Tesadüf mü Yaratılış mı?

Kuarklardan galaksilere, kozmozdan paralel evrenlere, boyutlardan anti maddeye… varıncaya kadar “bütün bir varlık âleminin nasıl var olduğu” hususu, insanoğlunun tarih boyunca din, felsefe ve bilim serüveninde cevap aradığı en temel, en yakıcı soru olmuştur. Bu soruya tatmin için aranılan ve verilen her cevap da ontoloji ve epistemolojinin ana konularını  teşkil etmiştir. Detaylara inildiğinde sayısız düşünce, fikir ve görüşler ortaya atılmış; idealist ya da materyalist iki ana eksende çeşitli paradigmalar meydana gelmiştir. 

Ayrıntılara girmek kesrette boğulmak anlamı taşıyacağından septik kaosun karanlık, fırtınalı labirentlerinde dolaşmak yerine, akıl ve vicdanları tatmin eden berrak, duru, yalın hikmet okyanusunda ikna ve kanıt metodunu tercih etmek en isabetli yol olacaktır.

Bu konu üzerinde yüzlerce, binlerce görüş ortaya atılmış olsa da bütün düşünce ve fikir akımları damıtıldığında, iki temel tez, varlık âleminin var oluş nedeni olarak ileri sürülmüştür. Birincisi “tesadüf”, ikincisi “Yaratıcı”. Var oluş nedenleri arasında üçüncü bir opsiyon söz konusu değildir. 

Varlık âlemi, ister spontane rastlantılar sonucu, isterse evrim yoluyla oluştu denilsin, bu kapsamdaki bütün fikirler piramidinin ortak paydasını “tesadüf” olgusu oluşturmaktadır. Ya “Bütün varlık âlemi tesadüfen oluşmuştur.” iddiası dile getirilmiş ya da “Hayır, bütün bu uçsuz bucaksız varlık denizinin bir yapıcısı bir yaratıcısı vardır.” denilmiştir. Üçüncü bir şık yoktur. Bu bilginin bir kenara not edildiğini düşünelim. Üzerinde durduğumuz konu bütün bir varlık âlemidir, yani tüm evren. 

Evren terkibi şu şekilde formüle edilebilir; madde + enerji + bilgi. Evreni ele aldığınızda, maddeyle birlikte bu maddenin çalışma sistematiğini düzenleyen kurallarla karşılaşırsınız. Bu  kurallar bütünü size “bilim” denilen olguyu ortaya çıkartır. Bu gerçekten hareketle şu hüküm ifadesini kullanabilirsiniz: “Kâinat denilen varlık âlemi kural, kanun, düzen, sistem ve formüller manzumesidir.” Çünkü evren denildiğinde önünüze, fizik, astrofizik, kozmoloji, kimya, biyoloji, matematik…vs sayısız bilim dalları çıkmaktadır. Bu her bilim dalı da sayısız kanun, kural ve formüllerle  doludur. Bütün bu gerçekler deney ve gözlemler sonucu elde edilmiş bilimsel donelerdir. Bu bilginin de bir kenara not edildiğini düşünelim.

Şimdi ise bir tesadüf tanımı yapalım:

“Tesadüf” yada “rastlantı”nın çok değişik tanımları yapılabilir. Ancak, değişmeyen unsurlarıyla ansiklopedik tesadüf tanımı: “Olayların aynı anda kuralsız, sistemsiz, isteksiz, formülsüz, bilgisiz ve belli bir nedene bağlı olmaksızın gelişigüzel meydana gelişidir.”  biçiminde olacaktır.

Bu tanımı da not ettikten sonra rasyonel anlamda analitik değerlendirmeye geçebiliriz. 

