Sonsuzluğa açılan kapıdır ölüm... Aynalarda tükettin ömrünü… Dünyayla avunan nefsin bir gün nefes aldırmadı da sana, sen yine de gerçeğin değil de yansımaların peşinden koştun. Bir sen vardın sanki, bir senin dünyan. Bir sen vardın baktığın aynada, bir de arkanda duran dünyan ve birkaç resim. Kör noktalarda kaybettin gerçeği. Sanal âleme daldığın günden beri, ahirete dair düşüncelerin baktığın aynadaki kör noktalarda hapsoldu.
Bir kere sırtını çevirseydin aynana, orada senin dünyana yansımayan gerçeği görecektin. Şimdiye kadar bakmaya doyamadığın ve seni senden alan şeylerin, bu gerçeklerin yanında ne kadar taklit ötesi olduğunu anlayacaktın. Zevklerinle, emellerinle örülmüş tel örgünün dışına çıkabilseydin, huzurun da mutluluğun da kaynağına varacaktın.
İşte böyledir bazıları için hayat. Bir oyun ve bir oyalanma yeri olan dünya hayatı, kimileri için ebedi olarak kalınacak bir yermiş gibi kıymetlidir. Çünkü insan, nefsinin esiri olunca dünyaya devamlı bakacağı için, güneşe uzun süre bakan gözler gibi ahireti göremez olur. Çünkü kendisine sonsuz nimetler vaad olunduğu halde aldanmayı tercih eden insan, Allah için hiçbir rahatlıktan ödün vermediği gibi, kılını dahi kıpırdatmaz. Dünya her zamanki, işvesini kullanır, insan da kaçan kovalanır misali hep dünyaya meyleder. Ahiret onu yedekte bekler sanki. Oysa kaçan dünya değil, zamanın ta kendisi, boşa geçen yıllardır. Tercihlerini Allah'tan ve O'nun arzu ettiği amellerden yana kullanmak için daha çok vakit var nasıl olsa derken, ak düşer saçlara birer birer. Ne gariptir ki hayatı böyle yavan yaşayan insanlar, dünyadan vazgeçemedikleri gibi, ahireti de talep ederler. Fakat Resulullah Efendimizin o güzel ifadesiyle, ahiret ve dünya birbirlerine nispetle kuma gibi oldukları için, aynı anda ikisini de razı edemezsiniz. Birini razı etseniz, ötekini küstürürsünüz.
Dünyanın aldatıcı güzelliğine bel bağlarız, onun sinesine yaslanarak dertlerimizi unutmaya çalışırız, ama dünya bize bir ton dert ve hastalık yükler aslında. Hazırlıksız yakalanmaktan korksak ta ölüme, ecel başkalarına yakın bize çok uzaktır sanki. Oysa ki ansızın ölümün soğuk eliyle, hayatın bağrından koparılarak toprağın bağrına bırakılmayacağımızı garanti edemeyiz. Bizi basit konularda bile kararsız bırakan şu dünya hayatının, en karşı konulamaz kararıdır ölüm. Ağzımızın tadını bozduğu için onu olasılıklar arasına almasak da, bütün tercihleri ve emelleri bir hamlede yıkıverir. Uçarı ve vurdumduymaz hayatlar için bir vurgun, azığını yüklenmiş salih insanlar için kıvrımlı yolları düze çeviren, ufuklar ötesine uçuran bir kurtarıcı, sonsuzluğa açılan kapıdır ölüm.
