Tasavvuf Yolunda İlerleme ve Kendini Bulma / Prof.Dr. Mahmud Erol Kılıç

Konumuz İslam tasavvufu doğrultusunda günümüze yönelik bazı şeyler çıkartabilmek...Tekrarlanması gereken bazı hususlar var. Her zaman alemde aynı prensipler tekrarlanır durur. Ana prensipler tekrarlanır, teferruat tekrarlanmaz. Çünkü teferruat bir kez yaşanır, unutulur gider. Ama prensipler devam eder. 16 milyon senedir devam eden, devr-i daim eden, işleyen âlemdeki fizik yasaları gibi, güneşin doğuşu ve batışı gibi, ayların, günlerin, gecelerin, gündüzlerin birbirini izleyişi gibi değişmeyen evrensel kurallar vardır.

O kozmik yasalar, o evrensel kurallar "İlk Hareket Ettiricinin" hareket ettirmesiyle beraber - felsefe diliyle- o gün bugündür devran süregitmektedir. İşte ariflerle arif olmayan arasındaki fark; bu işleyiş, bu sistem, değişmeyen o kuralları ve o prensipleri, keşfetmeye ve bulmaya çalışmaktan ibarettir.  İnsanların kendini yeryüzü sathında bulduğu andan itibarenki, bir hayat boyu sürdürdüğü mücadele; "Neden buradayım? Ben kimim? Ne yapmaktayım? Etrafımla irtibatım ne? Nereye doğru gidiyorum?" gibi soruları kendisine sormaktan oluşmaktadır.

Bu sorular o insanın hayat felsefesini vermektedir.  Ne var ki bu sorular modern zamanlara gelinince, insanın bu asli sorularını unutturacak ideolojiler, unutturacak teknolojiler vaki olmak suretiyle insanın kendisiyle yabancılaştırılması ve hayat felsefesinden kopartılması bazılarının işine yarayacağı bir gerçek. Bu modern bir kreasyon… Ama  kadim dönemlerden bu yana insan yeryüzü hayatını her zaman için bu sorularla anlamlandırmaya çalışır. Çünkü hayatın anlamı bu sorulara verilecek olan cevapladır. Bu soruları soran insan, sormayan insandan farklı bir haldedir.

Özellikle genç arkadaşlar, öğrenci arkadaşlar; şu an için hepsinin önünde bir hayat merdiveni var. Yani "bir gün şu okulu bitireceğim, şu tezi vereceğim, askerliği bitireceğim, sevdiğim kızla evleneceğim, çocuk sahibi olacağım vesair." Bunların hepsi tabiî ki hayatın merhalelerini oluşturmaktadır. Bunları tatbîki olarak keşfetmek gerekiyor ama bunlar hayatın manasını verecek şeyler değildir.

Yani bitirdiğin okuldan aldığın diplomayla hayatına anlam kazandıramazsın. Bunların hepsi bir katkı sağlayacaktır, müktesebat diyoruz buna. Büyüklerden işittiğimiz hikmetli sözler, okullarda öğretmenlerden öğrendiğimiz bilgi, din adamlarının ilahi kaynaktan aktarımları, filozofların görüşlerinin hepsini okur, öğrenir ve işitiriz. Ancak bunlar bizim içimizde kendimize ait taşımakta olduğumuz o cevheri açığa çıkarmadığı sürece "ikincil bilgi" olarak kalmaya mahkûmdur. Bize ait bilgiyi açığa çıkarmamız gerekiyor.

Bu bilgi ve hikmet açığa çıkmadığı sürece bütün bilgiler taşıma bilgilerdir; şu an dinlemekte olduğunuz hocanın size anlattığı şeyler bile sizde ikincil bir bilgidir, size ait bir bilgi değil. Anlattığı şeyler eğer sizde, sizin içinizde, size ait olan; aslî, hakiki ve cevherinize özünüze ait bilgi ve marifeti açığa çıkarmaya yardımcı olabilirse ne mutlu...