Evreni önünüze getirdiğinizi, tesadüfü de onun üzerine oturttuğunuzu, evreni tesadüf ile izah etmeye çalıştığınızı düşünün. Ayrıca evren ve tesadüfü şahıslaştırarak konuşturduğunuzu varsayın. Evrene, “Sen nesin, kimsin?” diye sorduğunuzda verilecek cevap, “Ben kanun, kural, sistem ve formüller… bütünüyüm.” biçiminde olacaktır. Tesadüfe “Sen kimsin?” diye sorduğunuzda alacağınız  cevap ise “Ben kanunu, kuralı, sistemi ve formülü… bulunmayan şeyim.” şeklinde olacaktır. Bu zıtlık karşısında aşağıdan evren bağırarak; “Tesadüfle aramızda kan uyuşmazlığı, doku uyuşmazlığı var. Bu bir cinayettir. Tesadüfü üzerimden kaldırıp atın, tesadüfle beni açıklayamazsınız.” diye haykıracaktır.

Gerçekten de sofistike kanun ve kuralları, determinist karakteri, muhteşem düzen, ahenk, tasarım ve sistemiyle bütün bir varlık âlemini hiçbir mantık, kural, kanun, akıl ve sistem öngörmeyen kör tesadüfle izah etmeye kalkışmak, tabir yerindeyse aklı ve Yaratıcıyı zihinlerde taammüden öldürmeye kalkışmakla eşdeğerdir. Nasıl ki bir insanı taammüden öldürmenin -öldürme eylemi anlık bir fiil dahi olsa- cezası müebbettir- aynen bunun gibi Yaratıcıyı (inancını) beyin ve kalplerde taammüden öldürmenin (haşa) cezası da elbette ki müebbet olmak durumundadır. (Buradan hareketle, sanırım “ebedi cehennem” mantığı da bir nebze olsun kavranmış olacaktır.)

Görüldüğü üzere, hiç de öyle teknik detaylara girmeksizin kısa, rasyonel, müspet bir diyalektik yöntemle varlık âleminin tesadüfle izah edilemeyeceğini kanıtlamak mümkün olmaktadır. 

Yukarıda belirttiğimiz üzere evrenin var olma nedeni bağlamında iki temel tez vardı. Ya “tesadüf” ya da “yaratıcı”. Tesadüfün olamayacağı akli olarak kanıtlanınca ya da tesadüf iddiası çürütülünce, ikinci tez olan yani bütün varlık âleminin bir yaratıcısı olduğu mutlak gerçeği, bir başka deyişle Allah’ın (cc) varlığı, aşikar ve bedihi bir tarzda ortaya çıkmış olmaktadır. Olay bu kadar basit ve nettir.

Tesadüfün olamayacağı, yaratıcı bir kudretin var olmasının mutlak zorunluluk olduğunu ortaya koyan argümanlardan biri de “ilk hareket” veya “ilk neden” delilidir. “Domino etkisi” olarak da adlandırabilecek bu delili şöyle izah edebiliriz:

Kâinatta cereyan eden tüm olaylar müteselsilen, zincirleme olarak birbirine bağlıdır. Her bir olay, bir önceki olayın sonucu, bir  sonraki olayın nedenidir. Birbirini hareket ettirerek desen oluşturan domino taşlarını bilirsiniz. Sayısız domino taşını belli bir desen oluşturacak şekilde dizayn ederler ve dizilim işlemi tamamlandıktan sonra son taşa dokunarak hareket emri verirler. Bu dokunuşla birlikte tüm taşlar sırasıyla birbiri üzerine devrilerek sonuçta önceden öngörülmüş muhteşem bir desen güzelliği ortaya çıkar.

Fizikte bir kural vardır. “Bir cisme bir kuvvet etki etmedikçe o cisim hareket etmez.” ‘Hareket’ yada ‘kuvvet kanunu’ olarak da anılan bu bilgiyi bir kenara not edelim.

