Seyyidler Osmanlı’nın Baştacıydı / Dr. Ayhan Işık

Şu anki görevinizden ve kendinizden biraz bahseder misiniz?

Karabük Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesiyim. Branşım İslam Mezhepleri Tarihi. Genel itibarıyla araştırma konularım da Seyyidlik, Nakîbü’l-eşrâflık ve daha çok da Osmanlı dönemi Seyyidleri. Tabii, Hazreti Peygamber’den sonraki İslam dönemiyle ilgili de çalışmalarımız oldu ama daha yoğun olarak Osmanlı dönemi.

İslam toplumunda Seyyidlik kavramı çevresinde konuşabileceğimiz ve bugüne taşıyabileceğimiz neler var?

Seyyidlik kavramından Hazreti Peygamber’in neslini anlıyoruz. Seyyidlik kavramı, İslam toplumunda belli dönemlerde farklı isimlerle ifade ediliyor. İlk dönemlerde genelde “Ehl-i Beyt” olarak isimlendirilirken sonraki süreçte “Seyyid” ve “Şerif” olarak isimlendiriliyor. İslam toplumunda Hazreti Peygamber’in nesline ayrı bir önem verilmiştir. Tabii ki, Hazreti Peygamber’e duyulan sevginin Ehl-i Beyt sevgisi olarak yansıdığını görüyoruz. Ehl-i Beyt’e, Türkler arasında daha çok önem verildiğini, daha özel bir sevgi gösterildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Osmanlı dönemine geldiğimiz zaman, “Nakîbü’l-eşrâflık” isminde bir müessese kuruluyor. Bu müessese, Hazreti Peygamber’in soyuna mensup olan Seyyidlerin tespit edilmesi, nesep kayıtlarının tutulması, kendilerine yakışmayacak alelade işlerde çalıştırılmaması hususlarında görev yapmaktadır. Bu müessese bir nevi Seyyid ve Şeriflerin vasisi, koruyucusu konumundadır.

Türk tarihinde Osmanlılardan önce de Seyyidlere dair Nakîbü’l-eşrâflık gibi kurumsal yapılar var mı? 

Tabii, Osmanlı bu müesseseyi kendisinden önceki İslam devletlerinden miras almış. Abbasiler döneminde de Seyyidlerin kayıtlarını tutan, onların nesep bilgilerini kaydeden Ensap teşkilatı bulunmaktaydı. Yine Karahanlılar döneminden itibaren, Selçuklulara gelinceye kadar tüm İslam devletlerinde Nakîbü’l-eşrâflık müessesesini farklı isimlerle görüyoruz. Zaten Osmanlı Devleti, bu müesseseyi özellikle Selçuklulardan devralmış ve geliştirerek devam ettirmiştir. 

Bu müesseselerin her dönemde bu kadar canlı tutulması, Seyyidliğe dair oturmuş bir evrensel algının İslam toplumlarında olduğuna bir işarettir diyebilir miyiz?

Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü bu müesseselerin varlığı aslında Hazreti Peygamber sevgisinden, Hazreti Peygamber’e olan hürmetten kaynaklanmaktadır. Hazreti Peygamber’e hürmet, onun Ehl-i Beyti’ne de, yani onun nesline de hürmeti gerektirir. Tabii, bunun Kur’ân’da ve hadislerde de referansları var. Kur’ân-ı Kerîm’de Ehl-i Beyt’e sevgiyi emreden, onlara karşı güzel davranmayı emreden ayetler var. Yine Hazreti Peygamber’den rivayet edilmiş birçok hadiste de Ehl-i Beyt’e hürmet edilmesi gerektiği ve onlara sevgi gösterilmesi gerektiği yönünde hükümler var. Tüm Müslüman toplumlar bu ayet ve hadisleri referans almış ve Hazreti Peygamber’in nesline, Hazreti Peygamber’e sevginin bir göstergesi olarak hürmet etmişlerdir.

