İnsan İlişkilerinde Adam Gibi Adam Olmak

Sahici insan ilişkilerinin doğasının kaldıramayacağı en önemli unsur mekanikliktir. Çünkü insan makine değildir. Hayatın yatay ve dikey tüm ilişkilerine açık, çok yönlü bir varlıktır insan. Dolayısıyla bu çok boyutluluk aynı zamanda her türlü sıradanlığın da düşmanıdır. Her yerden “kazık yemiş” insanlar “gözyaşının” “acının” “bir yudum huzurun” kıymetini daha iyi bilirler. Dostluğun ve vefanın da… İçinde cıvıl cıvıl neşeyle gezen insanların başkalarıyla ilgili “diğergam kaygıları” yoksa sadece kendisiyle ilgili neşesi, içinde “insanlık neşesi” taşımayan bir cıvıklıktan öteye geçmeyecektir. O nedenledir ki, vakarlı insanlar kendi iç dünyalarında “aşırı saygı ya da cıvıklık” gibi gel-git oyunlarına düşmezler. Sıfat haline getirdikleri güzel ahlaklarının huzuruyla yaşayan muhkem bir abideye benzer onlar. Şahsiyet abidesine… Aslında kendini arayan insanların en yakın dostları, yeryüzünde böyle bir ahlaka sahip “sahici insanlardır.”  

Dönemin padişahı Hacı Bayram Veli Hazretlerine: “Müridlik imtiyazıyla vergiyi az vermeye hevesli mürit topluluğunun sayısını bildir bana” deyince “Tamam, bildireyim” diyor. İmtihan etmeye kalkıyor. Sonra bir bakıyor, bir erkek, bir de hatun kalıyor. Milletin çoğu kaçıyor. Hazret bildiriyor: “Bir buçuk müridim varmış, sadece onları vergiden muaf tutalım…” diyor. O yüzden hakikate talip olan sahici insanlar her zaman azdır. Yoksa sahici insanlar konuşmasalar bile hepimiz biliriz ki onların ilişkileri gerçektir. Ayette “Rabbin bal arısına vahyetti.” diyor. Gönlü açık olana tecelliler de açık, konuşmaya ne hacet… Sahici insanlar sırf bu tecellilere bakar, keyif yaparlar. Bir adamın illa da DNA’da kaç tane atom olduğunu bilmesi şart değil, yüreğinin derinliklerinden gelen sesi, “Allah’ı haykırması için…” Öyle değil mi? Yeter ki sezsin, hissetsin, onunla var olsun… 

İnsanın en büyük çilesi. “Ben neyim, nereden geliyorum, ne olacağım?” sorusu. Bu sorular çok sade geliyor ama gerçekten yükü çok ağır, cürümü çok ağır sorular bunlar. Çünkü işin sonunda mükâfat büyük, ceza da büyük… Tabi işin hamurunda cehenneme bile layık görülecek kadar kıymetli olmak var. Bir de cenneti Allah’ın rahmeti vesilesiyle hak edeceğini bilecek kadar nerede durduğunu bilmek var. Çok farklı şeyler bunlar… 

İnsanın kendine dair irfanı diyoruz ama aslında insan irfan adına dahi olsa, durmadan kendini anlatırken, aslında Allah’ı anlatıyor. Ne kadar muhteşem bir şey bu... Çünkü Peygamber Efendimiz “Hiçbir şey yok iken Allah vardı.” buyuruyor. Ubeydullah Ahrar Hazretleri de “Dünyayı süslü bir mezar gibi, (herkesi ölü gibi) gör. Bir Allah kalsın, bir de sen. Sen de aradan çekil, sadece Allah kalsın.” demiyor mu? Zaten sadece Allah var. İnsanlar, gölgenin gölgesinin gölgesi gibi. İmam-ı Rabbani Hz. “Allah ötelerin de ötesinde, ötelerin de ötesinde, ötelerin de ötesinde.” diyor, düşündürmek için. Yoksa Allah zamandan, mekândan münezzehtir. Allahu Teala’nın en çok varlığını gösterdiği yer “kulun kalbi.” Bediüzzaman Hz.’ne II. Dünya Savaşı sırasında “Efendim, dünyada savaş oluyor. Ne yapıyoruz?” diye soruyorlar. “Her şey halkalar içindedir. En küçük halkada, en küçük dairede yapılacak büyük işler var, o da kalp dairesi.” diyor. Dolayısıyla insanın kalp dairesi çok mühim… 