Evrende sabit gibi duran her nesne, her obje aslında hareket hâlindedir.  Hareket eden her obje yada madde bir kuvvet etkisi nedeniyle müteharrik durumdadır. Zincirleme reaksiyon olarak neden-sonuç ilişkisi içerisinde her bir kozmik fenomen  birbirine bağlıdır ve birbirlerini hareket ettirir.  Kozalite prensibi olarak da adlandırılan bu karakter, gerçekten bizleri enteresan bir sonuca götürmektedir:

Big Bang (Büyük Patlama) teorisiyle birlikte varlığın bir başlangıcı olduğu kanıtlanmıştır. Yukarıda ifade edildiği üzere mademki evrende her şey zincirleme reaksiyon şeklinde birbirine bağlı durumdadır. O halde domino taşları analojisinden hareketle; bir maddenin  hareket nedeni bir önceki madde, onun nedeni bir önceki, bir öncekinin de hareket nedeni daha bir önceki madde olacak demektir. Bu mantık silsilesiyle zincirleme olarak ilk maddeye gittiğinizi düşünün. İlk maddeye geldiğinizde bilim kurallarını altüst eden bir gerçekle karşılaşırsınız; “İlk maddeyi harekete geçirecek öncesi bir madde yoktur.” Yukarıda bir fizik yasadan bahsetmiştik; “Bir cisme bir kuvvet etki etmedikçe o cisim harekete geçemez.” diye. Böyle bir durumda determinist bilim iflas etmektedir. Çünkü bu ilk maddeyi harekete geçirecek başka bir madde bulunmamaktadır. Oysa biz biliyoruz ki bir cisme bir kuvvet etkimedikçe o cisim de harekete geçmeyecektir. O halde nasıl olmuştur da bu ilk madde harekete geçmiştir?

İşte bu can alıcı soru, kaçınılmaz bir zorunlulukla bilimi yaratıcı kudrete götürmektedir. İlk maddeyi harekete geçirecek başka bir madde olmadığından o ilk maddenin harekete geçebilmesi için kuvvet uygulayacak canlı bir varlığa ihtiyaç duyulacaktır. İşte o canlı varlık, kaçınılmaz olarak Allah’tır. Bu noktada Allah’ın varlığı bilimsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Böylelikle tüm evrenleri harekete geçiren o muazzam kuvvet sahibinin hiç şüphesiz Yüce Yaratıcı olduğu, ayrıca “ilk kuvvet”, “ilk neden” ve “ilk hareket”in de Allah’ın “ol” emri olduğu açık ve çarpıcı bir biçimde kanıtlanmış olmaktadır. 

Bilim dediğimiz olgu, evrende cereyan eden olaylara tanıklık etmektir. Kozmozda her an sayısız olay vuku bulmaktadır. Bilim adamları yeni bir şey vücuda getiren değil, bu olayların işleyiş mekanizmalarını ortaya çıkaran, keşfeden tanık konumundadırlar. Bu durumu şu örnekle değerlendirmek istiyorum:

Yolda giderken bir kavgaya tanık olduğunuzu düşünün. Bazı insanların ve nesnelerin karıştığı bu olay sonunda olayın aydınlatılabilmesi için ilgili görevliler keşif yapacak, tutanak tutacaklardır. Hukuki çözüm üretme adına  fadeler alınacak, fotoğraflar çekilecek, deliller tespit edilecektir. Alabildiğine objektif hareket edilmesi o nispette  doğru ve adil sonuçlara götürecektir. 

Aynen bu örnekte olduğu gibi bilim adamları da evrende cereyan eden olayları keşfetmekte, delilleri tesbit ederek nasılları ve sonuçları  ortaya çıkarmaya çalışmaktadırlar. 