Ama bu olmadığı sürece, hala siz dinleyen biz de anlatan konumunda kaldığımız sürece, bu ikilik hâla ikiliktir; siz, birisine hâla muhtaçsınız demektir. Bir yaratılmışa, bir sınırlı varlığa, mükemmel olmayan, yine sizin cinsinizden olan bir varlığın sözlerine muhtaçsınız demektir. Hepimiz buna muhtacız. Ama biz ölümlü varlıklar olduğumuz sürece bunlara "aracı, vesile" demek zorundayız. Araçlar araç oldukları, araçlığın hakkı ne ise, o şekilde değerlendirilmeli…

Araçsal bilgi, vesile bilgileri, bizdeki cevheri, bilgiyi açığa çıkarmak içindir. Buradan hareketle daha ilerisini söyleyelim: Bütün nebiler ve velilerin insan eğitmek için kullandığı yöntem bile aslında sizde var olan cevheri açığa çıkarmak içindir. Şayet siz direnirseniz hiçbir nebi, size bir şey veremez. Hiçbir veli, "Ben almayacağım, ben tekâmül etmeyeceğim, ben duymak istemiyorum" dediğiniz sürece; "Ben Ebu Cehil olarak kalacağım, cehaletin babası olarak kalacağım" dediğiniz sürece, hiç bir nebi size bir şey yapamaz.

Kur'ân bu gerçeği Hz. Peygamber'e dahi hitaben şöyle bildirir: "Sen onların üzerine zorlayıcı değilsin, zorlayamazsın. Sen hakkı ve batılı göstereceksin, onlar azmedip bir irade gösterecekler." Yani tercihini yapacak ve o yolda ilerleyecek. Dolayısıyla prensipler üzerinde konuşmamız, tekrarlama felsefesini beraberinde getiriyor. Çünkü bu alem, unutma üzre formatlanmış, "nesiye" kökünden gelmiş bir yapı. Yani burada hiç bir şey ilk açığa çıktığı günkü gibi hatırlanmıyor. Üzerine güneş doğduğu sürece, bir güneş, iki güneş, beş güneş doğduğu sürece yani üzerinden günler geçtikçe, her bilgi, gaye yolunda ilerliyor demektir. Aynı zamanda yaşadığımız tecrübe ile üzerimize doğan güneşlerle beraber gün sayısı arttıkça unutmaya doğru gidiyoruz. İnsan, unutmak üzere formatlanmış,  unutkan bir varlıktır, fiziki yapısı gereği…

Bunun, ‘unutmanın' artısı eksisi vardır. Eğer insan unutmasaydı neleri unutmazdı?.. Bir yönüyle insanın unutan bir varlık olmasının çok büyük nimetleri var. Yoksa dayanamayacağımız şeyler vardır hayatta. Eğer onlar bizim hafızamızda veya zihnimizde sürekli bulunuyor olsa, bizi meşgul etse, sürekli hatırda kalacak olsa, bizi yakacak, bizi perişan edecek tecrübelerimiz vardır. İşte o unutacağın şeylerin içersinde, unut, ama bir şey var ki onu unutma, sürekli hatırlamaya çalış. Hep söylemişizdir, hatırlamak, "efela tezekkeru", ayette bu şekilde geçer; ‘hatırlamıyor musunuz?' sözü bile, bize "bir şeyleri unut" -‘la ilahe' ilk bölümü- bir şeyleri unut, kasten unut, unutman gerekiyor, dışlaman gerekiyor, nehyetmen gerekiyor, nehyet; ama bir şeyi, tek bir şeyi hatırla diyor. Eğer her şeyi hatırlamak isterseniz, zaten her şeyi unutursunuz.

