Ruh Bantlarımızdaki Şifre "Ebediyet Arzusu"

“Öğrenmek hatırlamaktır.” (Platon)

Aslında ateist kendi fıtratına savaş açtığı, inanç bağlamında inanmadığı için buna cennet diyemiyor da cenneti yeryüzüne indirmeye çalışıyor. Komünizm dediğimiz şey, insanın ruh bantlarına kodlanmış cennet arzusunun ateistteki sapmış tezahüründen başka bir şey değildir.

İslami terminolojide “zikir”in manası “hatırlamak” demektir. Kur’ân’ın bir diğer adı da “Ez-zikr”dir, yani hatırlatan. Bizler aslında birtakım bilgileri hatırlayan konumdaki varlıklarız. Bu konu gerek felsefede gerekse bilimde tartışmalara neden olmuş bir mevzudur. Biz bu dünyaya boş bir sayfa olarak mı geldik, yoksa doğuştan birtakım bilgileri beraberimizde mi getirdik? 

Şu bir gerçek; Allah insanı yaratıp dünyaya gönderdiğinde insan bir “sıfır varlık” olarak gelmiyor. Birçok bilgi insana kodlanmış bir vaziyette geliyor. Bu fizyolojik olarak da doğru, ruhî olarak da… Fizyolojik olarak böyle olduğunu nasıl biliyoruz? Çünkü genleri itibariyle, kromozomları itibariyle çok müthiş bilgiler yüklenmiş olarak bu dünyaya geliyor insan. Yani bu tıbbî, bilimsel bir gerçek. İnsanın bir tek kromozomunda üç katlı bir apartman dolusu kitap boyutunda bilgi kayıtlı. Üstelik bu bilgi insanın her hücresinde var. Düşünebiliyor musunuz bu müthiş bir bilgi… Aynen bunun gibi bizim ruhumuz da genlerimiz gibi bir nevi kodlanmış olarak geliyor. Aslında bu sadece insana mahsus bir bilgi de değil. Allah’ın yaratmış olduğu bütün canlı varlıklarda “a priori” (önsel) bilgi mevcuttur. Bazen belgesellerde izliyoruz.  Hayvan doğum yapıyor, doğan hayvan yere düşer düşmez kalkıyor, ilk işi annesinin memesine yapışmak oluyor. Şimdi bunun annesinin memesine yapışmasındaki neden, şüphesiz açlık içgüdüsü. Fakat annesinin kuyruğuna, ayağına değil de neden memesine yapışıyor?.. Orada süt olduğunu nereden biliyor? Bu hayvan hiçbir eğitimden geçirilmedi. Hiçbir şartlanmaya tabi tutulmadı. Orada süt olduğunun bilgisi kendisine kesinlikle dış faktörler tarafından aktarılmadı. Demek ki orada süt olduğunun bilgisi “doğuştan getirilen” bir bilgi, “kodlanmış” bir bilgi. İşte bu aynı zamanda Allah’ın varlık delilidir… 

İşte namaz da böyledir. Peygamber Efendimiz namazı tanımlarken “şükretmek” şeklinde tarif ediyor. Peygamber Efendimiz sabahlara kadar namaz kılıyor, ayakları şişiyor… Hz. Aişe “Ya Resulallah siz gelmiş geçmiş en büyük insansınız, niye kendinizi bu denli yoruyorsunuz?” dediği zaman Peygamber Efendimiz “Ben şükreden bir kul olmayayım mı?” buyuruyor.  Şükür, yani “teşekkür”. Teşekkür, ihsana karşı bir mukabeledir. Yani bir insan iyilik karşısında teşekkür etme ihtiyacı hisseder. Şimdi etrafınıza bir bakın; insanlar teşekkürlerini ifade ederlerken evrensel birtakım ritüeller sergilerler. İster ABD’de, ister Japonya’da olsun; bu ritüeller evrenseldir. Mesela bir gösteri sahnesinde veya bir tiyatroda alkışlanan göstericiler buna karşı bir teşekkür ifadesi olarak eğilirler. Veyahut da insanlar saygı duydukları kimselerin karşısında bir teşekkür ifadesi olarak el pençe divan dururlar. İşte bunun gibi insanların teşekkür ifadesi olarak sergiledikleri üç temel duruş vardır. Bunlardan bir tanesi el bağlamaktır, ikincisi de eğilmektir, tiyatrocu örneğinde olduğu gibi. Üçüncüsü ve en belirgin olanı ise yere kapaklanmadır. Kralların ve padişahların huzurunda insanların yere kapaklanması gibi. Dikkat edin; bunlar aslında namazın ritüelleridir. El bağlamak kıyamdır, eğilmek rükûdur, yere kapaklanmak da secdedir. Yani buradan anlaşılıyor ki, insanların ihsana karşı sergiledikleri temel davranış kalıpları, insanın ruh bantlarına kodlanmış… Bu aslında Peygamber Efendimiz’in (sav) teşekkür ifadesi olarak tanımladığı namazın, bütün insanların ruh bantlarına evrensel olarak kodlandığını göstermektedir. Eğer siz bunu kuralına göre yani Allah’ın (cc) emrettiği bir şekilde yerine getirirseniz, bunun adı “namaz” oluyor. Eğer siz bunu kurallı olarak yerine getirmezseniz, o zaman da kula kulluk etmiş olursunuz. Çünkü bu sizin ruh bantlarınıza kodlanmıştır. Bunun anlamı şudur: Allah’a eğilmezseniz fıtrî olarak kullara eğilirsiniz. O nedenle namazın, “a priori” bir bilgi şeklinde insanın ruh bantlarına evrensel bir ritüel olarak kodlanmış olduğu anlaşılmaktadır.   