Olayların aydınlatılmasında temel iki soru vardır: “Nasıl?” ve “Neden?”. Nasıl sorusunun cevabı; olayların işleyiş mekanizmasını, kanun, kural ve formüllerini ortaya çıkarır. Objektif ve nesneldir. Fotoğraf çekmek keşif yapmak, tutanak tutmak gibi bir şeydir. Evrende “Nasıl?” sorusuna bulduğunuz her yeni cevap “bilim külliyesi”nin inşasına bir tuğla daha eklemek demektir. İnsanlığın binlerce yıllık bilim yolculuğu sonucunda elde ettikleri müktesebat, işte bu “Nasıl?” sorusuna verilen cevaplar bütünüdür. Ancak ikinci bir soru daha vardır ki esas can alıcı noktayı bu soruya alınacak cevaplar teşkil etmektedir. O da “Neden?” sorusudur. 

Yolda giderken tanık olduğunuz yukarıdaki kavga örneğinde bile en can alıcı soru, “Neden?” sorusudur. Çünkü küçük bir çocuk dahi olsa şu soruyu soracaktır: “Neden kavga ediyorlar, bu olayın nedeni nedir?” ‘Nasıl?’ sorusuna verilecek cevaplar işin adli  ve idari yani bilimsel boyutuyla ilgilidir. Oysa esas aydınlatılması gereken husus olayın nedenidir. En önemli boyut budur. Aynen bu örnekte olduğu gibi evrendeki her bir olayın nasılı da konunun bilimsel boyutunu ihtiva eder. Önemlidir, açıklanmalıdır. Fakat her şeyi açıklamada yeterli değildir. Çünkü insan beyni, aklı neden sorusuna cevap bulamadığı müddetçe asla rahat edemeyecektir. Asgari bir zekaya sahip kişi dahi şunları soracaktır: “Evren neden var? Ben neden varım? Bütün bu olayların nedeni nedir? ‘Nasıl?’ sorusuna imkanlar ölçüsünde cevap bulabiliyorum ancak bunca olayın, varlığın var olma nedeni nedir? Neden doğdum, neden ölüyorum?...”

İşte bu yakıcı soruların cevabı sizi kaçınılmaz olarak bir yaratıcıya götürecektir. “Neden?” sorusuna tatmin edici cevap veremeyenler bir ömür boyu serkeş, bohem, bedbaht bir hayat sürmeye mahkum olacaklardır. Hiç kimsenin hayatla böylesi bir kumar oynama lüksü yoktur.   

“Entropi kanunu” yada “termodinamiğin ikinci kanunu” olarak da adlandırılan Albert Einstein’in “bütün bilimlerin anayasası” olarak yorumladığı yasaya göre, tüm evren geri dönüşü olmayan bir şekilde sürekli olarak dağınık, plansız ve düzensiz bir yapıya doğru ilerlemektedir. Bu yasanın en önemli sonucu materyalizmin belini kırmasıdır. Çünkü bu kanuna göre evren, materyalistlerin iddia ettiği gibi ezeli ve ebedi değildir. Bir başlangıcı vardır ve entropi bu evrenin aynı zamanda sonunu da getirecektir. Her an bir bozulma ve zevale doğru ilerlenmektedir. Eğer evren ezeli olmuş olsaydı şu ana kadar zeval bulmuş olurdu. Henüz bulmadığına göre başlangıcı vardır ve bu süreç devamında da zeval bulacak demektir. Bu nedenle evren, “zembereği yavaş yavaş boşalan bir saat”e benzetilmektedir.

Entropi yasası aynı zamanda, tersi bir mekanizmayı savunan darvinist evrim anlayışını da çürütmekte, yerle bir etmiş olmaktadır.

Diğer önemli bir delil, “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisidir. Bu anlayışa göre evren, sonsuz yoğunluğa ve sıfır hacme sahip bir noktanın patlamasıyla yaratılmıştır. Sıfır hacim “yokluk” anlamına geldiğine göre  evren “yok” iken “var” hâle gelmiş demektir. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu dolayısıyla materyalizmin “Evren sonsuzdan beri vardır.” tezini kökten çürüttüğü anlamına gelmektedir. Netice itibarıyla Big Bang; evrenin ezeli ve ebedi olmadığı, zamanın bir başlangıcının olduğu, evrende “tesadüf”ün asla bulunmadığı, bir yaratıcısının olduğu sonuçlarını bilimsel olarak kanıtlamış olmaktadır. 