Demek ki insanın en büyük derdi “hakikat arayışı.” Hakikati ararken insan “kendimi arıyorum” diye yola çıkıyor, fakat aslında Allah’ı arıyor. Çünkü insanın içine yaptığı bütün yolculuklar insanı Allah’a yöneltiyor. En önemlisi de ahlakta düğümleniyor konu. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmakta... Evet, biz Peygamber Efendimiz’i taklit ediyoruz, Allah’ın ahlakıyla ahlaklananı taklit ediyoruz. İşte marifet ilminin hikmeti de bu. En çok (eşyanın hakikati de dahil) onlar bildikleri için, insanı da en iyi Yaradan bildiği ve sonra da bildirdikleri bildiği için örnek alınacak onlar…   

Ama insan sahici ilişkiler adına en çok neyi taklit etmek ister? Riyadan bıkan adam, ihlası taklit etmek ister. Hasetten, gururdan, kibirden bıkan adam samimiyeti, empati yapmayı, delikanlılığı taklit etmek ister. Tabi insan için bu iş aslında çok ciddi. Bunun için de bütün o nefs hastalıklarından, kibirden, riyadan, enaniyetten, hasetten bıkmak lazım. Bunlardan bıkmadan adamın gerçek kendisiyle buluşması, kendi içindeki kendi “ben”ine ulaşması imkansız görünüyor. Çünkü bunlar insana sonradan verilmiş hastalık gibi şeyler. O hastalıklardan bıkmadan insanın kendi varlığıyla, varlık nedeniyle hesaplaşması mümkün görünmüyor. Yani bir mekana gittiğinizde oradaki eşyalar nasıl tanımlanıyorsa, insan da nefs hastalıklarıyla, ruhi güzellikleriyle tanımlanıyor. Nefse dair hastalıklardan bıkmadan da marifet anlamında kendinizi bulamıyorsunuz. O yüzden büyükler “nefs hastalıklarının hepsi aptalcadır” diyor. Yani kaç kişi kibrinden, hasedinden, riyasından arınmak gibi bir mücadele içine giriyor? Kendimizi Allah’a en çok yakın hissetmek istediğimiz zamanlar, işin tabii akışı haricinde, mesela kandil gecelerinde, bayramlarda; “Ya Rabbi! Beni nefs hastalıklarımdan, kalp marazlarımdan, kibrimden, riyadan, hasetten kurtar.” diye dua eden, böyle irfani, entelektüel bir dua şekline sahip adam duydunuz mu? Çok azdır herhalde… 

İslam âlimleri Müslümanlığı tanımlarken “iman, ibadet, ahlak ve cihat” üzerinde duruyorlar. İman, ibadet bir şekilde, olduğu kadar var… Bu zaman, zaten az amelle çok şey kazanma zamanı. Kaldı ki işin kuralında Hazreti Peygamber’e dahi “Ya Resulallah, bu kadar ibadet ediyorsun. Senin geçmiş, gelecek günahların affedilmedi mi? Zaten makamın belli değil mi?” denildiğinde “Her kul Allah’ın rahmetiyle cennete girer.” diyor. “Sen de mi Ya Resulallah?” diye sorulunca “evet” diyor. Bu işin ucu, bucağı yok. Demek ki istediğin kadar âbid olabilirsin. Ama sonunda kendi varlığını sorgulayıp, kendinden menkul bir varlık olmadığını, bütün varlığının Allah’a bağlı olduğunu, Allah’tan olduğunu, Allah’tan gelip yine Allah’a gideceğini düşündüğünde insan geri dönüp “Ya Rabbi! Affet…” diyor. Evet, bunun adına da “kulluk” deniliyor. Böyle düşünmeyi başardıktan sonra ahlak ve cihada dair kaygılar sorgulandığında güzel ahlaka talip insanların, böyle kaygıları olan insanların ne denli az olduğunu özellikle bugün görmemek mümkün değil… İşin cihad boyutu zaten başlı başına İslam’a hizmet ve şuur boyutu… İslam’ı bu asırda en güzel şekilde anlatma gayreti, örnek olma kaygısı, milletin imanını düşünme hassasiyeti… Hepsi de imanın üst düzeyde tezahürleri…   

Öyleyse insan, bu hakikate talip olma sürecinde, Allahu Teala’yla riyasız, garazsız, ivazsız sahici ilişkiler nasıl kurabilir acaba? Bu güzel bir lâftır. “Riyasız, garazsız, ivazsız” derler ya, dervişliği tanımlar biraz…  Evet; insan nasıl sahici ilişkiler kurabilir? Asıl üzerinde durulması gereken konu bu… Buna “ihlas” da “ihsan” da deniyor. Bunları mesela kavram olarak taklit zaruretiyle öğrenip ezberleyip bunu yapmaya çalışan adam, bunların içini samimi düşüncelerin sahici ilişkiler boyutuna taşımazsa, fiilen gayretle, ahlakla, tefekkürlerle doldurmazsa geleceği çok yer yok… Evet, ya bir bilene gideceğiz, ya bir bilenden öğreneceğiz… Ama öncelikle “kendimiz” olacağız. Günahıyla, sevabıyla, sevgisiyle, korkusuyla “kendimiz” Hatta bu konu o kadar sahici bir şey ki… Adamın günahının kendine mal olması kaçınılmaz bir şey, değil mi? Günah kendine ait bir şey; bırak, ihlas da kendine ait olsun… 

