Hangi hâkimin karşısına hangi konu ile çıkmak ve yargılanmak isterdiniz? Hangi hâkim sizi, size dair bir konuda sorgulasa ve yargılasa “Ben de hâkimle aynı kanaatteyim.” derdiniz, üstelik mahkûm olacağınızı bile bile. Hangi yüksek insanlık idealleri size bunu söylettirebilirdi? Hangi gerçek sizi bu denli kendinizden geçirir ve kendinizi haksız bulmak pahasına “doğruluk” denen şey uğruna kendinizi feda ederdiniz? Ne dersiniz, insan gerçekten de bu kadar objektif olabilir mi? Gerçi günümüz insanının, başkaları için dahi bu gerçekliği yakalayamadığı bir zeminde, henüz yeterince tanımadığı kendisine karşı bu denli gerçeği savunabilir olması mümkün mü? Ya da insanın kendisiyle ilgili bu yargısına dahi ne kadar güvenilebilir? Hakikaten insan, kendisini haksız çıkarmak pahasına bu denli doğrucu olabilir mi? İnsan, kendisini haksız çıkardı diye o yargısı gerçekten bir hakikati, doğruyu temsil edebilir mi? Yani insan, aslında kendisine dahi haksızlık yapmadan kendisi hakkında doğru bir not verebilir mi? Bu soruyu, insanla ilgili doğru, gerçek ve sağlam bilgiler ortaya koymadan doğru cevaplayabilmek ya da doğruya ulaşabilmek ne yazık ki mümkün görünmüyor.
İnsanların birbirine sürekli haksızlık yaptığı bir dünyada, insanın kendine haksızlık yapması niçin bir erdem olsun ki!.. Başkalarına yaptığı haksızlığı kendisine de yapmasının neresi orijinal ve farklı?
Tüm bu soruların cevabı, bugün insanın neye ihtiyacı olduğunu fark etmekle ancak gerçek karşılığını bulabilir. İhtiyaçlar, kuyuya düşen insan örneğiyle belki daha güzel tespit edilebilir. Kuyuya düşen insan, olmaması gereken bir yerde, bulunmak istemediği bir pozisyonda, çare arayan insandır. Mesela, bulunduğu yeri kazarak kuyudan kurtulabilir mi acaba? Yoksa bir yerlere tutunarak çıkmayı mı denemeli? Zıplasa olmaz mı? Kendisine uzatılacak bir ipe kavuşmak için bağırması bir çözüm olabilir mi? “Kurtarın beni!” derken, bir kurtarıcının bir şekilde onu kurtaracağı ümidini içinde taşıması kaçınılmaz değil mi? Bulunduğu yerde, şartlar gereği en çok ihtiyaç duyduğu duygu, “ümit” duygusu değil midir? Sadece duygulanmakla kalmaması için, ümidin üzerine, onu oradan kurtaracak somut birkaç adım daha atması, bir arayışının olması makul ve mantıklı görünüyor. Telaşlanmadan, sakin bir şekilde kurtuluşu planlamak… Çünkü, o an kendinin kötü durumunu bilmek, işin başında doğruymuş gibi görünse de bunun temelinde o esnada kendini kötü hissetmek yatıyor. İşte hayatın içinde her türlü durum ve pozisyonlarla kaderin cilvelerini yaşayan insanın, hayat ve olaylar karşısında dinç, diri, dinamik bir zihinsel duruşu olup olmadığı sorgulandığında, her an bulunduğu durumu değerlendirmesi, tamamıyla kendine bakışı, kendini değerlendirmesiyle ilgili süreçleri içinde barındırır. Bu basit örneğin, insanın günlük hayatı ya da varlığa dair ontolojik durumuyla ne alakası var diye sorulabilir. Bir kavram olarak “haksızlığın” önemli bir boyutu; ara sıra başkalarının bize yaptığı haksızlık değil, en önemlisi, insanın kendine yaptığı haksızlıktır. Dünya hayatında varlık itibarıyla bir yolcu mesabesinde olan insan, sürekli yol almaktadır. İnsan yol alırken ne hayat durur ne de zaman… Hiç durmak bilmeyen bir yolcudur aslında insan. Bu esnada sürekli yakınan, ağlayan, sızlayan, kendini kötü hisseden bir canlı olmak yerine yolculuğun ciddiyetinin farkında ama telaşsız ve sakin, neşesi yerinde ve bu nedenle yolculuğu da iyi geçen ve sürekli yol alan bir yolcu olmak insan denen canlıya daha çok yakışmıyor mu? Depresif insanların dünyasını karartan en önemli etkenin stres olduğunu söylerler. Halbuki üzerinde pek durmadıkları bir gerçek var ki o da ümittir. Yani içimizi aydınlatan o ümit denen ışığın eksikliğidir insanı normal olmaktan uzaklaştıran… Ümitsizlik, yani bulunduğu durumu, zamanı ve zemini yani aslında bir bahaneyle “kendini” kötü hissetmek… Bu yanlış algının insana maliyeti çok yüksektir ve derdi parayla satın almak boyutunda da enayiliktir. İdealsizlik, üretebileceği