Kesret Tuzaklarından Vahdete Yolculuk

Hayat kesret tuzaklarıyla doludur. Şekilde, renkte, kokuda, kesret… Zevkte, lezzette şevkte kesret... Acıda, elemde, korkuda kesret... Sarı güneş ışığının prizmada kırılıp yedi renge ayrışması gibi… Kırmızı, sarı, mavi, mor renkleri görüpte onların aslını, geldiği yeri görmeyen bunları ayrı sanır. Hâlbuki hepsi birden çıkmıştır.

Acıların, elemlerin, korku ve kaygıların aslı "Celal" korkusudur. Lezzetlerin zevklerin hazların aslı ise "Cemal" isminin değişik nimetlerdeki değişik tecellilerinden başka bir şey midir? Bir memlekette asayişi sağlamakla görevli bir sürü asker, polis, jandarma görev yapar. Hırsızların, haydutların kalbine korku ve dehşet salarlar... Binlerce polis ve asker bir elden bir merkezden emir alarak insanları korkuturlar. O bir güç, devletin kanunları veya devletin gücüdür. İşte onun gibi, zevklerin, acıların, renk ve şekillerin kaynağı birdir. O da Allah-u Zülcelal dir. Her şey onun isim, fiil ve sıfatlarının sayısız aynalardan akseden görüntüsünden başka bir şey değildir.

İnsanların şirke düşmeleri görüş bozukluklarındandır. Hazreti Mevlana bu hakikati şöyle bir hikâye ile çok güzel anlatır: Efendinin birinin şaşı bir hizmetçisi vardı. Hizmetçisinden şamdan istedi. Hizmetçi masa üstünde iki adet şamdan gördü. Efendisine seslendi.

-Efendim hangi şamdanı istersiniz!
-Oğlum birini kır da diğerini getir!

Hizmetçi birini kırınca öteki de kayboldu. Biri iki gören şaşı bu işe çok şaşırdı. İşte insanlar nefislerinde olan bir takım menfi duygu ve hastalıklar nedeniyle biri iki, biri bin, hatta biri milyon bile görebilirler. Bu hal vahdetin kesret tuzaklarıdır. Bir cismin duvarlara yerleştirilmiş sayısız aynalardaki sayısız görüntüleri o cismin bir oluşunu gizlemektedir. Buradan çıkarılacak ders şu ki, sadece görme duygusunun verdiği kararla hareket etmek insanı her zaman doğru bilgiye götürmez. Bilimsellik adına, "Ben gözümle görmediğim hiçbir şeye inanmam" diyerek gaybi birçok hakikati inkâr edenlerin ne kadar bilimsel takıldığı yukarıdaki örnekle çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Demek ki sadece duyu organları, tek başlarına hakikati belirlemede yeterli güce sahip değildirler. Vahyin ışığına, aklın görüşüne, sezginin gücüne, ilmin rehberliğine de kararlarımızın doğruluğu sunulmalı, bu otoritelerden de onay alınmalıdır. Kur'an birçok ayette, insanların sinelerinde var olan bir gözden bahseder ve baş gözü değil, ama asıl kalp gözü körlerin yolca daha şaşkın olduklarını ifade ederek, insanları beş duyunun dar görüşünden çıkarmayı hedefler. İnsanları düşünmeye, akletmeye, tefekküre ve kalbin onayına önem vermeye teşvik eder. Ahiret inancı gibi gaybi hakikatlerin, sadece baş gözüyle değil, akıl, ilim, hikmet, ahlak gibi vasıfların yardımıyla anlaşılabilen hakikatler olduğunu anlatmak ister.

Günümüzde bilim kesreti vahdete götürmüştür. Evren görünüş olarak, renk, şekil, tad, koku gibi birbirinden farklı sayısız varlıklarla dolu olmasına rağmen o sonsuz sayıdaki farklı görüntülerin, aslında birbirinin aynı olan küçük enerji partiküllerinden meydana gelmiş olduğu açıkça görülmüş ve bilimin serüveni vahdetle son bulmuştur. Yani binlerce seneden beri Resul ve Nebilerin anlattığı tevhid hakikatiyle bilim buluşmuştur. Bu peygamberlerin yaratanla irtibatlarının doğruluğunu tasdikleyen en büyük bir mucizedir.

Normalde gelinen bu nokta, insanları bir olan yaratıcıya imana, iman da dinleri araştırmaya itmeliydi. Bu arayış da zorunlu olarak insanları, tevhidin asıl olduğu ve içinde şirkin zerresine dahi müsaade edilmeyen İslam dinine taşımalıydı. Gerçi Avrupa ve Amerika'da özellikle bilim adamları seviyesinde hızlı bir İslam'a yöneliş gözlemliyoruz. Ama belki hala istenilen seviyede değil. Buradan da şunu anlıyoruz ki insanlar her ne kadar bilimsel takılsalar da, yaşam çizgilerini, bilgilerinden ziyade duyguları belirlemede. Böyle olmasaydı, bilimin Tevhidde karar kıldığı bu yüzyılda teknolojinin zirvesinde ki Batı âlemi Allah'ı üçlemeye utanırdı.

İslam da tevhid akidesine her şeyden ziyade önem verilir. Zira İslam'da ki kulluk anlayışı tevhid temeli üzerine inşa edilmiştir. Allah'ı zatında ve sıfatlarında birlemeyi başa-ramayan insanlar, kulluğun hakkını da gereğince yerine getiremezler.