Mesela maneviyat büyüklerinin ibadetteki huzurunu ve huşusunu dinleyip onları birebir taklit etmekle elinize her zaman çok şey geçmeyebilir. Neden? Çünkü senin ne yaptığın daha önemli. Sen ne yaptın, nasıl duygulandın? Yani gözyaşına kadar taklit mi edeceksin? İnsanın kendine ait sahici duyguları yok mu? İstersen büyüklerin bütün kitaplarını oku… Okumak bir yere kadar…  Biraz da kendini okumak, kendini yazmak, başkalarını okumak, başkalarını yazmak, kâinatı kendin okumak... Okumak çok önemli de o okunulan şeyin farkındalığına varılırsa önemli. Yani kendine mal ettiğin ne var orada? Şimdilerde “içselleştirmek” diyorlar. Öyleyse insan bir şekilde Allah’a konsantre olmayı denese, otomatikman kitaplardan okuduğu o bilgiyi bizzat kendisi tefekkür ederdi. Aradaki fark ne? Gerçekten hakikati fark etmiş olmak… Demek ki suni duygularla insanın kendi içinde yapacağı bir yolculuğun reel bir karşılığı yok. Kendine ait olmayan duygularla yolculuk yapılamayacağına göre sahici duygularla nasıl yapılacağını bir şekilde öğrenmemiz lazım. O yüzden insanın artık riyadan, kibirden, enaniyetten, yani nefsi temsil eden ne varsa hepsinden uzaklaşması lazım… Bizzat kendisi Rabbinden korkarak, bizzat kendisi Rabbini severek, “kul” olarak… Şeytana kızıyorsun… Şeytana kızdığın kadar nefsine de kızsana… Bazen Şeytan’ı dillendirip esprisini yaparlar, “Hepsini de ben mi yaptım ya” diye. Şeytan biraz ipucu verdiyse insanoğlu onun bin katını yapıyor. Mademki o görevini yapıyor, sen de yap…  

Allahu Teala’yla samimi, sahici ilişkiler kurmak kadar hakikati, irfanı, marifeti temsil eden hiçbir şey yok. Bunun kelama dökülmesi de gerekmiyor. Bazen kelama dökmek işi basitleştiriyor hatta. O yüzden bazı ehlullah karşı karşıya gelip bir-iki saat otururlarmış sadece, sessizce… Sonra “Hadi çok konuştuk, kalkalım.” derlermiş... Demek ki ciddi bir diyalog, farklı bir şey var orada. 

Peki, hep böyle insanı referans alarak konuşuyoruz ama bir şekilde insanı tanımlamak lazım. Tabiri caizse Allah’ı referans alarak, Allah merkezli “Biz neyiz? Kâinat ne? Zaman nasıl akıp geçiyor? Zamanın içinde insanın hükmü ne?” diye düşündüğünde belki o sahici ilişkiler daha kolay kuruluyor. Biz ihlas adına dünyadan ahirete bakıyoruz, “Bak, ahiret diye bir şey var.” diyoruz. O zaman ihlas adına, bazı büyüklerin yaptığı gibi; ahiretten dünyaya bakmayı dene... Belki daha güzel olur… Hz. Ali (k.v.): “Ahiretle aramızdaki perdeler kalksa imanım zerre kadar artmaz.” diyor. Demek ki onların tefekkürü daha farklı…. Demek ki insanın kendine dair anlam arayışı, bir ciddiyet istiyor…   

Burada tek tek bazı konuları anlatabiliriz. Ama bu hiçbir şeye yaramaz. O parçaları birleştirmek bile inanın çok zorlu bir şey. Yani biz bilgisayar disketi değiliz ki konuştuğumuz konuları ana başlıklar halinde görüp, ondan sonra onun bir kısmını buramızda, bir kısmını da şuramızda bir yere yapıştıralım. Söyledik ya, herhangi bir Allah dostunun tefekkürünü, korkusunu, huşusunu taklit etmenin bile insana çok faydası yok. Sadece düşünmeyi sağlar. Ama senin bir damla gözyaşından daha kıymetli değil… Demek ki insanın kendine ait sahici duyguları her şeyden daha önemli. Ondan sonra adını ne koyarsanız koyun, artık çok önemli değil.  Nasıl göründüğünün de bir önemi yok… Ondan sonrası taktik, strateji, vizyon sahibi olmak, ona dair ne tür bir metot ve duruş geliştirdiğinizle alakalı.  

