Batı’da sekülerliğin doğuşu nasıl oldu?
Sonda söyleyeceğimizi önce söyleyerek giriş yapalım. Ardından sürece kısaca değinerek genel bir yaklaşım sergileyelim.
Sekülerliğe, genel itibarıyla Avrupa’da, özelde Batı Avrupa toplumlarında Katolik Kilisesi’nin hâkimiyet alanının daralması diyebiliriz. Katolik Kilisesi bir başka deyişle Roma Kilisesi’nin Avrupa monarşi yapılarında sergilediği güç kazanımında ve uygulamasında veya en azından güç paylaşımında geriye düşmesidir. Geri düşmesi, yani etkisinin giderek daralmasıdır.
Bu durum, yani daralma, sadece dönemin monarşilerinin egemen olduğu siyaset alanıyla sınırlı kalmayıp, toplumsal yapının diğer kurumlarına örneğin, eğitim, din, aile, ekonomi, serbest zamanlar vb. alanlarına doğru yaygınlaşmasıyla belirginlik kazanmıştır.
Bu süreci tetikleyen unsurlar nelerdir diye bakıldığında ise, karşımıza Katolik Kilisesi’nin değerlerinden uzaklaşması, dönemin bilimsel gelişmelerindeki bulguların kilisenin inanç yapıları ile çelişmesi gibi yaklaşımlar çıkmaktadır. Özellikle, ülkemiz gibi Batı dışı toplumlarda eleştirel bağlamda gündemde çokça yer tutan “din-bilim” tartışmalarına kaynaklık eden de aslında bu yaklaşımın yansımasından başka bir şey değildir.
Bu yaygın kanaatlerin ötesinde, sekülerleşme çalışmalarında ortaya konulan bir “detay” alanı gündeme getirerek, sekülerleşmenin bizatihi “asli hususiyetlerini” yitirmiş olan Hristiyanlığın doğasında var olduğu ve bunun zamanla kendini ortaya çıkardığını da zikretmeden geçmeyelim.
Bu noktada, ortada toplumsal süreçlerin neden olduğu değişim ve dönüşümler var. Sosyolojik olarak bu doğrudur. Ancak buna zemin teşkil eden bir diğer boyut olarak ilgili dini yapının, yani Hristiyanlığın zaten kuruluş sürecinde değişim geçirmiş yapısının da rolü olduğu dikkate alınmalıdır.
Şimdi burada durup, sürecin nasıl bir yapılaşma gösterdiğine kısaca bakalım. Böylece, yukarıda değindiğimiz hususları bir zaman ve mekân çerçevesinde görmeye çalışalım.
Batı ve Doğu dediğimiz bugünün dünyasında sosyolojik teoriler ve kavramlar söz konusu olduğunda başlangıç noktası 16. yüzyıl başlarından itibaren, yani 1500’lü yıllarla birlikte, Batı Avrupa toplumlarında etkisini gösteren bir dizi toplumsal değişim anlaşılmaktadır.
Bu dönem, gündelik yaşamımızda yaygın bir şekilde kullandığımız “modern” kelimesinin sürece tekabül eden formunda yani, modernleşme olarak da adlandırılmaktadır. Modern yani, ‘yeni’, ‘bugün’, ‘şimdi’ anlamları ile geçmişten, eskiden, ayırmakla ikili sınıflandırmanın bir boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernin kendine zıddı olarak seçtiği ikilinin diğer yanında ise gelenek yer almaktadır.
Bu iki temel kavramın yani, modern ile gelenek arasındaki tezat, çatışkı, zıtlaşma bugüne kadar etkisini devam ettirirken, hiç kuşku yok ki, yukarıda değinilen Batı Avrupa’da başlayan sürecin bir anlamda küreselleşerek dünyanın farklı bölgelerinde kendini ortaya koyması şeklinde zuhur etmiştir ve farklılaşmakla birlikte, benzer bir şekilde yayılımını sürdürmektedir.
