Allah’a Kavuşmaya Talip Olmak... / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

İman eden, Allah’a (C.C.) inanan bir insan hayatın kıymetini nasıl bilmez ve onu sadece değersiz dünya metaını kazanmak için harcar. Bu, gerçekten çok derin bir gaflet hali. Bu insanlarda ya iman problemi var ya da akıl problemi. Temel soru şu olmalı: “Ben dünyada imtihan olacağım ve sonra da kendimi geliştirmek, nefs hastalıklarımdan kurtulmak için çalışmayacağım; bu şekilde imtihanı kazanmak mümkün mü?..”

Ama gördüğüm kadarıyla kimsede akıl problemi yok, dünya işlerinden iyi anlıyor ona iyi çalışıyorlar. O halde demek ki iman problemi ortaya çıkıyor. Bir insan günaha düşebilir, önemli olan hedefin belirlenmesi ve hedefe doğru yola çıkmak. Hedef Allah (C.C.) rızası için kendimizi geliştirmek... Bu talebi içinde söndürmeyen, hep yaşatan bir insan yolda giderken bazen durup dinlenebilir, bazen bir kazaya maruz kalabilir, yerinde bir müddet sayabilir ama asla yürüyüşünden vazgeçmez. Hedefe kilitlendikten sonra yolda başına gelen her türlü kazalardan, duraklamalardan korkmaz. Çünkü bu kişi mutlaka hedefine ulaşacaktır.

Hedef nedir o zaman? Allah’a (C.C.) kavuşmak, mülâki olmak, bunu ölmeden başarmak. Yahut bunu ölmeden başaramasak da bu yola girmek ve bunun için bir ömür çabalamak. Tasavvufta bu mücadele var, o yüzden ben tasavvufu önemli ve gerekli buluyorum. Nitekim Rabbimiz âyet-i kerimede bu çabamızı hem doğruluyor hem de bu çabanın mutlaka karşılığı olacağını şöyle haber veriyor: “Ey insan! Şüphesiz, sen Rabbine (kavuşuncaya kadar) çalışıp duracak ve sonunda (mutlaka) çalışmanın karşılığına kavuşacaksın.” (İnşikâk, 84/6)

Böyle bir kavuşmayı muhal gören, buna inanmayan kibirli, gururlu âlim tipler var. Akademik unvanları veya ilimleri onları kibir ve ucb denen iki tehlikeli kalp marazının içine atmış, hakikati göremiyorlar. Keşfe, kerâmete, mûcizeye inanmadıkları gibi bunu da imkânsız görüyorlar. Bu kavuşma uzaktaki iki kişinin yürüyerek birbirine kavuşması gibi değil ki Rabbimiz bize zaten bizden yakın:

“Şu kesin bir gerçektir ki, insanı elbette Biz yarattık ve (her an) nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16)

Gördüğümüz gibi Rabbimiz bize bizden yakın ama biz ona uzağız. Sebebi kalpteki perdeler... Evinin pencerelerini kalın perdeyle kapatan insanlar gibiyiz, bu halde güneşi inkâr ediyoruz. Güneş dışarda hazır; sen pencereden perdelerini indir ki güneşi göresin. Rabbimiz de müminlerin kalbine her daim nurlarıyla tecelli edip durmakta ama bunu perdeleri açanlar görebiliyor. Öyle ki bu görüşle cezbeye kapılıyor, Allah aşkının huzur ve neşesi ile bu dünyada mutlu bir şekilde yaşıyorlar. Ahirette de rû’yetle müjdelenen kullar içinde olacak onlar. Nitekim Derviş Yunus’u, Âşık Yunus yapan, Velî yapan; Celâleddin Rûmi’yi, aşk ve hikmet ehli Hazreti Mevlânâ yapan o tecellilerden başkası değildir... Bu perdeler ne o zaman?

Birincisi, itikadı düzeltmek, yani Ehl-i Sünnet’in ortaya koyduğu iman esaslarına inanmak. İkincisi, çok zikir yapıp salih amel işlemek. İşin daha kolay yolu ise ehil bir mürşit önderliğinde kalbini Allah dışındaki düşüncelerden tasfiye, nefsini de tüm kötülüklerden tezkiye etmek; yani kibir, ucb, haset, riya, cimrilik, bencillik gibi marazlardan kurtulmak, temizlenmek... 

İnsanların Çoğu Boş Bir Gurur İçindeler

Maalesef insanların çoğu gurur içindeler; öyle ki ateşin içerisinde oldukları halde kendilerini cennetlik sanıyorlar ve tedaviye cevap vermiyorlar. İnsanları önce bu boş gururdan kurtarmak lazım. Bunun için gerçekten işin ehli murakıplara veya mürşidlere ihtiyaç var. Zira gerçek murakıplar veya mürşidler; insana terbiye ve tezkiye olmamış hali ile nefsinin ne kadar potansiyel bir kötülük kaynağı olduğunu gösterirler. Bu şekilde, vicdanlı ve kabiliyetli kişileri, nefsi ile mücadeleye sevk ederler. Diğer avam Müslümanlar ise nefslerinin kötü taraflarından bihaber olarak, hatta kendilerini çok iyi Müslüman sanarak yaşar giderler. 

Bu sohbetlerin iyice anlaşılması için önemine binaen sıklıkla tekrar ediyorum.