Carl Jung da “kollektif bilinçaltı” adı altında bazı insanların evrensel olarak aynı davranış kalıplarını sergiliyor olmalarının altındaki temel faktörü araştırmış ve benzer sonuçlara ulaşmıştır. Yani nasıl ki biz, genetik kartlarımız itibariyle bazı bilgileri getiriyoruz, aynı şekilde ruhsal olarak da birtakım davranışlarımızın altındaki temel faktörler taa eskilerden intikal ediyor…

Komünizm dediğiniz şey nedir? Marx bakıyor ki “Dünyada müthiş bir çatışma var, sınıfsallık var; herkes birbirini yiyip duruyor… Peki, bu çatışmanın temel faktörleri nelerdir?” diye düşündüğünde gözlem yapıyor, gözlemliyor. Güzel de gözlemliyor. Zaten komünizmin özelliği budur, tespitleri ve teşhisleri doğru fakat sonuçları yanlış!.. Bakıyor ki insanlar arasındaki çatışmanın nedenlerinden birisi din’ler. Din yüzünden birbirini yiyor insanlar diye düşünüyor ve “Din afyondur.” diyor. “Öyleyse dinler mülga, dinleri ben kaldırdım!” diyor. Başka ne diyor: “İnsanlar arasındaki çatışmanın bir diğer nedeni de nasyonalite, yani ırklar. Sen Türksün, sen Japonsun, Ermenisin, beyazsın, siyahsın diyerek insanlar çatışıyor.” Dolayısıyla nasyonalizm yerine enternasyonalizmi ortaya koyuyor. “O halde milliyetler de mülga, yani milliyeti bir kenara bırak!” diyor. Bir diğer çatışma nedeni de insanlardaki “mülkiyet duygusu”. Yani bakıyor ki insanların bir kısmı zengin, bir kısmı fakir. Bu, sınıfsallığa yol açmış, çatışmaya yol açmış. Kendince onu tasnif etmiş, kavramsallaştırmış. Fakir fukaraya “proleterya”, zengin kesime de “burjuva” ismini veriyor. “Bunların da aralarındaki sınıfsal çatışmanın temelinde mülkiyet yatıyor.” diyor. “Onun da temelinde yatan özel mülkiyet, o halde özel mülkiyeti kaldırırsak bu işi kökünden çözeriz.” diyerek özel mülkiyeti kaldırıyor, “ortak mülkiyeti” öngörüyor. Komünizm dediğimiz şey aslında ana hatlarıyla bunlar. Yani özetle diyor ki: “İnsanlar arasındaki çatışmanın nedenlerini ben ortadan kaldırırsam barışı da otomatik olarak tesis ederim.” Komünizmin özü budur çekirdek olarak... “Dinler mülga, ırklar mülga, mülkiyet mülga, sınıfsallık mülga, herkes kardeş, herkes eşit, çatışmalar da ortadan kalktı…” Ohh mis gibi... Bu, aslında cennetin tarifi. Cennette din, ırk, mülkiyet ve sınıf çatışması gibi bir olgu söz konusu değildir. Bunlar aslında düpedüz cenneti tarif ediyor. Ama adam ateist olduğu için cennete inanmıyor. Komünizmin inanç bağlamındaki özelliği de ateisttir. Yani ahirete inanmaz, Allah’a inanmaz… Ama ahiret duygusu, ebediyet duygusu öyle güçlü bir duygudur ki insanın ruh bantlarına kodlanmıştır. İşte bu cennet duygusuna Komünist terminolojide ütopya da deniyor; “Ütopik Sosyalizm” şeklinde de ifade edilir bu.  Yani hiçbir farklılığın olmadığı, çatışmalara sebep olarak hiçbir sınıfsallığın olmadığı bir özlem, yani cennet. Bu özlem insanın ruh bantlarına kodlanmıştır. Fakat ateist kendi fıtratına savaş açtığı için, inanç bağlamında buna inanmadığı için, buna cennet diyemiyor da cenneti yeryüzüne indirmeye çalışıyor. Aslında komünizm dediğimiz şey insanın ruh bantlarına kodlanmış cennet arzusunun ateistteki sapmış tezahüründen başka bir şey değildir. Adam ateist ve fıtratına savaş açmış. Öldükten sonra böyle bir yerin olabileceğine inanmadığı için de bunu bu dünyaya taşımak istiyor. Bu da aslında “a priori” bir bilgi… 