Modernin, ‘yenilik’ özelliği ile kendine cazip bir alan açmaktaki mahareti kadar, bunu bir tür hedef ve amaç haline getirmek suretiyle bir ideal ortam ve durum olarak belirlemek suretiyle, buna ulaşmayı bir zorunluluk addeden siyasal bir yapılaşmanın da süreçte ortaya çıktığını görmekteyiz. Bunun adının genel itibarıyla kabul gördüğü üzere ulus-devlet yapılaşmasıyla örtüştüğü ortadadır.
Bu değişim sürecinde karşımıza çıkan bir diğer kavram ise sorunuza temel teşkil eden sekülerleşmedir. Öyle ki, modernleşmeyi tanımlamada, anlamlandırmada karşımıza çıkan yapı, dini alanda neler olup bittiğiyle ilişkisi bizi nihai noktada “sekülerleşme” kavramıyla yüz yüze bırakmaktadır.
Yukarıda dönem olarak dikkat çekilen 16. yüzyıl başlarında, örneğin ismini çokça duyduğumuz Martin Luther’in, dönemin Hristiyan Katolik kilisesine yönelik eleştirilerinin ilgili Batı toplumlarında bile-isteye, kasıtlı-kasıtsız yol açtığı dini, toplumsal değişim sekülerleşme sürecini takip edebileceğimiz yapıları ortaya çıkarmıştır.
İşin içine dini boyutun girdiği görülmektedir. Açıkçası bu şaşırtıcı bir durum da değildir. Sosyolojinin adına “kurucuları” denilen 19. yüzyıldaki ilk nesil üyelerinin dahi, farklı bağlamlarda da olsa varlığını ortaya koydukları din/dini yapılar şaşkınlığa yol açmak yerine tastamam var olan, kendinde bir doğallığa gönderme yapmaktadır. Yani pür manada dini gerçeklik, insanoğlunun doğaüstü güçlere yönelik hissiyatı, korunma/ululama gibi bir dizi karakteristikleri, biz buna “fıtrat” diyelim, vahyi dinler söz konusu olduğunda Yaratıcı olgusunun insanoğlunu doğruya davet vb. unsurlarla zaten var olan bir duruma tekabül etmektedir.
Bu noktada, açıkçası sekülerleşmeyle ilgili olarak genel kabul gören yapıdan farklı olarak, bunun Avrupa dindarlığı çerçevesinde ele alınması gereken bir süreç olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. En azından, başlangıç noktasında bunu bu şekilde tespit etmekte fayda var. Sorunuzda “sekülerleşmeler” değil, “Batı’da sekülerleşme” denmesinin verdiği bir tür imkâna da sığınarak, bu hususa ancak bu kadar değinmekle yetinmek istiyorum.
Bu çerçevede, karşımızda Batı Avrupa temelinde ortaya çıkan ve kendini Avrupa toplumlarından başlayarak, diğer bazı süreçlerin örneğin, sömürgecilik gibi yapıların da varlığı ve desteğiyle dünyanın farklı coğrafyalarına ve toplumlarına ulaşan bir dizi toplumsal değişimin egemen yapısıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemekte fayda var. Bu ise tamamen farklı bir konu olmasıyla, ancak bu kadarla yetinmiş olalım.
Çünkü o döneme, yani 16. yüzyıl başlarına değin Batı Avrupa toplumlarında hâkim olan dini egemen yapının siyaset, ekonomi, eğitim, aile gibi toplumsal yapının kurumları üzerindeki tesirindeki büyüklük ve önem giderek yerini ondan bağımsızlaşan bir boyuta terk etmiştir.
Tabii, burada sosyolojinin bize kazandırdığı genelleştirmeci bir bakışa sığınarak süreçlerin bu yönde düz bir satıhta ilerlediği gibi bir anlayış ortaya çıksa da, buna temkinli yaklaşmakta ve Batı Avrupa’da bile irili ufaklı toplumsal yapılarda bu sürecin farklı tarihi süreçler ve değişim boyutlarına konu olduğunu unutmamak gerekiyor.