Dünya yollarımıza her gün kırmızı halılar serse dahi, bir gün her şeyi geride bırakarak, ebedi âleme uzanan yolda omuzlar üstünde uğurlanacağımız gerçeğini, unutmaya çalışırız. Sanki unutunca ölmeyecektir insanoğlu. Deve kuşu gibi kafasını kuma gömerek rahatlamaya çalışır. Kaybedilen çok yakın biri olunca, ölüm bin nasihatten daha etkili olan bir kötek gibi etki yapar bazen. Kimileri de Azrail den paçayı sıyırdık şeklinde pişkin bir edayla, hayatına kaldığı yerden devam eder. Yani aklı sakim olarak kalmaya…Ve ölüm, sonsuzluğun yolcusunu yapılan ameller eşliğinde alıp götürür aranızdan.Artık onun için fayda sağlayacak tek şey, arkasından yapılacak dualar ve ruhuna bağışlanacak amellerden başka bir şey değildir.İyiler rahmetle ve yaptığı güzel işlerle anılır. Kötü bir insan da vefat edince onu rahmetle anmaya bile diliniz varmaz. Cenazeyi nasıl andığımızın önemiyle ilgili asrı saadet devrinde şöyle bir olay gerçekleşmiştir. Bir cenaze getirilir ve iyilikleriyle anılınca Resululllah üç kere vacip oldu der. Başka bir cenazenin de kötülükleri sayılır ve yine Resulullah Efendimiz üç kere vacip oldu buyurur.Bunun sebebi sorulunca ‘siz kimin iyiliklerini söyler, şahitlik ederseniz ona cennet; kimin de kötülüklerine şahitlik ederseniz ona da cehennem vacip olur. Siz yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz.'buyurur.
Aslında ölen kişi çok kötü bir Müslüman olmadığı müddetçe, ölüm ufak tefek kusurları diğer şahısların nazarında kapatır. Yani hiç kimse kalkıp ta ölenin arkasından atıp tutmaz, genellikle ölen kişi hayırla yad edilir. Sadece ölenin amel defteri değil, sağların da vefat eden kişiye karşı bakışlarını ve tavrını içeren defter de kapanır çünkü. Yani sağlarla ölen kişi arasındaki hukukun bitmesi sebebiyle rekabet, hased, öfke gibi duygular da biter. Dolayısıyla yanlı bir pozisyondan çok, daha affedici ve objektif bir tavır alınır. İşte insan ölen bir kişiye nasıl bakıyorsa, sağ olanlara da aynı şekilde merhamet ve şefkat nazarıyla bakmalı. Ve aynı zamanda da vefat eden iyi bir kişi, arkasından nasıl güzel cümleler sarfettiriyorsa, ölmeden önce de bunu başarabilmeli. Yani ölmeden önce ölmeli, ölmeden önce nefsini öldürebilmeli. Tabi sevilmek kadar, nasıl insanlar tarafından sevildiğimiz de önemli bir ayrıntıdır. Fasık bir insan tarafından sevilmekten de onu sevmekten de bir hayır çıkmaz . İslami ölçülerle sınırlanmamış sevgiler nefse pay çıkarır ve çıkarlarla beslenir. Resulü Ekrem de ‘Allah'ım bana senin sevgini ve senin yanında sevgisi bana fayda verecek kimsenin sevgisini ver' buyurmuştur. Buradan da anlaşıldığı gibi Rahman'ın katında değeri olmayan sevgilerin bizim katımızda da bir şey ifade etmemesi lazım. Onun kötülükte ısrarı, sizin iyilik yönünde ısrarınızı geçerse farkına bile varmadan kötülüğün kontrolüne girebilirsiniz.