İnsanlar bir şeyler öğrenmek için gidip ideoloji okuyorlar. Cemil Meriç, “İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri… ” diyordu. İdeolojiler insanı “hakikatten” ne kadar da uzaklaştırıyor… Ya da bir filozofun lafını ezberliyor, “işte tamam” diyor. Hiç gerek yok ki bunlara... Öyle değil mi? İlla da Sinoplu Diyojen olmaya gerek var mı? Sırf bir bilgi elde etmek için!.. İnsanda karşılığı olmayan bilginin, duruşun, duyumsamanın, sezginin, sevginin hiçbir önemi yok ki… Onlara Kur’an-ı Kerim’de Allahu Teala “kitap yüklü eşek” diyor. O nedenle tüm bu çabaların artık boşa gitmemesi lazım. 

Asırların içinde, belli zaman dilimlerinde bazı Allah dostları, durdukları yerde çevrelerinde kendilerine benzer insanlar olmadığı halde, tarihe geçerek, bizim ağzımızı açıp hayranlıkla izleyeceğimiz şeyler yapmışlar. Bunları inanın bir öncekileri tıpatıp taklit ederek yapmamışlardır. Onların temel referansı yine Kur’an’dır, sünnettir… İnsan okuduğu herhangi bir kitapla Hasan Basri ya da Hazreti Ali ya da Hazreti Hamza olamaz… Yani bizzat kendin Allah için elini kaldırdın, kılıcı vuracaksın; Hamza gibi vurayım falan… Olmaz ki… Nerede kendi duygularımız? Böyle bir şey olur mu? Kendin gibi vur, kendin gibi sev, sağlam vur, sağlam sev... Tabiri caizse kendi Allah’ın için yap, yap ki Rabbinin rızasını kazan, tıpkı başaranlar gibi...  Öyle değil mi? Böyle düşünürsek bunun bizdeki etkisi her şeyden daha önemli. Allah biliyor ki “öylesine, ezbere” yaptığımız ibadetlerden aldığımızı zannettiğimiz şeylerin çok dışında; daha basit, samimi, içten yaptığımız bir-iki şey, yarın ahirette amel olarak karşımıza çıkacak... Bir de eğer kafasında doğru ölçülerle hep böyle doğru şeyleri yapmaya çalışan biri olarak insanın manevi hayatına devam ettiğini düşünün, adam bu devirde manen köşeyi döner. Eski taklit hayatla bu teklif ettiğimiz şey arasında ne kadar büyük bir fark var, değil mi? Kafası karışık insanlar ordusu gibiyiz... Günümüz insanına, sokaktakine bakarak, iyiliği kendinden menkul bir adam gibi kendini kandırmaya ve öylece yaşamaya gerek yok. Samimiyet her şeyden daha önemli… Biz neyiz? Neredeyiz? Nasıl duruyoruz? Bunlar çok önemli şeyler. Sahabe-i kiram efendilerimizi farklı kılan, Peygamber Efendimiz’le karşılaşmış olmalarıydı… Ne yazık ki bugün, şu ortama bakıp “adam gibi adam” diyebileceğimiz adam sayısı gerçekten çok az. Bu konuda çok şanssızız biz... İşte kurumlar, müesseseler var, orada temel bilgiler öğretiliyor. Abartmış olmayalım ama bunların içinden doğru dürüst ne âlim, ne âbid ne muhlis adam ne de evliya çıkıyor… Hani nerede bu devrin İmam Gazalileri, İmam Rabbanileri, Bediüzzamanları? İnanın, günümüzde olanlar da çok suni, kim ne derse desin... Olsaydı, zaten bizi halleriyle duruşlarıyla çarpardı onlar, çok etkilerlerdi… İmam Rabbani Hazretleri’ni biraz tanıyan bir insan, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin kabrini televizyonda dahi görse saygısından ayağa kalkar. Çünkü farklı “adam”dılar onlar, gerçekten çok farklı… Sahabe efendilerimiz Şam’a girdiklerinde oradaki papazlar “Bunlar İsa’nın (a.s.) havarilerinden de üstün.” demiştiler... Bu, insan ruhunun sezgisiyle, arayışıyla ilgili. Papaza bunu dedirten bir güç olmalı. Onları orada çarpan tokat, yüzyıl-yüz elli yıl geriden gelen Hazreti Peygamber’in duruşudur; bundan hiç şüpheniz olmasın…