Çünkü her şeyi hatırlamanız mümkün değil, yani unutmamız gereken şeyler vardır, hatırlamamız gereken şeyler vardır. O zaman, geç ağyardan, yani masivadan, O'ndan gayrıdan, yani senin kaynağından, yani senin geldiğin yerden, yani senin üzerinde hakkı olan yerden, yani "kendi ellerimle yarattım, kendi ellerimle hamurunu kardım, kendi ellerimle onu tanzim ettim, düzenledim ve ona kendi ruhumu üfledim ve ardından bütün isimlerimi -çok enterasan- ona verdim dediği, kendisine insanoğlunun bu sözleri söyleyen O varlıkla olan irtibatı, cevher irtibatını, özsel irtibatı sağla…

Onun haricindeki bütün irtibatlar ‘unutulası' irtibatlardır, bütün kayıplar ‘geçici' kayıplardır. "Ben şuralıyım, ben buralıyım, ben şuyum, ben buyum, ben zenginim, ben fakirim, ben var ya ben, profesörüm, ben on dil biliyorum, yirmi dil biliyorum" gibi "ben"le başlayan bütün cümleler sizin aslında gerçek sizi belirleyen oluşlar, ifadeler değildir. Bunları unutmanız gerekiyor. Bunlarla beraber gerçek kaynağınızı bulmak… Kur'an diliyle "şirk" sayılıyor. Şirk nedir biliyor musunuz? Ortaklık demektir. Yani "O, yok" demek değildir şirk... Şirk koşan aynı zamanda ateist midir?..

Değildir, hayır şirk koşan Onun varlığını yine kabul ediyor ama O'nun yanında, O'na eşdeğer…O'na eş, ortaklık, şart koşuyor… Bu cümlemiz çift manadadır; bunu tasavvuf erbabından duyarsanız bir manadadır, şirk edebiyatını bol miktarda yapan başka akımlardan duyarsanız başka manadadır. Şirk tabiri bu manada ekolden ekole farklı yorumlanabilir. Selefiye mensuplarının temsil ettiği mutlak tenzihçi ekoller, şirk üzerine kurgusu, takdire şayan… Allah'ın yegane hakimiyetini sağlamaya gayret eder.

Niyetleri belki iyidir ama bu niyet doğrultusunda "kraldan fazla kralcılık" yaparak Allah'ın kullarını bile incitmek suretiyle şirke düşme tehlikesini bazen o kadar anlayışsız ve hoşgörüsüz bir noktaya getirdiler ki, kul hakkına, malına, canına, namusuna dahi tecavüz edebilmektedirler. Oysa ki, tasavvuftaki şirk; ‘ortak koşma' dediğimiz şirki kabul ediyor ama onun mertebesi yani zat, sıfat ve fiilleri, zatıyla sıfatıyla ve fiilleri ile ona eş bir başka varlık koşmaya "şirk" deniliyor… Ama onun haricinde bakınız şimdi selefiyenin teorisini çözemediği şeylerdir bunlar…

"Ben ona bütün isimlerimi verdim" ayetinin "bütün isimlerimi yükledim" dediği zaman; o zaman Allah bizi kendisine bir bakıma ortak yapıyor. Bütün isimlerini bize öğretiyor Rabbimiz, ama isimlerini veriyor, zatını değil… Dolayısıyla isimlerde bizim ondan alabileceğimiz yüklenebileceğimiz şeyler var.  İşte burada ikisi arası bir yöntem İslam sufilerinin izlemiş olduğu bir yöntem. İşte insanoğlunun yeryüzü hayatında unutması gerekli olan şeyleri unutmayıp, sürekli hatırladığı için, insanoğlu kaygı, anksiyete, huzursuzluk gibi sendromlar içerisinde. İnsan neden unutması gerekli olan şeyleri sürekli hatırda tutuyor? İçimizde öyle genç, sorunlu arkadaşlarımız var ki, psikologlar çok iyi iş yapıyorlar.  Son senelerde öyle hastalıklar üretiliyor ki, o hastalık için önce bir hasta tarifi yapılıyor, piyasa oluşturuluyor, bunun üzerine tedavi merkezi açılıyor; insan ister istemez şüpheleniyor yani bu hastalık da üretilen bir şey mi oldu diye. Kapitalizmin ürettiği bir şey haline mi geldi acaba? Ben psikolog değilim ama böyle bana gelen oldu. Takıntım var diyene iki tokat atacaksın birini sağdan birini soldan vurduğum zaman "hocam hiçbir şeyim kalmadı elhamdülillah" diyecek.