Ölmeden önce nefsini öldüren bir Müslüman, daha ölmeden önce kıymeti anlaşılan ve bu kıymeti de ahlakıyla, ölçülü yaşantısıyla, yaptığı iyiliklerle hak eden insandır. İslami ölçüler ekseninden hiç şaşmadıkları için, iyiden anlayan herkes böyle şahsiyetlerin ahlakına da, gıpta edilesi yaşantılarına da kefildir. Bunlar hayata kuşbakışı baktıkları halde, gönülleri tevazuyla dolu insanlardır. Bu kadar ahlaklı ve donanımlı olmayan kişiler, kendilerini çevresindekilere sevdiremezler mi peki? Bu sorunun cevabı insanlarla güzel geçinmekte gizli. Resulullah Efendimiz, ‘mümin ülfet eden kişidir. İnsanlarla iyi geçinmeyen ve kendisiyle geçinilmeyen kişide hayır yoktur' buyurmuştur. Çok cömert, çok mütevazı, çok takva olamamak insanlarla güzel geçinmeye engel değildir, insanlarla ülfet edebilmek için bütün ahlakları doruk noktada yaşamak gerekmiyor. İnsan yalandan, yılandan kaçar gibi kaçarsa, mütebessim olursa, arkadaşının gıybetini yapmazsa, öfkesini kontrol ederse neden sevilmesin? Ve belki de en önemlisi mükemmel bir kişinin rollerine bürünerek, insanları sahte mükemmelliğiyle ezmezse ya da kandıramadıklarının yanında komik duruma düşmezse neden sevilmesin? İnsan, dost arayıp ta yıllardır tanıdığı arkadaşlarını en yalnız ya da en neşeli gününde aramazsa neden sevilsin? İnsan, saçma sapan filmler karşısında bile ağlayıp ta, arkadaşı için ağlayamazsa neden sevilsin? İnsan, iki çift güzel laf etmediği halde, iltifatları hep başkalarından beklerse neden sevilsin? Evet sevilmek için de, sevmek için de çok nedenimiz var aslında. Fakat Müslüman, Allah'a bütün bütüne râm olmazsa, çoğunlukla nefsine râm olur ki işte o zaman yıllardır tanıdığı kişilerle bile ülfet edemez. Yıllar geçse de hep bir uçurumun varlığı hissedilir. Bir mümin için, başka mümin kardeşleriyle ülfet edebilmek zor olmamalı. Onun sıkıntısını, derdini dinleyebilmek ona ağır gelmemeli. Hz. Ali ‘çok düşünürken az konuşabilirsin, fakat çok konuşurken hiç düşünemezsin ‘buyurmuştur. Karşı tarafın konuşmasına fırsat vermemeniz, ona yabancılaşmanıza ve bunun sonucu olarak da önyargılar tarafından tahrik edilmenize sebep olur. İnsanların kalbini kırmak çok kolay olduğu gibi, gönül kazanmak da çok kolaydır yeter ki samimi olmasını bilin. Fakat insan yanmadan, pişmeden, olmadan etrafına caka satarsa, sen sensen ben de benim diyerek başkalarını ezerek yükselmeye çalışırsa, dostluklar çok ötelere gönderildiği gibi arkadaşlıklar da garip ve biçare kalıyor. Bütün tasavvuf büyükleri edepsiz adam olunamayacağını şiddetle savundukları halde, abi ve abla mefhumu defterden silinince frekans da kimseyle tutmuyor haliyle. Ya da frekansınız, sadece size edep tutan kişilerle tutuyor. Bazıları kendi varlığını tanıdığı gibi başkalarının varlığını tanımıyor. Kendi değerlerini görmede alabildiğine hüsn-ü zanla yaklaşırlarken, diğer kişilere de kolayca suizanla yaklaşabiliyorlar ne yazık ki! Ahlaksız insanın ahlaklı bir tepki veremeyeceğinin şuuruna varamayanlar da, kendi varlığının tanınmadığını görünce, isyan ediyor doğal olarak. Ve yanlışlar başka yanlışlarla yıkanınca, arkadaşlığın olmazsa olmazı olan güven duygusu da darbe alıyor.
İnsanın duygularını gözleri ele verdiği gibi, nasıl insan olduğunu da onu tanıyanların sözleri ele verir. Peygamber Efendimizin doğruluğundan ve dürüstlüğünden, kalbi katı olan da, yumuşak olan da emindi. Ve bunun için ‘emin' lakabı almıştı. Dost arıyorsanız, öncelikle doğruluğunuzdan herkes emin olmalı. Övünmenize gerek kalmadan, başkaları sizin güzel yanlarınızı anlatmalı, size kefil olmalı. Benim arkadaşım asla yalan söylemez diyebilmeli, benim arkadaşım hayatta beni çekiştirmez diyebilmeli, benim kardeşim derdimi anlattığımda benimle birlikte üzülür, başıma gelen sıkıntıyı duyunca bıyık altından gülmez asla diyebilmeli. Benim kardeşim bugün bana çok şirin davranmadıysa, bana bir kastı yoktur diyebilmeli. Şüpheyle sevgi yan yana barınamaz. Muhatabımızın kalbinde bize dair şüpheler varsa, bu durumu sadece onun nefsine bağlamamalıyız. ‘ACABA'larla sevgi aynı ortamı paylaşamazlar. ‘Acaba'ları kırmak da kırdırmak da sizin elinizde.