İslam dininde tevhide ve onun bir semeresi olan ihlâsa verilen önem, tek başına bu dinin Allah tarafından indirilmiş olduğunu ispata kâfidir. Tabii ki aklı olup da ince düşünebilenlere… Yahudi ve Hristiyan din adamlarının İslam'ı karalama çalışmalarındaki temel mantıkta şu vardır. İslam dini Muhammed isimli iyi bir insanın, insanlığı kurtarma çabaları ve Kur'an da bu anlamda Muhammed'in hayat felsefesini ihtiva eden bir iyilik kitabıdır. Hâlbuki Kur'an ve hadislerde ağırlıklı olarak iyililiklerin temelinde aranan ihlâs kavramı, tek başına bu görüşleri hepten çürütür. Zira Hz. Muhammed'in(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) isteği insanların yalnızca iyi davranması olsaydı iyiliğin, nedenini sorgulamazdı. Zira dünya hayatı için asıl olan iyiliğin kendisidir. İnsanlar birbirlerine karşı iyi davransınlar yeter. Dünya hayatı için, onun huzuru için bu kadarı kâfidir. Hâlbuki tek başına iyilik, İslam'ın arzuladığı erdemlilik değildir. İyiliğin Allah için olması çok önemlidir. Yani kalplerdeki gizli niyetin Allah için olması gerekir. Yoksa iyiliklere ahirette mükâfat verilmeyeceği ısrarla vurgulanır. İşte buradan hareketle bile Kur'an'ın hazreti Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tarafından yazılmamış olduğu açıkça anlaşılır.

Zira bütün peygamberler sadece iyiliğin değil, Tevhid ile beraber şirkten arınmış Allah için olan iyiliğin peşine düşmüşlerdir. İnsanların görüşlerini kesretten vahdete, şirkten ihlâsa doğru düzeltmeye gayret sarf etmişlerdir. Kendileri de bu meseleyi şahsi hayatlarında ve kulluklarında önemsemişler ve ümmetlerine de ısrarla tavsiye etmişlerdir. Çünkü hak böyledir. Onları var eden ve insanlar için görevlendiren Yüce yaratıcı da onlardan bunu talep etmektedir. Bu konuda onlara da serbestlik, muhayyerlik yoktur.

Tevhidin biz Müslümanlarca da çok iyi anlaşılması gerekir. Kur'an'da ortaya konulan tevhid anlayışı, kelamcılarca çeşitli biçimlerde sistematize edilmiştir. Buna göre Allah'ın birliği iki şekilde tezahür eder. Bir yaratıcının birliği ki buna tevhid-i uluhiyyet denir. İkincisi kulluk yapılacak ilahın birliği ki, buna da tevhid-i ameli veya iradı tevhid denir. Tüm peygamberler bu tevhid anlayışına çağırılmışlardır. Hz. Muhammed de bu iki tevhidi öğretmek ve gerçekleşmesini sağlamak üzere gönderilmiştir. İlmi birleme, Allah'ta bulunması zorunlu nitelikleri kabul etmek, tenzihi zorunlu olan eksik nitelikleri de reddet-mektedir. Böylece ilmi tevhid Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyen tatil (sıfatları iptal)anlayışından ve Allah'ı yaratılmış varlıklara benzeme (teşbih) anlayışından kurtarır. İlm tevhid, Allah'ı bilgi ve söz düzeyinde tevhid etmektir.

İradı ya da amelî tevhid, ortağı olmayan tek Allah'a ibadeti, sevgi, ihlas, tevekkül ve bağlanmayı, yalnız O'ndan ummayı ve korkmayı, hiçbir konuda O'na eş tutmamayı gerektirir. İradi tevhid, Allah'ı niyet, irade ve amel bağlamında birlemektir. İlmî tevhid ile amelî tevhid birbirinin zorunlu tamamlayıcısıdır. İki tevhid birleştirilmeden İslam'ın öngördüğü tevhid anlayışı gerçekleşmez. Sözgelimi, "Allah, tek yaratıcıdır" diyen kişi "la ilahe illallah" demiş sayılmaz. Tevhid kelimesinin özü, gerçek Allah'a, tapınmaya layık olan, ortağı bulunmayan tek Allah'a kulluk, ibadettir. Bu nedenle Allah'ın her şeyin yaratıcısı, rabbi olduğunu, yaratıcılık ve rablıkta ortağı, benzeri bulunmadığını söylemek yeterli değildir. Bunu söylemenin yanısıra, O'ndan başka ibadet edilecek bir mabud olmadığını da söylemek gerekir.

Allah'ın kulların fiillerinin yaratıcısı olması, tüm evreni idare etmesi ve âlemlerin Rabbi olması gibi gerçekler ilmî tevhidin konularını oluşturur. Bu gibi gerçeklere kevnî gerçekler denir. Allah'ın emrettiği şeylerin sevilmesi, haram kıldığı şeylerin sevilmemesi, O'nun sevdiğine sevgi gösterilmesi, sevmediğinden yüz çevrilmesi, din hükümlerinin O'nun tarafından teşri edilmesi gibi gerçekler de ameli tevhidin öğelerini oluşturur. Bu tür gerçeklere de dini ya da şer'i gerçekler adı verilir. Kevnî gerçeklerle yetinerek dini gerçeklere boyun eğmeyen peygamberlere uymuş sayılmaz, muvahhid olarak kabul edilmez.

Allah'a emanet olun.