Bu anlamda, modernleşme sadece Batılı insanın madde ve doğa ile ilişkisinde kendine açtığı hâkimiyet alanı, anlamakla ve anlamlandırmakla kalmamış, bunun ötesinde doğa ve maddeyi dönüştürmesi ve işlemesiyle ortaya koyduğu ve adına endüstrileşme denilen kitlesel üretime imkân tanıyan bir ekonomik ve ardından tüketimcilik özelliği ile kapitalizm temellerine dayalı bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Sekülerleşme tartışmalarında Batı’daki tarihsel ve felsefi zeminin evrensel bir şablon gibi sunulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Batı’nın mekânsal bir değeri var ama aynı tartışmalar İslam dünyasında ne kadar geçerli olabilir?
Öncelikle kolay bir soru ile karşı karşıya olmadığımızı söylemeliyim. Bununla birlikte, mümkün olduğunca açık ve kısa bir cevap vermeye çalışayım. Yukarıda “sömürgecilik” dediğim bir alan açmıştım. Sömürgeciliği, salt bir ticari faaliyetle başlayan ve bunun güdümünde devam eden, ardından askeri varlığın tesiri ve desteğiyle teritoryal hâkimiyete bürünerek siyasal bir nitelik kazanan süreç olarak görülmemelidir.
Bu olgu, yani sömürgecilik insanlık tarihinin son beş yüz yılına damgasını vurmuş en önemli gelişmelerden bir tanesidir. Yukarıda dikkat çekilen sekülerleşme, modernleşme, kapitalizm, ulus-devlet vb. kavramların ve süreçlerin salt Batı Avrupa sınırlarında kalmaması, aksine dünyanın farklı köşelerindeki toplumlara “dayatılmasının” temelinde sömürgecilik olgusu olduğuna ısrarla vurgu yapılmalıdır.
Türkiye’de sömürgecilik konusunda çalışmaların kanımca yeterince ele alınmamış olmasından hareketle yukarıda bahsettiğim bağlamın göz ardı edildiğini düşünüyorum. Bunda iki nedene dikkat çekersek birincisi, Osmanlı Devleti’nin klasik sömürgeleşme sürecine konu olmamasıdır. İkincisi ise, sol ideolojinin “emperyalizm” olgusuna yaptığı vurgudan ötürü sömürgecilik ve bunun temelleri ve süreçlerinin anlaşılmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca, sömürgecilik olgusunu sulandırma konusunda Batı akademyasından başlayarak, bu ilgili çevrelerin bu sürece eklendiğini dikkate alırsak, açıkçası son beş yüz yıllık süreçte Batı coğrafyası dışında olan bitenin hakkı ile değerlendirilebilme imkânının kaçırıldığını iddia etmek mümkün. Bu hususa burada nokta koyalım.
Sorunuzda dikkat çektiğiniz husus, yani evrensellik iddiası... Bakınız, Batı “ırk”/“etnik” kavramlarının ayrıştırıcı öge olarak ortaya koyması sömürgecilik sürecinin bir ürünüdür. Adına antropoloji denilen sözde bilim alanının kökenini, kabataslak bir ifadeyle söylemek gerekirse “öteki” toplumları “kendinden” yani, Batı Avrupalıdan nasıl ayrıştırılması gerektiğinin adıdır. Bu çalışma alanının günümüzde aldığı fantastik yapılanmaya aldanmamak gerekir. Temelinde Batı Avrupa değerlerini, kendinde, anlamlı, bütüncül bir bağlam olarak görüp bunu evrenselleştirmenin zorunluluğu yatmaktadır.
Sekülerleşme olgusunun “evrenselleştirilmesi”, bu sürecin yani sömürgeciliğin kendine içkin halinden başka bir şey değildir. Bu süreci yöneten sömürge yapıları, ulaştıkları coğrafyalarda zaten var olan ticari ve ekonomik ilişkileri çeşitli vasıtalarla yeniden yapılandırmak suretiyle ekonomik kazanım peşinde koşmamışlardır. Bir önceki soruyla da bağlantılı olarak söyleyecek olursak, Avrupa modern dönemde karşısına koyduğu “ötekiler” vasıtasıyla kendini tanımlama/yeniden tanımlamaya başlarken, bir yandan da “ötekini” dönüştürmenin, kendisi karşısında “ikincil” bir duruma indirgemenin, nihayetinde onu “medenileştirmenin” yollarını çeşitli toplumsal kurumlar vasıtasıyla ortaya koymuştur.