Bizim yöntemimiz biraz farklı, böyle takıntım var diye gelene "güzel bir Osmanlı tokadı" tavsiye ediyorum, ondan sonra hiç bir şeyi kalmaz. Lütfen laflarımı inşallah yanlış anlamıyorsunuzdur, burada biz espiriyle bazı hakikatleri anlatmaya çalışıyoruz, Nasrettin Hoca yöntemidir… Hayat çok serttir ama her şey çok sert anlatılamıyor. Espiri içersinde anlatmak da tasavvufun hikemî yöntemlerinden bir yöntemdir. Dolayısıyla bütün takıntılarımızın sebebi aslında nedir?  Unutmamız gereken şeyleri unutmayıp hatırda tutup, gerçekten hatırda tutmamız gerekli olan şeyi unuttuğumuz içindir. Tabi ki ben şimdi hocam onu yapacağım ama yine de bazı şeylerden geçemedim deniyorsa, o zaman gerçekten o arkadaşınız bir yere müracaat etsin. Yani bu yöntemi bildikten sonra hala da bazı şeyleri değişmiyorsa, o zaman onda başka bazı şeyler vardır.

Netice olarak biz derslerimizde hayatın anlamını bize öğretmeye çalışan şu muvakkat, geçici, amiyane tabirle "iki günlük" dünya hayatının içini nasıl dolduracağımızı bize öğreten, öğretmeye çalışan bilginlerin yolunu izliyoruz, ariflerin yolunu izliyoruz. Bu bilgiler ve bilgiye sahip olan ve bu bilgiyi hayatlarına tatbik edenler, dünya tarihi boyunca çok yüce şahsiyetler olarak yaşadılar. Kendileri söyledikleri gibi yaşadılar ve insanları da hidayete ilettiler. Biz bunlara veliler diyoruz. Nebilerle velilere tabi olmak, ilahi hiyerarşinin bir parçasıdır. Ayak başa tâbidir, baş ayağa tâbi değildir. Her zaman için "Ey modern insan, veli ve nebi mertebesini kendine rehber edin… Nebi'n yoksa önce bir kere nebi bul…"

Bazı gençlere baktığımızda modern akımların gereği bir nebiye tabii olmama durumu görüyoruz. Her şeyden önce nebiye tabi olmak… Bizim nebimiz, "Son Elçi" olduğuna inandığımız, getirmiş olduğu manevi misyonun, açmış olduğu mertebenin, kendinden önceki tüm nebilerin hikmetini ihtiva ettiğine inandığımız ve kendisine itibar ettiğine inandığımız ve öylece zikrettiğimiz; Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizin izlemekte olduğu yöntem, Muhammedi yöntemdir. . Her yönüyle Onun getirdiği prensiplerin izindeyiz. Peki O Nebi bize ne kazandırıyor? Biliyorsunuz, Onunla kendi hayatımızı renklendirmeye çalışıyoruz. Hayatımızı Onunla anlamlandırmaya çalışıyoruz, bunu yaparken de bu ustalardan güç buluyoruz. Geleneksel bilgilerde usta oluncaya kadar ustayı izleme yöntemi vardır, bir kere bu, en büyük, nefse vurucu darbedir. Şeytanı şeytan yapan biliyorsunuz, Allah'a ortak koşmasıdır. Şeytan ateist değil,  Allah'ın varlığını inkar eden bir varlık değil şeytan, Allah'ın uluhiyetini, rububiyetini kavrayacak bir varlıktır. Şeytan Allah'ın varlığını kabul ediyor. Bu noktaların lütfen altını defalarca çizin; şeytaniyeti doğru anlamak için… Şeytan Allah'ı kabul etmiyor gibi anlayış var bazılarında. Öyle değil, şeytanın kabul etmediği nefsinin azması suretiyle Allah'a karşı "Sen Ademi yarattın oysa ben ondan daha üstünüm, ben var ya ben" ile devam eden isyanı… "Niye bana meyletmedin de ona meylettin!.." demek suretiyle "meşiet-i ilahi"deki sırrı bilemediğinden dolayı Adem'e secde etmemiştir. Yani Adem'i çekememiştir. İnsandaki sırrı çekememiştir.  Dolayısıyla şeytanı şeytan yapan, Adem'e secde etmemesidir.