Yine mesela sanat eserleri ortaya koyan bir ateiste sorsanız “Bunları yapmaktan maksadınız nedir?” diye, “Adım anılsın.” şeklinde cevap verecektir. Oysa düşünse: “Ben öldükten sonra adım anılsa ne olur anılmasa ne olur!..” Ben nihilistsem yani öldükten sonra yok olacaksam, “hiç” olacaksam adım anılsa ne olur anılmasa ne olur sonucuna ulaşacaktı. Görülüyor ki bu durum da insanın ruh bantlarına kodlanmış olan “ebedilik” duygusunun ateistteki tezahürüdür. İnsanın ruh bantlarına kodlanmış bilgiler aslında bunlar. Fıtratında ebedilik olan bir ateist, fıtratının aksine, öldükten sonra “hiç” olacağına inanıyor, ama bir taraftan da bu arzu ruh bantlarına kodlanmış olduğundan bunu da bastıramıyor ve  “adının anılmasını” istiyor. Hâlbuki sen zaten ebedisin... Ölüm dediğimiz şey, boyut değişikliğinden başka bir şey değil ki zaten. 

Yine ateist insanlardan çok duyarsınız: “Bunu tarih yargılayacak!” diye bir söz söylerler. Yani pozitif hukukla elde edemedikleri hak arayışlarını bu şekilde ifade ederler. Bu durum da insanın ruh bantlarına kodlanan “adalet arayışından” başka bir şey değildir. Bunun İslamî terminolojideki karşılığı aslında “Mahkeme-i Kübra”dır. Oysa mutlak adaletin bu dünyada tesisi mümkün değildir, buradaki adalet izafidir. Bu konuda da inanan, inanmayan herkes hem fikirdir. Bu dünyada mutlak olarak adaletin tecelli ettiğine kimse inanmaz. Mutlak adalet ahirette yerini bulacaktır. Ateistte ahiret inancı olmadığından bu dünyada mutlak adaletin yerini bulmasını fıtrî olarak istiyor ama inançsız olduğu için de soyut olarak bunu “tarihe” atfediyor. 

Asıl adalet bizim “hesap günü” dediğimiz gün yerini bulacaktır. İslamî terminolojide “boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkını alacağı gün” adalet yerini bulmuş olacaktır... Demek oluyor ki genetik olarak birtakım bilgileri doğuştan taşıdığımız gibi, ruhî birtakım bilgilerin de doğuştan taşıyıcısıyız. Aslında dünyadaki bilgilerimizin önemli bir kısmı “kodlanmış kripto bilgiler” olarak bu dünyaya geliyor, vakti saati geldiği zaman da onlar teker teker açılıyor. Bu açılımın pozitif dünyadaki yansıması bilimdir. Bilim dediğimiz şey aslında yeni bir şey yaratmak değil, var olanın farkına varmaktır. Arşimet’ten önce de “su kaldırıyordu”, Newton’dan önce de “yer çekiyordu.” Bu şahıslar sadece evrene sinmiş olan söz konusu bilgileri fark ettiler. O bilgiler zaten vardı; bu bilim adamları onları yaratmadı, sadece fark etti. Yani aslında o bilgiler “kripto, şifre.” Vakti saati geldiği zaman o şifreyi çözdü insanoğlu, “hatırladı.” İnsandaki bilgiler de aslında hatırlamaktan başka bir şey değil. İşte zikir dediğimiz keyfiyet, hatırlamak anlamına gelir. İnsan kelimesi de “nisyan” kelimesinden türemiştir. Nisyan “unutmak” demek. Demek ki birtakım bilgileri bize Allah yükledi, bir nevi formatladı fakat bu dünyaya gelirken biz o bilgileri unuttuk… Dolayısıyla unutulan bilgilerin şu an gündeme gelmesi hatırlamaktır, yani “zikir.” Biz zikir yoluyla aslında kalbimizi inkişaf ettirerek, birtakım “izafî gayb” olan bilgilerin deşifresini yapıyoruz. Demek ki aslolan, bilgilerimizin hatırlanması… İşte “İkra” sırrı da burada ortaya çıkmış oluyor. “İkra” buyuruluyor ilk ayette, yani “oku.” Okuma yazma bilmeyen ümmî bir Peygamber’e Allahu Teâlâ “ikra” buyuruyor. Ama okuma yazma yok, o halde burada “oku” derken hatırlamak kastedilmiş olunuyor. Yani Allah (cc) buyuruyor ki: Ben size bütün bilgileri yükledim, evrene yükledim, her tarafta var… O halde “İkra!” emrinin manasının, zahiri olarak bildiğimiz manada “açıp bir şeyi okumaktan” öte, “kâinatı ve insanı” okumak yani fark etmek olduğu ortaya çıkmış oluyor. 

Ayrıca, Allahu Teâlâ’nın Hz. Adem’e tüm varlıkların isimlerini öğretmiş olmasının da bu bağlamda insan ve varlığa dair tefekkür dünyasında yeni ufuklar açacağını değerlendirmenin mümkün olduğunu düşünüyoruz.