Burada, yine “doğrusal” bir ilerleme süreci olmadığına vurgu yaparak, süreçlerin hakikaten son derece karmaşık ve iç içe geçmiş ve hatta tezat bir ifade olacak ancak zaman ve mekân olarak birbirinden ayrışan bir şekilde ilerlediğini söylemek gerekiyor.
Bununla kastettiğim şey, Avrupa’da bir yandan modernleşmeye paralel olarak sekülerleşme bir eğilim ortaya çıkarken, örneğin Atlantik’te İspanyollar ve Hint Okyanusu’nda Portekizliler öncülüğündeki sömürgecilik süreçlerinin dini temelleri ile gündeme geldiğini de hatırlamakta fayda var. Bu nedenledir ki, Latin Amerika’da, Afrika’nın belli bölgelerinde ve az da olsa, Filipinler ve Doğu Timor, kısmen Hint Alt Kıtası örneğinde olduğu gibi, Asya-Pasifik’te Katolikliğin varlığı söz konusudur.
Haddi zatında, Avrupa sekülerleşmesinde Katolik ve Protestan ayrışmasının bile, sömürgecilik bağlamında sürekliliğini takip etmek mümkün. Bu noktada, Katolik İspanyollar ve Portekizlilerden yaklaşık yüz yıl sonra İngiliz ve Hollandalıların sömürgecilik süreçlerinin farklı bir bağlamda ilerlemeye başladığını görmekteyiz.
Bu ayrışmada, Katoliklik ve ardından çeşitli Protestan mezheplerinin gidilen coğrafyalardaki halklar arasında sergiledikleri faaliyetleri ile diyelim ki, İngiliz ve Hollanda sömürgeciliği noktasında seküler bağlamıyla ortaya çıkan süreçlerin ilgili halkları “ötekileştirme” noktasında birleşmeleri oldukça manidardır. Bununla kastedilen husus, Avrupa kendi içerisinde toplumsal ve siyasal dönüşümleri yaşarken, bunu çeşitli düzeylerde gidilen coğrafyalara taşımakla birlikte, nihayetinde karşısında yer alanlar, çok genellemeci bir ifade olacak, “ötekiler” kategorisi altında birleşmektedir.
Sekülerleşmenin sömürgecilikle ilişkisinin ardından İslam coğrafyasında sekülerleşme konusunda birkaç cümle söyleyelim. Yukarıda dikkat çekilen ticaret odaklı merkantilist sömürgecilik olarak adlandırabileceğimiz erken dönem ve teritoryal hâkimiyetin gündeme geldiği geç dönem siyasal sömürgecilik süreçlerinin dünyanın farklı yerlerindeki İslam toplumlarındaki yansımalar farklılık arz etmektedir.
Bununla birlikte, ikinci yani siyasal sömürgecilik sürecinin başat olması bizi şaşırtmamalıdır. Ancak daha önce ileri sürdüğüm üzere, bu dönemin “siyasal” yapısıdır ki, önceki hazırlık süreçlerinin göz ardı edilmesine maalesef yol açmaktadır. Çeşitli İslam toplumlarında Batılı anlamda “sekülerleşme” eğilimlerinin özellikle bu ikinci süreçte gündeme gelmesi, İslam toplumlarının o dönemki egemen Batı sömürgeciliği karşısında sergiledikleri tepkisellik ile kendilerini dönüştürmenin aracı olarak gündeme gelmiştir. Sorunu Batı sömürgeciliği bağlamında ele aldığımızdan karşı karşıya kalınan durumlar noktasında tepki, adaptasyon, çatışma gibi çeşitli süreçlerin farklı ve bir aradalığının olduğuna dikkat çekmekte fayda var.