bir şeylerin olmaması, kendisi ya da çevresiyle ilgili bir hedeften mahrum yaşamak, yapacağı hiçbir şeyin olmaması yani entropi eksikliği… Eylemsizliğe kendini mahkum hissetmek… “Kolu kanadı kırık olmak” derler ya… Aslında ihtiyacı olan şeyi bilmemek, ihtiyaçlarının farkında olmamak, hatta ve hatta normal insanlara çok saçma gelecek ama, mutlu olmayı istememek… Oysa ruhun huzura olan ihtiyacı o kadar fazla ki… Acıkanın acıkması, susayanın susaması gibi, yani ekmek gibi, su gibi ihtiyacı olduğunu fark edememek ne garip değil mi? İşte günümüz insanı, ne yazık ki mutlu olabilmeyi hayal edemeyecek kadar karamsar, kendi oksijenini kesen, kendini aç ve susuz bırakan bir halde yaşıyor. Kendine küs, kendinden habersiz, nereye gittiğinin farkında değil. Kendini mübalağasız, bir intihara endekslemiş durumda. Yol üzerindeki çakıl taşlarını kayalar mesabesinde görüyor. Gözlerini kısmış, ışığa duyarsız kalıyor. Yürümeyi denese ulaşacağı mesafeler var; ama “Ben travma doluyum, elim ayağım kırık.” demeyi tercih ediyor. Mevlana’nın, yolda yürürken üzeri kirlenen insan örneği, günümüz insanına ışık olmalı. Üzerini temizleyerek yola devam etmek yerine “Battık ki battık!” diyerek daha çok kirlenmeyi tercih etmemeli insan. Nitekim bazı mağduriyetler insanı korur, bazı eksiklikler insana süs olur, bazı durumlar vardır ki bize en güzel duygulara sahip olmayı öğretir. Bazı mağduriyetler, yolun devamında bizleri avantajlı hâle getirir; üstelik mevcut halde de koruma kalkanımızdır ama haberimiz yoktur. Yani her zaman, erken giden çabuk yol almayabilir. Her zaman, güçlü olan kazanamayabilir. Bazen küçük balık olmak daha iyidir. Hatta bazı şeyleri görememek bazen bizi daha iyi insan yapabilir. Farkında değilizdir ama güç, bazen herkesin taşıyamayacağı bir fazlalık olabilir. Ah bir fark edebilsek, aslında her şeyin bizim hiç bir müdahalemiz olmadan da bir şeyler ifade edebileceğini… Hangi pozisyonlar bizi bulunduğumuz yerde anlamlı kılar, hangi durumların aktif öznesi olmak iyidir, sükunet ve teenni insana nerede lazımdır, sabır neye yarar, huzur nasıl elde edilir bir bilsek; belki bu kadar düz çizgi hâlinde bir belirsizliğe, bir amaçsızlığa, bir boşluğa doğru sürüklenmeyeceğiz!..
Evet, kendi kendimize ürettiğimiz kaoslar değildir hayat. Hayat, bizim düşündüğümüzden çok farklı anlamların hayatın ta kendisi olduğunu görmekle anlam bulur aslen. İçinde bulunduğumuz durum bize ümitsizlik veriyorsa, doğru bir yerde durmuyor ve doğru düşünemiyoruz demektir. “Güzel bakanın güzel düşündüğü bir dünya” sevgi doludur, huzur doludur. Hayatın aslı ve özüyle aramızdaki engelleri kaldırsak, kendi aslımıza ve özümüze döneriz. Duyguların ezberi değil, kendisidir aslolan. Hissetmek, doğru hissetmek, doğru duygulanmayı ve düşünmeyi getirir. Yani tahayyül olmadan taakkul olmadığı gibi, tezekkür de olmaz. Bazı zevkler aslında bizi bitirir, bazı duygularsa ayağa kaldırır. Nelerden zevk alıp nasıl duygulandığımızla ilgili. Nereye gitmek ve ne olmak istediğimizle ilgili.
Evet, bir gönül dostu, bir gün alışveriş yaparken oradaki satıcıya, “Çürüklerden de koy!” der. “Çürüklerden de koy!” Anlamak zor değil mi? Ufuk meselesi… “Niçin?” diye sorar satıcı… “Yoksa onları satamazsın!” cevabını alır. Hayata dair, “Aklımıza gelen her sorunun sadece bir cevabı vardır.” diyenlerdenseniz, buradaki hikmeti anlamak gerçekten çok zor… Hangi hayat daha yaşanılmaya değerdir, sil baştan tekrar düşünmeniz gerekir. Tekrar düşünmek, yani “Çürükleri de almaya razı mısınız, değil misiniz?” “Çürük” sizin için ne ifade ediyor? Sadece “sağlamları” alıp her zaman kendinizce avantajlı bir yerde mi durmayı tercih ediyorsunuz yoksa “Yoksa”nın cevabını siz verin… İrfanınızca verin!.. Bu cevap verilmeli… Verilmeli ki, ardından gelen hikmetler anlaşılabilsin… Biraz cesaret, biraz talep, biraz gayret, biraz coşku. Herhangi birini hiçbirine feda etmeden, tekdüze düşünmeden, yapabildiğimizi değil aslında isteyebildiğimiz kadarını…