bir buz parçası hükmünde olan benliğimizi, hakikatin Kevser havuzuna atıp eritmedikçe, dünya insanlık için bir esenlik yurdu haline gelemez. Teslim olmak, çabamızı himmete katmak, ilme, irfana ve aşka talip olmak... Sır buradadır. Gemuhluoğlu'nun öğüdü ise, ‘Her şeyi O bilir ve O takdir eder, biz makam-ı hayretteyiz, ancak teslim oluruz' şeklindedir. Fethi Gemuhluoğlu, bu toprakların binlerce yıllık meta-hikâyesinin modern zamanlarda maruz kaldığı değişimin dinamiklerini bildiğinden, bu dönüşümün çekim kutbunu tersine çevirebilecek kadroların yetişmesi yönünde ciddi gayretlerde bulunuyordu. Türk Petrol Vakfı'nın burs imkânlarını bu yönde kullanması, lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine, ‘Sizin hizmetinizdeyim' biçiminde seslenmesi, onları akademik çalışmalara özendirmesi bu amaca hizmet ediyordu.

Gemuhluoğlu, siyasal, kültürel ve ekonomik seçkinlerle ilişkilerinde onları ülke hayrına işlere yönlendirmesiyle de dikkatleri çeker. Kuşkusuz bütün bu çabaların ardında halveti bilgeliğinin zengin birikimi yatmaktadır. Hakikatin bizim coğrafyamızdaki en zengin damarı olan bu gelenek, Niyazi Mısri gibi parlak yıldızların ışıl ışıl gezindiği bir irfan sofrasıdır. Geleneğin yüzyılımızdaki büyük bir bilgesinin beyanıyla, ‘Aşk gönlü istila edince nefis ölür.' Nefsin ölmesi, ruhun dirilişidir. İklime can veren, ruhtur. Gerçek kurban, nefsini Hak için ifna etmek, kurban etmektir. Kurban, ‘kurb' kökünden gelir, yakınlık ifade eder. İnsan İlahi Merkeze, benlik iddiasından vazgeçerek yakınlaşabilir. İrfan, bir bilgenin söylediği gibi, ‘göğüsten göğse geçen bir sırdır. Mürşidin gönlünden, kendisine yakınlaştırılan dervişinin gönlüne düşen sır... O, tıpkı manevi bir döllenme gibi, dervişin kalbinde bir gönül çocuğu doğurur. Onun gıdası muhabbettir. O çocuk sevgiyle büyür ve bütün bedeni kuşatır. Bir gün gelir derviş de aradan çıkar, sadece o kalır. İşte o gönüldeki çocuktur ki, çocukluğun büyüklüğünü bir ömür boyunca korumayı nasip eder. Eşyaya o gözle baktırır. Adalet, merhamet, dikkat, teyakkuz, hayra teşvik ve zulme başkaldırıyı sağlar. Gemuhluoğlu, büyük manevi kılavuzların imbiğinden geçmiş, onlardan, Allah'a, Resulüne ve Ehl-i Beytine muhabbeti öğrenmişti, imanında sabit, ahdinde kaim olmanın değerini kavramıştı. Hasbi ve fahri olarak halka hizmet ilkesini almıştı. Cömertliğin Peygamber sırrı olduğunu fark ederek insanlara sürekli yardım elini uzatmıştı. En önemlisi, toprak gibi mütevazı olmanın ölçülemez kıymetinin tadına varmıştı.

Gemuhluoğlu gibi dervişler, geleceğin nasıl bir fotoğraf sunduğunu görürler. O'nun, yetmişli yılların ilk yarısında bize verdiği bugüne ilişkin müjdeler birer birer gerçekleşiyor.

Umulur ki, durdurulmuş olan medeniyetimizin hareketlenmekte olduğu bugünlerin seçkinleri, üzerlerindeki hakkı hatırlasın, O'nu, ahde vefanın gereğinden olmak üzere sevgiyle ansın, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini bir an bile unutmasın. Kuşkusuz gelecek kuşaklar Gemuhluoğlu'nu ve O'nun manevi kişiliğinde katkısı olan bilgeleri daha çok anacaklardır.

(Dostluk Üzerine Önce Selam Sonra Kelam. Sadık Yalsızuçanlar adlı kitaptan özetlenmiştir.)