Sorunun belki de odağı şu... İslam’da sekülerleşme... Açıkçası, burada durup uzun uzun düşünmek gerekiyor. Özellikle de, ilk bölümde değindiğim yani, sekülerleştirici kuvvetinin bizatihi Hristiyanlığın temellerinde yer aldığı hususudur. Bir din olarak İslam’da bu tür bir kuvveden ziyade, bu dine mensup kişilerin dinleri ile irtibatında ortaya çıkan değişik kategorilerin varlığının olduğuna vurgu yapılmasıdır. Bununla, Batı Avrupa’da bir yanda dini alan, diğer yanda tek tek diğer toplumsal kurumlar arasındaki ilişkilerin keskin bir hatla ayrış/tırıl/masına benzer bir yapının İslam dininde olup olmadığı hususudur.
Özellikle İslam dünyasında modernlik ve dini hayatı daha büyük bir sentezde buluşturmanın yollarının aranmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü artık “İslam olmadan önce İnsan olmak” gibi sorgulayıcı ya da nefes aldırıcı söylemler de var. Bu bakış açısı, İslam’ın insanlığa sunmak istediği evrensel algıyla mutabık diyebilir miyiz?
Burada çok temel bir problem var. Ona değinmeden geçmeyelim. O da, sekülerleşme konusunun içine doğduğu sosyoloji biliminin epistemoloji, bilgi kaynağını bu dünya, toplumsal gerçeklik ile sınırlandırmış olmasıdır. Bu tartışma çerçevesinde Müslüman toplumlarda bilgi, gerçeklik vb. kavramları tartışmak bu bilim alanı içerisinde mümkün gözükmemektedir. Bu durum, sosyolojisinin sınırlılığını ortaya koyması açısından gayet dikkat çekicidir. Katolik sosyolojisi, İslam sosyolojisi vb. alanların olduğunu ileri sürenler çıksa da, Batı akademi ve düşün çevrelerinde sosyoloji, sosyal bilim dini alanla ve bu alanın epistemolojik temelleri ile gayet mesafeli olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Bunun ardından, söz konusu bu soruyu yukarıdaki iki sorunun devamı kabul ederek cevaplandırmak istediğimizde, açıkçası “modernliğin” problemli yanının aşikâr olduğunu söylemek gerekiyor. Bunu moderniteye dışardan bakan bizim gibi toplumlar değil, bizatihi moderniteyi üretmiş olan Batı Avrupa’nın kendisi söylemiş olması ve bunu yaklaşık yüz yıl öncesinden başlayarak gündeme getirmesi oldukça manidardır. Bugün yaşanan bireysel varoluşsal sorunlardan küresel siyasal ve toplumsal sorunlara kadar karşı karşıya kalınan açmazın, yine genellemeci bir yaklaşım olacak ancak, modernleşme sürecinin bir ürünü olduğu konusunda bir konsensüsten bahsetmek mümkün.
İslam bir din olarak, kökleri 1441 yıl öncesine değil, ontolojik olarak bakıldığında insanoğlunun başlangıcından bu yana var olan değerleri içermektedir. Yani sahih olanın, asli olanın, geleneksel olanın yeniden hatırlatılması süreci. Açıkçası, fıtratla ilgili bir husus olduğuna vurgu yapılmalıdır. İslam’ı bir din olarak ve bu dinin toplumsal karşılığı olarak İslami toplumların varlığının fıtratla ilişkisi bozulmuş ise (ki ben öyle anlıyorum) bu modernleşme ile hesaplaşma eksikliğinden kaynaklanmaktadır.
İnsanoğlunun ihtiyaç duyduğu ve adına “insan olmak” denilen olgu değil, İslam’ın insanoğlunun fıtratına yaptığı vurgudur. Bununla söylemek istediğim husus, fıtratın kaybedilmiş olması bize insan olmayı getirmeyecektir maalesef.
Bu noktada, Batı ülkelerinde özellikle, 1960 yıllardan günümüze kadar sekülerleşme tartışmalarına baktığımızda, karşımıza çıkan anti-sekülerleşme (anti-secularization), de-sekülerleşme (de-secularization), yeniden dindarlık vb. olguların ana akım kilise karşıtlığı ve geleneksel kiliselerin yeniden dirilmesi gibi çeşitli bağlamları ile dine atıf yaparken, karşısında gizli/açık eleştiriye konu olanın “modernleşme” olduğunu unutmayalım.