İnsandaki sırrı anlayamamış olmasıdır. Bizim bugün dahi önümüzde bir rehber olması gerekiyor. Arifleri baş tacı etmediğin sürece "Hafazan Allah" modern çağın ormanı içerisinde, materyal alem içerisinde boğuşur durur ve onların çarkına kapılırsın. Onun için yüce bilgileri nedeniyle hikmet sahibi olan arifleri bu konularda kendimize rehber olarak almamız gerekmektir. Bu söylediklerimi size ideal prensipler diye söylüyorum. Bunun yanında madalyonun diğer yüzüne gelince, günümüzde her türlü sahtekarlık olduğu gibi, kendine bu işi meslek edinmiş sahtekarlara da gitmeyin.  Bu meydanın sahtekarı çoktur ama şunu bilin ki, mana erleri yeryüzünde her zaman bulunurlar. Mana erleri bir yerlerde bulunur daima... Onlar olmasa da bir mana bulunur. Mana sizi çeker; o zaman mana ile ilgilenin, anlam ile ilgilenin.

Hep söylerim Kur'an'ın elimizde tuttuğumuz nüshası Kur'an değildir, o mushaftır. Kur'an, mushafın içersinde bir manadır. Kur'an'a inebilmek için mushaftan geçilir. Mushafı okumak Kur'an'a ermeye icabet ettirmez. Yani Kur'an için biraz hazırlık gerekir, dikey ilerleme gerekir; mushafla başlanır ve Kur'an'a aşina olursun, ama mushafı tanıyor olmak ayrı bir şeydir, Kur'an'a ermek yine ayrı… Çok güzel, "ben Kur'an'ı güzel okuyorum" diyenler var, onlara "sesi güzel sanatkarlar" diyoruz. Tabi Kuran güzel okunmaya layıktır ve güzel okunmalıdır ama Kur'an'ın içindeki manaya erebilmek için mushafın içersindeki Kur'an'a, Kur'an'ın içerisindeki Furkana, Furkanın içerisindeki levh-i mahfuza, ondan sonra da Ümmü'l Kitaba açılmak gerekiyor. Kur'an'da bu ifade şöyle geçiyor: "İnnehû le Kur'ânun kerîm fî kitâbin meknûn" "Şüphesiz bu Kur'an bir gizli kitabın içindedir" diyor.

Kitap kitabın içine konarak geliyor. Alemde her şey gelin bohçası gibi bohçalanarak gelir. "Bohçalama Felsefesini" unutmayınız. Hiç bir şey ilk göründüğü gibi değil, bohçayı açmadan kimseye hediye yok… Biz çocukken sakal-ı şerifi ziyaret için beklerdik, bohçalar içinde kırk kat olur. Ne zaman çıkacak derken, biraz da ağırdan alır hoca ve kat kat, salavatlarla açılır.

