Şerefli fakirle şerefsiz zengin arasındaki en önemli farkın ne olduğunu düşündüm uzun uzadıya… Bula bula tek şey buldum ama bilmem ki taliplisi çıkar mı? Çünkü o tek şey Allah'ın rızasından başka bir şey değildi. O nedenle fakirlikle şerefi, zenginlikle şerefsizliği yan yana getirerek düşündüm. Oysa her iki kelimeyi yan yana getirerek düşünmemin sebebi, fakirliğin şeref, zenginliğin şerefsizlik getirmesi ya da şerefsizlikle sonuçlanması değildi. Aksini düşünmek servet düşmanlığı- servetin çok matah bir tercih olduğunu düşünenler için- anlamına gelirken, fakirlikte şerefi ya da izzeti pekiştiren bir unsur bulmak da -günümüzde hele- asla mümkün değildi. Nitekim şerefli zengin olmanın karşıtlığının şerefsiz fakirlik olmadığı gibi. Peki derdimize ne oldu da, fakirlikle şerefi zenginlikle şerefsizliği birbirinin tamamlayıcı cüzleri gibi sunduk ya da sunma ihtiyacı hissettik dersiniz?
Nitekim ne fakirlik şeref ne de zenginlik şerefsizlik anlamına gelmiyordu. İkisi arasındaki farkı fark etmek, bunların hayattaki karşılıklarının insanı insan yapan gerçek değerler üzerine değil, insanı insanlıktan soyunduran bir yüzeyellikle malül oluşlarının bize sunduğu resmin ne kadar farkında olup olmadığımızın sorgulanmasına dair duruşumuzla alakalı idi. Üzeri resimlerle kaplı kağıt parçalarının ya da mülkiyetin insanda sınırsız bir abartıyla donattığı malikiyet duygusunun bu denli önemsenmesinin insanın derinlerinde bir yerlerde büyük yarıklar ya da çatlaklar açması başka ne ile açıklanabilirdi ki…
İzzet ve şeref noktasında elle alınırsa, izzet ve şeref, paralı ya da parasız olmaktan bağımsız bir ahlak sabitesidir diyebiliriz. Nitekim sadece zenginliği nedeniyle ilgi ve itibar bekleyen bir zengin, gün olup fakir düşünce, zengin karşısında kendini boynu bükük hisseden bir fakir rolünü benimserken, sadece zenginliği nedeniyle zengine saygı gösteren bir fakir de gün olup zengin olursa, fakirleri ezecek bir zengin olacaktır. Al birini vur ötekine… İkisi de şahsiyet eksikliğiyle malül, ikisi de sadece eksikliğini hissettiği şeylerle güçlü… Elbiselerinden ve rollerinden sıyrıldıklarında ise, geriye hiçbir şeyleri kalmıyor…
Oysa ikisi arasındaki temel fark hakikaten Allah rızası olmalıydı, talip oldukları şey Allah rızası olmadığı için, kavuştukları ya da ellerine geçen şey de Allah rızası olmadı. Çünkü bu fark, zengin ve fakirin, paraya dayalı dünyalık rollerinden sıyrılmalarıyla, hakikaten "kendileri" olmalarıyla su yüzüne çıkan ya da fark edilebilen bir şeydi. Siz buna, ister kalite deyin, isterseniz kumaş… Bunu anlamanın en kolay yolu, elbiseleri geçici olarak değişmeye dayalı bir empati ya da farkındalığı yakalayabilmekten geçiyor. Yani İslam'ın insana, ısrarla düşünmesini istediği şeyden…Yani zenginliğin ve malın bir imtihan aracı, yoksulluğun da bir imtihan vesilesi olduğunu anlamaktan…
Ama bunu yaparken sadece duygulanmak için değil, zekat, yardım ve infak hususunda amel ya da ahlaka dönüşmemiş bir tefekkür için değil, başkalarının ihtiyaçlarını gidermek ve kendimize ihtiyaçlarımızın ötesinde bir dünya kurup, kendi ihtiyaçlarımızı abartmamak için de diyebiliriz. Yoksa, Uruguaylı bir yazarın dediği gibi; "Diken önce fakirlerin ayağına batar." gerçeğini kim değiştirebilir ki… Koskoca bir dünyayı Marksist görmek istemiyorsak, dünyadaki gerçekliği müslümanca kuşanmayı bilmemiz gerekiyor. Dünyadaki olaylara hikmet nazarıyla bakmak, insanın günlük hayatına dair gerçekleri daha güçlü bir şekilde görmemize yarıyorsa, hayata dair yeni bir hikmetten mahrum olmadığımız ya da olmayacağımız anlamına gelir bu. Aksi halde, kader ekranında "kaderi" değil, "kaderci-liği" okuruz hiç farkında olmadan.
Bu da fakirliği sadece gayret ya da kabiliyet eksikliği, zenginliği nefis ve benlik kökenli bir imtiyaz gibi görmemize yol açan bir kibir ve ucub (kendini ve yaptıklarını beğenmişlik) kültürüne taşır bizleri. Aslında o an, hayat içinde göremediğimiz şey sadece kitaplarda okuyup adını bildiğimiz ama canlı canlı yaşadığımız halde farkında olmadığımız "nefsimiz" yani "ene"mizdir. Yani bencilliğimiz, yani güçlü çıkar duygumuz, yani vahşi tarafımız, yani kapitalizme teşne olan çirkin yüzümüz… Demekki günümüzün en güçlü İslami anlayış ve hizmeti, fakiri düşünmek, nefsimizi bu konuda terbiye etmek, "komşusu açken tok yatmamak", başkalarından daha kolay kazandığımız serveti hiç zorlanmadan daha güçsüz ve daha fakir olanlara aktarma ya da onlar için de yeni dünyalar kurabilme erdemini gösterebilmektir.
Ve bunu sadece Allah rızası için yapmanın adına İslam'da "ahlak" dendiğini bilmek ve bu uğurda "ahlaklı toplum" oluşması için çaba harcamaktır. Bunu "din adına" yaptığını iddia etmekse, bazen "din bezirganlığına" düşme tehlikesi ve şüphesini, düşünce iklimimizden uzak kılmamalı. Çünkü bu da "riya insanı olma" ve "riya toplumuna" kayma riskini beraberinde getiriyor. Yani kendini ve başkalarını kandırmayı… Yani Allah rızasından uzaklaşmayı…
Aksi halde İslami kimliğin evrensel standartları, ahlaki muhtevası, toplumsal duruş ve faydaları ortaya konamamış, hayat içinde Peygamberî sünnetin meyveleri toplanmadığı gibi, sinelerde vahyin rüzgarları değil, -Allah korusun- küfrün tahakkümü esecektir…