Bugün Anadolu’ya baktığımız zaman, herhalde Hasan, Hüseyin, Ali, Fatma isminin olmadığı bir ev yoktur. Ehl-i Beyt isimlerinin kullanılması, Hz. Peygamber’e ve Ehl-i Beyt’e olan sevgi ve hürmetin toplumdaki yansımasıdır.

İslam tarihinde Kerbela gibi çok elim bir olay da var. Ama yine de bu sevgi, tarihsel serüveninde köklü bir geleneğe dönüşmüş durumda. Bu konuda günümüzde, İslami konuların az bilinmesinden kaynaklanan bir eksiklik var mı?

Seyyidlik, Ehl-i Beyt; İslam ümmetinin birlik ve beraberliği için ortak bir paydadır. Hazreti Peygamber sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisi, İslam toplumunda ortak bir paydadır. İslam toplumunun belli dönemlerinde, özellikle Emeviler döneminde birtakım nahoş durumlar meydana gelmiştir. Bu nahoş tutumlar elbette kabul edilemez. Seyyidlerin İslam toplumuna dağılımları bu dönemde olmuştur. Yani Emevilerin olumsuz tutumları, Ehl-i Beyt’in İslam topraklarının özellikle sınır bölgelerine kadar gitmesine ve irşat faaliyetine oralarda devam etmesine sebep olmuştur. Seyyidler gittikleri yerlerde din-i mübîni anlatmışlar ve İslamlaşmasına büyük katkı sağlamışlardır. Seyyidler yerleştikleri bölgelerde cazibe merkezi olmuş, bir sevgi odağı haline gelmişlerdir.  

Seyyidler, gönüllü olarak İslam coğrafyasının her yerine gidip İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Seyyidler, Osmanlı Devleti’nde de diğer İslam devletlerinde de ortak bir paydadır ve İslam dinini yaymak için gönüllü olarak tüm bölgelere gitmişlerdir. İslam devletleri, herhangi bir yeri İslamlaştırmak için Seyyidlerden istifade etmiştir. Fethedilen bölgelere Seyyid aileler yerleştirilmiş ve güzel ahlaklarıyla kalplerin İslam’a ısınmasını sağlamışlardır. 

Osmanlı Devleti ekseninde düşündüğümüzde Seyyidlerin gitmediği hiçbir bölge yoktur. Doğu’dan Güneydoğu’ya, Karadeniz’e kadar hatta Balkanlar’a, Osmanlı’nın tüm topraklarına Seyyidler, Seyyid aileleri gitmiş ve o bölgelerde din-i mübîn-i İslam’a hizmet etmişler, o bölgelerde İslam dinini yaymışlardır.

Peki, Seyyidlerin bu gönüllü hizmeti, devletlerin Seyyidlerle olan ilişkilerine nasıl yansıyor? Yani onlara ait bir hukuk, onlar ile devlet arasında görünen ya da görünmeyen bir sıcaklık…

Seyyidler zaten İslam devletlerinde bölgelerin İslamlaşması, güzel ahlakın yayılması adına sürekli davet edilmişlerdir. Devlet Seyyidleri baş tacı etmiştir. Bu sevgi, bir süre sonra Seyyidlerin haklarını koruyan “Nakîbü’l-eşrâflık” müessesinin kurulmasını sağlıyor. Bu müessese sayesinde de, Seyyidlerin manevi nüfuzundan istifade ediliyor ve onların hak ve hukukları da korunmuş oluyor. Aynı zamanda da Seyyidlere birtakım imtiyazlar veriliyor. Devlet tarafından başka hiçbir kuruma ve zümreye verilmediği kadar imtiyaz Seyyidlere en yüksek seviyede veriliyor. Başta vergi imtiyazı var, vergiden muaf tutuluyorlar; o bölgelerde yerleşen Seyyid ailelerinden devlet vergi almıyor. Bu, o dönem için düşünüldüğünde büyük bir imtiyazdır. Seyyidler askerlikten muaf tutulmalarına rağmen orduyla beraber gönüllü olarak savaşlara katılıyorlar. Orduyla birlikte sefere çıkıyor, orduya manevi olarak destek oluyor, salât ve selam getiriyor ve ordunun muzafferiyeti için de dua ediyorlar. Osmanlı döneminde bütün savaşlarda bir Seyyid ordusunun da askere gittiğini ve ordunun muzafferiyeti için dua ettiğini görüyoruz ve Allah’ın izniyle de o ordu muzaffer oluyor.