Sonunda bir cam bir tüp çıkar içerisinden bilirsiniz. Onu görmeye çalışmak için mücadele edersin. Sonunda Peygamber Efendimizin ufacık sakal-ı şerifi çıkar. Ama paket çok büyük, bohçalar çok büyük ama içerisinden nur çıkar. Kıymetine binaen bohçalanmıştır hikmet… Bohçalanmıştır bir gül goncası gibi, yaprakları açılmak suretiyle çıkar. Birden bire çıkmaz, onun için, bohçaları açmak perdeleri açmak diye tabir edilir bizim edebiyatımızda. "Keşfü'l Mahcub" diye de kitabımız var, yani hicapları kaldırmak, onun altındaki o sırra ermek demektir.  Peki, sır niye olduğu gibi ortaya konmuyor da perdelerin içerisine sırlanıyor?.. Çünkü sır, cisimler aleminde perdelenmelidir. Burada her şey perdelidir, bak sen beden diye bir perdenin ardına gizlenmişsin. Burada hiç birimiz ruhuyla, nuruyla değil, bedeniyle tezahür ediyor. İşte o bedenle tezahür etmek, aynı mantıkla baktığımız zaman; manevi konular, dini konular da beden olarak bedenlenerek, mesela Kur'an'ın hakikati mushafla bedenlenerek geliyor.

Biliyorsunuz, Efendimiz yürüyen Kur'an'dı. Bizzat Nebi'ye (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kur'an iniyor, herkes ona iman ediyor ve ortada bir kitap yoktu. Yani bugünkü kast ettiğimiz, elimizde tuttuğumuz kitap yoktu. Bunun üzerinde düşünmeniz için söylüyorum. Sebep; günümüzde bazıları "Bize nebi gerekmez, bize Kur'an yeter" gibi söylemlerde bulunuyorlar!.. İlk duyduğumuz zaman Kur'anı yani Allah kelamını yücelten çok güzel bir ifade gibi geliyor insana!.. Hz. Muhammedsiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kitap, kendini açıklayamaz bunu bilin... Hz. Muhammed'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) genetik yapısı bile özeldir. Kuran, zannetmeyin ki Hz. Muhammedden (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bağımsız, hiç alakası yok! Zannetmeyin ki O sadece postacıdır, ona bir vahiy indirilmiştir ve O sadece açıklamakla memurdur!.. Onunla Kur'anın dokusu arasında fark yoktur. "O bir elçidir, elçi alır nakleder", bu bir söylemdir ama çok duyarsız bir söylem...

Sadece öyle değil, sufiler her çeşmeden akan suyun, o çeşmeden, o ağızdan geçişiyle doğrudan irtibatı olduğunu söylerler. O çeşmenin suyu, o çeşmenin suyudur. Bu çeşmenin suyu bu çeşmenin suyudur. Dolayısıyla su ile çeşme arasında irtibat vardır. Bu çeşmeden akan su bu çeşmenindir. Kuran, Muhammet çeşmesinin akıttığı bir ilhamdır. Hz. Muhammet'in hakikatine inen bir ilhamdır. Kuran ve Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)…