Asrımızda keşfedilen Big Bang gerçeği, bir Kur’an mucizesidir. Big Bang’de temel espri, tüm evrenlerin başlangıçta sıfır hacimli bitişik bir nokta iken patlamış ve zaman içerisinde bu muhteşem kâinatı meydana getirmiş olmasıdır. Bu patlamanın etkisiyle evren hâlâ genişlemeye de devam etmektedir. Aynen şişirilen bir balonun genişlemesi gibi. İşte ayetler: “İnkar edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”(Enbiya, 21/30), “Göğü, kendi ellerimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleteceğiz.” (Zâriyat, 51/47)

Bu hakikatler karşısında inanmamak için özel bir kasıt, taassup, inat ve herhangi bir delil olmaksızın inkar nedeniyle kalplerin ancak mühürlenmiş olması gerekir. Yoksa böyle bir yobazlığın başka bir izah tarzı olamaz. 

İster materyalizm, pozitivizm, ister nihilizm, naturalizm veya bu anlayışların ekonomik, sosyal ya da siyasi yansımaları olan marksizm, kominizm ya da biyolojik tezahürü olan darvinizm olsun, hepsinin temelinde  yaratılış karşısındaki duruşlarında ortak payda “tesadüf” olgusudur. Tesadüf ise literatürde yer alan bilimsel bir kavram değildir.

Ateist pozitivizm, Allah’sız bir bilim üretmiştir. Fakat insan fıtratı, naturası gereği mutlak inanma ihtiyacı ile kodlandığı için vicdanlarda var olan bu inanma ihtiyacı hiçbir zaman yok edilememiş, bastırılarak ters yüz edilmek suretiyle bilim din hâline getirilmiştir. “Bilim” “din” olunca “tesadüf” de “ilah”ları olmuştur. Maalesef materyalist bilimin serüveni kısaca budur.

Big Bang’le gelinen son bilimsel noktayı Nasa’da görevli bilim adamı Robert Jastrow şöyle yorumlamaktadır: “Bilim adamları, cehalet dağını aşıp zirvede en üstteki kayaya çıktıklarında, orada binlerce yıldır oturan ilahiyatçılarla karşılaştılar.” 

İster felsefi, ister bilimsel görünümlü ne kadar efor harcanmış olursa olsun, tarih boyunca Allah’ın yokluğuna dair bir tane dahi delil elde edilememiştir. Oysa her zerre (atom) Allah’ın varlığına ciltler dolusu delildir. Bilim ve felsefenin gelip dayandığı nokta işte budur. Onca beyhude arayışlarından ellerinde kalan ise büyük bir sükut-u hayal ve yorgunluktan başka bir şey değildir. 

Doğuştan kör birisinin fotoğraf makinesi ya da kamera icat etmesi ne kadar akla aykırı ve imkansız ise kör tabiatın, evrenin de bir göz icat etmesi en az o kadar akla aykırı ve imkansızdır. Gözü ancak “Basîr: gören”, kulağı da ancak “Semî’: işiten” biri icat edebilir. O da kuşkusuz bu sıfatların sahibi olan Allah’tır. 

Tesadüf ile akıl, karanlık ile ışık gibidir. Nasıl ki karanlık olan bir yerde ışık yok demektir, aynen onun gibi tesadüf iddia edilen bir yerde de akıldan söz etmek mümkün değildir. Bir yerde tesadüf iddiası varsa akıl orayı ışık hızıyla terk edecektir. Ne enteresan bir çelişkidir ki tesadüfçüler de hep aklı rehber aldıklarını iddia eder, hiç dillerinden düşürmezler. Bu da Allah’ın bir mekri olsa gerektir. 