Peki, nefsler iyi midir? Hayır, zira şu ayette de nefslerin kötülüğü açıkça belirtilir:

“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (Yûsuf, 12/53)

Kur’ân ve sahih hadislerde bu mesele açıkça belirtilir. Bu durum yaratılıştan, nefsin yapısından gelir ki Allah’ın (C.C.) insanlara verdiği bir şeydir, yani kimse sonradan bunu kazanmış değildir. Allah (C.C.) insanlara nasıl güzel huyları paylaştırmış ise aynı şekilde kötü huyları da paylaştırmıştır. Çünkü imtihan gereği bu böyledir. Bunu böyle kabul etmek ve bundan dolayı kendimizi kötü hissetmemek zorundayız.

Mesela nefsler kâfir diye biz de kâfir miyiz? Hayır, nefsimiz kâfir olsa da elhamdülillah biz Müslümanız. Aynen bunun gibi nefsimiz cimri, kibirli, haset, bencil... diye biz kibirli, cimri, haset olamayız. Çünkü biz sadece nefsten ibaret değiliz ki, o bizi tek başına temsil etsin. Ruhumuz, kalbimiz, aklımız, bize verilmiş güzel huylarımız, güzel değerlerimiz var. O sebeple bir kişi nefsinin hastalıklarına bakarak kendini kötü hissederse bu cahillik ve akılsızlık olur. Nefsimiz bizim sorumlu olduğumuz alanımızdır. Onun marazlarıyla hastalıklarıyla mücadele etmekle emrolunduk:

“O hâlde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğiniz için harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Teğâbun, 64/16)

“Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz onun varacağı yer, ebedî yurdu cennettir.” (Nâzi’ât, 79/40-41)

Bunlar gibi daha birçok ayette Rabbimiz bizim bu marazlarla mücadele etmemiz gerektiğini belirtir. İmâm-ı Gazâli nefsiyle mücadele eden insanı aslanla boğuşan insana benzetir. “Aslanla boğuşmayı göze almak büyük bir yiğitliktir.” der.

“Kimi insanlar vardır bu boğuşmada galip gelmiş ve aslanı teslim almışlardır ki bunlar Allah’ın (C.C.) veli kullarıdır. Kimi de nefsini yenemese de mücadeleye devam etmektedir. Bu ikisi de birbirinden aşağı kahramanlar değildir.” der. Yani bu durumda bizler nefsimizle mücadele ettikçe aslanla dövüşen kahramanlar gibi cesur ve şerefli insanlarız, bunu bilmek ve unutmamak lazım.

Sohbetin başında “İnsanlarda boş gurur çok” dedik. Bu gurur; kibir, ucb veya ahmaklık gibi kötü duyguların tehlikeli bir sonucudur. Bu tür kişiler hatalarını görmeye ve dolayısıyla tevbeye ve değişmeye kapalıdırlar. Zamane âlimlerinde bu duygu çok fazladır. Hadislere saldıran, mezhep imamlarını ukalâca eleştiren, evliyalara dudak bükenleri görürseniz, rahatça bu tür kişileri tanıyabilirsiniz. Ben maalesef zamanımızda koca koca profesörlerin, meşhur hocaların birçoğunu hep bu gurur içerisinde görüyorum. Hatta bu kişiler ilimleriyle öyle bir düzenbaz ve hilebaz olmuşlar ki sormayın gitsin. Yani ilimleri ile bu gururlarını öyle bir şişiriyor ve çevresindeki kişilere öyle bir zarar veriyorlar ki insan çileden çıkıyor. İmâm-ı Gazâlî işte böyle âlim geçinen bu gururlu kişilerin tahlilini şöyle yapıyor: “Bu kişiler ilim ve amellerine güvenen, kendi haklarında aşırı hüsn-ü zan sahibi kişilerdir. Aslında boğazlarına kadar günah ve kötülük içinde olmalarına rağmen bir iki güzel ameline güvenerek kendilerini kurtulmuş görürler.”

Allah(C.C.) bizi hem bu duyguların ve hem de bu tür kişilerin şerrinden korusun inşallah. 

Ben de insanlar içinde bu hastalığa yakalanmayan insan görmedim desem doğrudur. İnsanlar normalde manevi anlamda çok hasta oldukları halde, “Sende kibir var mı?” diyorsun, “Yok!” diyor, “Cimrilik var mı?” diyorsun” “Yok!” diyor, “Merhametli misin?” diyorsun, “Evet!” diyor ama bunların hepsi yalan. Bu yalanının farkında bile değil, belki işte bu nedenle insanları bu boş gururdan ancak tasavvuf ehli gerçek mürşidler kurtarabilir ve bu sebeple ehil mürşitlerin kıymetini bilmek lazım diyorum.

Son olarak şunu da söyleyeyim ki Müslüman’ın kâmilinde, akıllısında, iffetlisinde görülen ve kibre benzeyen bir duygu daha vardır ki bu duygu diğeri ile asla aynı değildir. Yani, insanın kendine kötülükleri veya günahları yakıştırmaması, şahsiyet sahibi olup bu şahsiyetine sahip çıkması, zilletten kaçınması dışardan kibre benzer ama bu duygu beğenilen şeydir. Bunun adı İslam’da “izzet-i nefstir”, vakardır. Bir Müslüman ahmakça olan boş gururdan uzak olmalı ama izzet-i nefsinden de asla taviz ve ödün vermemelidir.

Allah’a (c.c.) emanet olun...