Seyyidlere verilen başka bir imtiyaz da ihtiyaç sahibi olan Seyyidler için ayrılan bir fondan Seyyidlere maaş verilmesidir.

İslam’da fıkhi temelleri var, değil mi?

Tabii. Fıkhi olarak temelleri var. Efendimiz, Seyyidlere zekât verilemeyeceğini buyuruyor. İslam’da zekât malın kiri olarak kabul edildiği için, bu temiz-pak nesle zekât uygun görülmüyor, Seyyidler ganimetten pay alıyorlar. Hazreti Peygamber döneminde de zekât almadıklarını ama ganimetten pay aldıklarını görüyoruz. Dört Halife döneminde, başta Hazreti Ömer olmak üzere, Seyyidlere farklı bir tahsisat yapıldığını hatta maaş bağlandığını ve maaşta da listenin en başına Seyyidlerin yazıldığını, Hazreti Ali’den, Hazreti Hasan’dan, Hazreti Hüseyin’den başlandığını biliyoruz. Ehl-i Beyt’e devlet tarafından ganimet ve devlet hazinesinden tahsisat ayrılıyor.

Ehl-i Beyt’in, Hazreti Ali’den tevarüs eden yiğitlikleri bir vakıadır; Resulullah’ın neslinin şecaati, korkusuzluğu, yiğitliği, munisliği de bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Seyyidlerin savaşmakla ilgili kesinlikle bir çekinceleri yok; ama bu tahir soya hürmeten askerliğin mecbur tutulmaması bir uygulamaya dönüşmüş.

Çok isabetli bir tespitte bulundunuz… Bu, devletin onlara tanıdığı bir imtiyazdır. Osmanlı, fiilen Seyyidleri askerlikten sorumlu tutmuyordu ama Seyyidler askere gönüllü gidiyorlardı. Birçok savaşa Seyyidlerin gönüllü olarak katıldığını, fiilen savaşa dâhil olduğunu da biliyoruz. Ayrıca belli şeyhlerin, tarikatların cihat ülküsüyle silahlı olarak savaşa katıldıklarını biliyoruz. Seyyidlerin Hazreti Ali’den tevarüs eden yiğitlik, cengâverlik gibi belirgin vasıflarının olduğu herkesçe malum. Seyyidler savaşa alındıkları zaman o bölgelerde ilim-irfan noktasında bir eksikliğin olacağı düşünülerek, devlet, bulundukları bölgelerde irşat faaliyetleriyle, ilim-irfanla meşgul olmaları için onları askerlikten muaf tutuyor. Hatta bazı hassas bölgelerde, Seyyid aileleri bölgeden gittiğinde, ilmi noktada o bölgede birtakım sıkıntıların doğacağı düşünülüyor ve Seyyidlere bu muafiyeti tanıyor. Ama bunun yanında, cihat düşüncesiyle savaşa katılan Seyyidler var mı? Elbette ki var. Manevi olarak orduya destek vermek, ordunun muzaffer olmasına dua etmek için katılan Seyyidler var mı? Bunlar da var hatta sancağı taşıyanlar da Seyyidlerdir, sancağın altında da Efendimiz’e salât u selam getirilir. Ordunun morale ihtiyacı, bugün de çok konuşulan bir konudur. Bugün de ordunun moralinin yüksek tutulması için tedbirler alınır. Asker, yanında Hazreti Peygamber’in nesline mensup olan bir Seyyid’i gördüğü zaman kendini manevi olarak çok güçlü hisseder ve savaşırken de adeta bizzat Efendimiz’i yanında hissedebiliyor. Dolayısıyla da askerin manevi duyguları canlı tutuluyor.  