Tesadüf iddiası aynen evrim iddiası gibi metafizik bir kilitlenmedir. İddiaların tersiyle sonuç vermesi gerçekten ilginç bir ironidir. Nitekim Karl Popper, evrim teorisinin epistemolojik sorgulamasını yaptıktan sonra şu sonuca varır: “Evrim teorisi bilimsel bir teori olmayıp, metafizik bir araştırma programıdır.” 

Evrende tesadüfün olmadığına, tek bir yaratıcının var olduğuna sayısız delil vardır. Bunların tamamını burada zikretmek mümkün değildir. Ancak vurgulamadan geçemeyeceğim çok önemli delillerden biri de Allah’ın evrene vurduğu estetik, güzellik ölçüsü ve teklik mührü olan “Altın Oran ve Fibonacci Dizisi”dir. Buna “İlahi Oran” da denilmektedir. Bu konu ileride detaylı bir şekilde işlenmeyi hak eden önemli bir argümandır. 

Fibonacci sayıları: 0,1,1,2,3,5,8,13,21, 34,55,89,144,233… biçimindeki bir dizilimdir. Bu sayıların özelliği, dizideki sayılardan her birinin, kendisinden önce gelen iki sayının toplamından oluşmasıdır. Dizideki bir sayıyı kendinden önceki bir sayıya böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde edersiniz. Hatta serideki 13. sıradaki sayıdan sonra bu sayı sabitlenir. İşte bu sayı “altın oran” olarak adlandırılır. Altın oran ise 1,618 dir. (233/144=1,618)

DNA sarmallarından, galaksi spirallerine, kar kristallerinden mikro dünyaya, insan uzuvlarının birbirlerine olan oranlarından ayçiçeğine, çam kozalağından salyangoz kabuğuna… varıncaya değin sayısız varlık “belli bir rakama” yani “altın oran” ya da “fibonacci sayı dizilimi”ne uygun olarak yaratılmıştır. Kromozomlardaki genlerden tutunda milyonlarca ışık yılı ötelerdeki bir galaksi aynı oranda dizayn edilmiştir. Yanıbaşımızdaki bir varlık ile uçsuz bucaksız evrenin başka bir köşesindeki bir varlığın aynı matematiksel sayı ile  kodlanmış olması, Allah’ın varlığından da öte Allah’ın BİR’liğinin en büyük delillerindendir. Bütün bir varlık âleminin TEK elden çıktığının en büyük kanıtıdır.

Kâinatın her bir köşesinde, birbiriyle ilişkisiz canlı-cansız pek çok varlığın belli bir matematik formda dizayn edilmiş olması evrende tesadüfe zerre kadar yer olmadığının en açık delillerindendir. Altın oran mucizesini taçlandıracak bir mucize örnekle bu konuyu  şimdilik kapatalım: 

Yapılan hesaplamalara göre dünyamızın altın oran noktası, Kâbe’dir. Mekke şehrinin kuzey kutup noktasına olan uzaklığı ile güney kutup noktasına olan uzaklığının oranı tam olarak 1,618 yani altın orandır. Enlem, boylam haritasına göre de dünyanın altın oran noktası Mekkedeki Kâbe’dir.

Bilim adamlarının bir itirafını da burada zikretmek konumuza katkı bakımından büyük yarar sağlayacaktır:

Günümüz bilim insanları tarafından; binlerce yıllık  insanlık tarihinin akıl, zeka ve bilimsel birikimi sonucunda elde edilen teknolojinin kristalleşmiş en harika eseri olarak “uzay mekikleri” kabul edilmektedir. Yine bilim adamlarının itirafına göre; uygarlık şahikası olan bir uzay mekiği, bir “arı”nın yanında çok ilkel kalmaktadır. 