Hadislerde de açıklandığı gibi "İnsan ve Kur'an ikiz kardeştir." hadisinde olduğu gibi, et ve tırnak gibidir. Hz. Muhammed'i çektiğin zaman Kuran'dan, anlayamazsın bunu bil. Bizde, sufi yöntemle, din, insan üzerinedir, insanın yaşayışındadır, insanı bilmeden siz kitaplarla anlayamazsınız. Buna istiyorsanız tasavvuf kitapları deyin, istiyorsanız kutsal kitaplar deyin, tek başına kitapla anlayamazsınız. Eğer öyle olsaydı Allah (Celle Celalühü) nebi göndermezdi, öyle değil mi? Allah bize kitap gönderirdi. Onu da fasikül fasikül gönderebilirdi, muallim, mürebbi ve nebi göndermezdi. Ama öyle olmadı önce insan geldi. Kitap Onun ardından geldi. Hiç bir zaman insanlık tarihinde önce kitap ardından nebi gelmedi. Buna çok dikkat edin, önce insan geldi; adı Hz. İbrahim idi, adı Hz. Musa idi, adı Hz. İsa idi, adı Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) idi ve ona tabi, onun et ve tırnak gibi birbiriyle haşır neşir olmuş bir vahiy manzumesi, o nebiye has o nebiye özgü bir vahiy manzumesi, oradan, o merkezden savrulmaya başlandı. Hz. Muhammed'le konuştu Allah, yani kimse Allah'ı doğrudan dinleyemiyordu. Bunu bilin… Kuran okunduğu zaman, ilk ona okundu. Kuran ilk Hz. Muhammed'in ağzından çıktı. Dolayısıyla nebiyi dışlamak suretiyle, insanı dışlamak suretiyle kutsal kitapları anlamamız mümkün değildir.

Çünkü kutsal kitap "ikra kitabek", öğretmek ve yaşanmak üzere gelmiştir. "İkra kitabek" yani kitabını oku, çok enteresandır; bu ayet indiği zaman kitap yoktu. Ayet diyor ki "kitabını oku", ama elde bir kitap yok. Bu tasavvufta çok anlatılan bir konudur. Bazı modern yazarlara buradan bir göndermede bulunmak istiyorum. Bu modern yazarlar, tasavvufi bazı kelimeleri alarak kitaplar hazırlıyorlar!..

Tasavvuf çok asil ve bilgiyi getiren bir damardır. Bütün damarları beslemiştir. Biz katıksız tasavvuf yolunu izleyen kimseleriz, yani izlemeye çalışan kimseleriz dersek daha doğru olur. Ama bazı akımlar, bazı düşünürler bazı yazarlar tasavvuf büyüklerinin getirdiği bu düsturları alarak maniple etmek suretiyle kendilerine doğru bazı şeyler çıkarmaktadırlar, onlara biz doğrudan tasavvuf dememekteyiz. Yani bu gün bir gayr-i müslim bile tasavvuf büyüklerinden aldığı sözlerle çok güzel kitaplar yazabilmektedirler. Yazmayın diyemeyiz; dolayısıyla bu konuda söyleyeceğim şey, "kitabı oku" denildiğinde kast edilen kitabın ne olduğunu bir düşünmemiz gerekiyor.

Allah (Celle Celalühü) bizi Kur'anın o hakikatinden ayırmasın. Kur'ana saygı ve ta'zim de onun bir şekilde doğru anlaşılması ve muhafaza edilmesidir. Ancak Kur'an derken tekrar söylüyorum mushafı kastetmiyorum. Hedeflenen nedir? Yürüyen Kuran olmak gerekir. Kur'anı sadece gözleyen kimseler değildir, onlar Kur'anı özümseyen kimselerdir. Anlam katmanları burada çok önemli.

Tasavvufun burada söylediği bir şey vardır. Tasavvuf literatürüne baktığın zaman bütün dini hayatı bir eğitim metodu olarak algılar ve nebiden manevi olarak alınmış, nebinin ağzından alınmış nuru intikal ettiren, silsile ile intikal ettiren manevi damar… Bu damar çok önemlidir, manevi damardan damara geçer. Bugün tıp bilimi dahi sizin hastalığınızın silsilesini araştırır. Hastalığınızın genetik silsilesini arar. Hastalık genetik silsileye tabi ise hikmet de silsileye tabidir. Dolayısıyla genetik silsileye tabii olursanız; bu enerjiyi, bu nuru intikal ettirirsiniz. O nura henüz sahip olmayanlar, o nura ancak talebe olabilirler.

Yani arada fark var; nura sahip olacaksınız veya talip olacaksınız.

(Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinde yapılan "Ayın Sohbeti")