Çok güzel konulara değindiniz… Savaşta da barışta da onlara yüklenmiş bir anlam var ve bu anlam İslam toplumlarında kabul görmüş, onlar da hep layıkıyla, ellerinden geldiğince bu görevi yapmaya çalışmışlar. Devlet ile halk arasında dinin yaşandığı, uygulandığı, öğretildiği bir yerde durmuşlar. Bu, onlara fiili olarak bir yer açıyor. Bu alan zorlanarak açılmış bir alan değil, çok kalbî, kendileri açısından gönüllülüğe dayanan bir şey. İslam ümmeti açısından da kabule şayan, liyakat arz eden bir yerde duruyorlar. Bu ehliyetin, bu kabulün temelinde, yani destekleyici bilgilerden öte, bir hoşluk var. Yani Seyyidlik özünde neleri barındırıyor, bu konuda yaptığınız araştırmalardan ne söyleyebilirsiniz? Seyyidler, huy, ahlak, icraat, devleti ve milleti düşünme, ümmeti düşünme açısından çok hassas insanlar. Her zaman İslam ahlakını öne çıkartan, Hazreti Peygamber’in hassasiyetlerini üzerlerinde taşıyan bir yerde duruyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çok doğru… Zaten Seyyidlerin asıl görevlerinden biri Hazreti Peygamber’in ahlakını insanlara ulaştırmak. Hatta Peygamber Efendimiz, “Size iki emanet bırakıyorum; birisi Kur’ân-ı Kerîm, diğeri Ehl-i Beytim.” derken de aslında bunu anlatıyor. Ehl-i Beyt, Hazreti Peygamber’in ahlakını, ve Hazreti Peygamber’in ahlakını İslam ümmetine ulaştıran en güzel örnekleri teşkil ediyor. Tarihi sürece baktığımız zaman Seyyidlere sevgi ve hürmet gösterildiğine şahit oluyoruz. Seyyidlerde var olan manevi güç, toplumun sevgisini, hürmetini celbediyor. 

Seyyidlerin toplum üzerindeki etkileri hâlâ devam ediyor. Özelikle Doğu bölgelerinde herhangi bir anlaşmazlıkta, hemen, “Bir Seyyid’e gidelim, o bizim aramızı bulsun.” diyorlar. Seyyidler toplumda bugünkü manada kanaat önderleridir. Osmanlı döneminde birtakım sosyal sıkıntılar olduğu zaman devlet Seyyidlerden yardım alıyor, sıkıntılı bölgelere Seyyid ailelerini gönderiyor. Tarihte Seyyidlerin toplumdaki problemleri çözdüğüne dair pek çok örnek var. Herhangi bir yerde bir anlaşmazlık varsa, devlet o bölgedeki meşhur Seyyidleri gönderip anlaşmazlığı çözüyor ve Seyyidlerin bulduğu çözümlere bölgedeki kimse itiraz etmiyor. Çünkü onu bir nevi Hazreti Peygamber’in arabuluculuğu gibi değerlendiriyor. Çünkü karşı geldiği zaman bir nevi Hazreti Peygamber’e karşı gelmiş gibi olacağını düşünüyor. 

Hatta devlete karşı faaliyette bulunan kişilere, sözü dinlendiği için elçi olarak yine bir Seyyid’in gönderildiğini görüyoruz. Mesela vakti zamanında Kuveyt Emiri El Sabah’a Osmanlı’dan ayrılması için dış güçler birtakım tekliflerde bulunuyor. Buna karşılık devlet El Sabah’a, Basra Nakibü’l-Eşraf Kaymakamı Seyyid Said Efendi’yi gönderiyor. Kuveyt Emirine gidip nasihat ediyor ve onu tekrar devletin yanına çekiyor. Dolayısıyla, Seyyidlerin hem devletler açısından hem de toplum açısından bir kanaat önderliği, bir arabuluculuk vasıflarının olduğunu görüyoruz. Bugün için bile bu değerler devam ediyor.