Tesadüfe tapan materyalist bir bilim adamına “Bu uzay mekiği kendi kendine tesadüfen oluştu.” deseniz, emin olun size her türlü hakareti yapıp sonra da sizi yanından kovmak şeklinde reaksiyon gösterecektir. Bu durumda şu can alıcı soruyu sormak bilim haysiyetinin bir gereği olacaktır: “Uzay mekiğinin kendi kendine tesadüfen oluşabileceğine haklı olarak inanmayan sen, bir uzay mekiğinden çok daha mükemmel bir yapıya sahip arı’nın, ondan da daha harika bir yapıya sahip insanın ve hatta ondan da daha karmaşık bir yapıya  sahip evrenin kendi kendine tesadüfen oluşabileceğine nasıl inanıyorsun?” 

Sanıyorum bu nokta sözün bittiği  yer olsa gerektir. 

Gelmiş geçmiş en büyük bilim adamı kabul edilen ve Allah’a inanan bir insan olan Albert Einstein, kuantum gerçeklerle ilintili olarak evrende tesadüfe yer olmadığını belirtme bağlamında meşhur “Tanrı zar atmaz.” ifadesini kullanmıştır. Ne kuantum mekaniğindeki olasılıklar ne de klasik Newton fiziğindeki determinizm hiçbir şekilde evrende tesadüflere yer vermez. Bütün mükevvenât kontrol altındadır ve anbean yaratılmaktadır. “..O, her an yaratma hâlindedir.”(Rahman, 55/29) Ayeti, bu hakikatin en çarpıcı delili ve ifadesidir.

Kuantum mekaniği, “akıllı tasarım” (intelligent design) çalışmaları, holografik evren modelleri, DNA’nın bulunması… gibi gelişmeler de materyalizme vurulmuş büyük darbelerdir. Yakın zamanlarda, “Materyalizme son büyük darbeyi ise ‘arsenik’ vurdu.” ifadesi kullanılmaktadır. Çünkü bugüne kadarki bilimsel paradigma; canlılığın karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor ve kükürt adı verilen altı temel elementten oluştuğu bilgisi üzerine kurulmuştu. Oysa son yapılan araştırmalarda, bazı bakteri türlerinin varlığını sürdürebilmek için ölümcül bir zehir olan “arsenik” kullandıklarını ortaya çıkarmıştır. Bunun anlamı, bildiğimiz canlı türleri dışında başka canlı varlıkların da olabileceğinin ortaya konulmasıdır. Bu da canlıların var oluş tezlerinde ezberlerin bozulması anlamına geliyor. 

Tüm bu gerçeklere rağmen inkarcılar her zaman var olmuştur, var olmaya da devam edecektir. Çünkü bu dünya imtihan yeridir. İnkarcıların inkarı, hiçbir delile dayanmayan tamamen inat ve taassup eseridir. Bunun adı “körü körüne inkar etmek”tir. Bu durum ise tam bir “yobazlık” tanımıdır, Patolojidir. Kendi vicdanlarında derin bir yara olarak hissettikleri bu duygudan kurtulabilmek için karşılarındaki inanan insanlara “yobaz” yaftası vurarak projeksiyon yapmakta, rahatlamaya çalışmaktadırlar. Bu da klasik bir “psikolojik savunma mekanizması” dır. 

Yazımızın konusunu teşkil eden ve yukarıda kısaca izah etmeye çalıştığımız tüm bu hakikatlerin insanda husule getirdiği ulvi tezahür; derin bir ürperti, hayret, engin bir muhabbet ve muhteşem bir saygı hâlinin neden olduğu secdeye kapanma iştiyakı ile “Allahu Ekber” ifadesinin gayri ihtiyari, insan dili ve kalbinde yankılanmasından  başka bir şey değildir. 

Konuyu bir ayet meali ile sonlandıralım: 

“Kendi kendilerine, Allah’ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkar etmektedirler.” (Rum, 30/8)