İsnâd sistemi nasıl doğmuş ve hangi evrelerden geçmiştir? Şahitlik müessesesinin İsnadda rolü nedir? Değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
İsnâd etimolojik açından “bir araya gelme, dayanma, kuvvetlendirme, tırmanma, sözü söyleyenine nispet etme, itimat etme, bir rivayetin geliş yolunu haber verme…” gibi birbirine çok yakın manaları ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. İslâmî terminolojide ise isnâd denilince haberi söyleyenine kadar (belli bir metotla) ulaştırmak, bir sözü başından itibaren birbirine nakledenleri özel sözlerle sıralayarak bu sözü söyleyenine nispet etmek, gibi manalar anlaşılmıştır. Bu anlamda sened ya da isnâd, sözün güvenilirliğinin garantisidir. Bir örnekle açıklayacak olursak; “Haddesenâ Malik, kâle haddesenâ Nâfi‘, kâle haddesenâ Abdullah, an ebîhi, kâle Rasûlullâh…” şeklindeki rivayet ağında zikredilen isimlerden oluşan kısım sened, “haddesenâ, ahberanâ, an…” gibi rivayet lafızlarıyla hadîs metnini Rasûlullâh’a (s.a.v.) ulaştırma ve isimleri zikretme işine de isnâd denir. Eğer rivayet işlemini pınardan su taşıma şeklinde tasvir edecek olursak, sözü ilk söyleyen suyun kaynağı konumundadır. Kaynaktaki suyun kaplara dökülmesiyle oluşan metinlerin elden ele intikali rivayet olacaktır. İşte bu rivayet işleminin malzemesini (taşınan suyun kovasını) sened ve bu taşıma işinin usûlünü de isnâd diye adlandırmak mümkündür.
İslâmî gelenekte haber metninin güvenilirliği söyleyenin güvenilirliği ile eş değer tutulmuş, bu alanla ilgilenen âlimler merceklerini haberin emniyetini sağlayan sened bölümüne tutmuşlardır. Bunun sonucu olarak da senedde geçen râvîlerin güvenilir olup olmadıklarının, hocalarıyla görüşüp görüşmediklerinin, naklettikleri metinde tasarrufta bulunup bulunmadıklarının, rivayet ettikleri bilgiyi bizzat işitip işitmediklerinin tespiti açısından isnâda başka hiçbir kültürde olmadığı kadar önem vermişlerdir. O kadar ki takip edilen bu usûlle, haber kaynakları sadece gösterilmekle yetinilmemiştir. Olayı ilk önce kendi gözleriyle gören, kendi kulaklarıyla işiten şahsa kadar götürmek; bunu yaparken de hangi metotla o bilgiyi aldığını belirtmek suretiyle bu ameliye gerçekleştirilmiştir. Bu hassasiyetten ilham alan râvîler isnâdlı rivayeti din kabul etmişler, kendilerini de bu dini korumakla görevlendirilmiş insanlar olarak görmüşlerdir. Abdullah b. el-Mübarek’in “İsnâd dindendir. Şayet isnâd olmasaydı, isteyen sözü istediği gibi söylerdi (uydururdu).” sözü bu itinanın önemli bir delilidir.1 İsnâd kullanan râvîler karşıtları olan topluluklardan da kendilerini isnâdla ayırmış, “Onlar isnâdı sevmez.” diyerek adeta isnâdlı rivayetleri kendileri ile ötekiler arasında bir ayrım noktası kabul etmişlerdir. Onlara göre eserlerin tespiti için çalışan râvîler, dini koruyan muhafızlar gibidir.2 Bu sebeple “Sizden bir kısmınız din hususunda sağlam bilgi sahibi olmak, dini hükümleri öğrenmek için çalışmalı.”3 âyetini Kâdî Iyâz, ilim talep etmenin ve hadîs için yolculuk yapmanın farz olduğunu ispat eden delillerden birisi olarak yorumlamaktadır. Bu ifadelerden yola çıkarak denilebilir ki dinin tahrifattan korunması ve sahîh bir şekilde intikal ettirilmesi, Müslümanlar üzerine ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. Bunun sonucu olarak isnâdı zikredilmeyen sözü delil olarak kullanmak, İslâm literatüründe muteber bir davranış değildir.
Şahitliğin, tecrübî ilimler de dâhil, her ilim dalına göre bir değeri vardır. Böyle bir müşahedeyle haberin kabul edilebilmesi, mantıksal açıdan çeşitli şekillerde doğrulanabilir mahiyettedir. Sözgelimi, falan râvînin veya şahidin verdiği haberin yalan, bilgisizlik ve hata ihtimalini ortadan kaldıracak surette olması, verilen haberin veya şehadetin gerçekleşmiş olduğuna delalet eder. Dolayısıyla bu rivayet ya da bu şehadet, rivayet edilen olayın veya haberin gerçekten vuku bulduğunu gösterir.4
Şahitlik müessesinin isnâd ile ilişkisi incelendiğinde görülecektir ki itikâdî, edebî, ictimâî ya da hukûkî… hangi açıdan bakılırsa bakılsın şahitlik müessesi var olan bir bilginin sağlıklı bir şekilde aktarılması ya da teyit edilmesinin garantör müeyyidesi konumundadır. Bu nedenle isnâdın ortaya çıkışında ve sistemleşmesinde şahitlik kurumunun önemli etkisi vardır. Şahitlik ve şahitliğin kontrolü ile tarihî belge ve haberlerin değerlendirilmesi arasında birçok açıdan benzerlikler bulunduğu görülmektedir. Nitekim tarihçiler nazarında tarihî belgelerin değerlendirilmesi, mahkeme salonunda şahitlerin yüzleştirilmesine benzer ki her ikisinde de maksat tanıkların güvenilirliğini sınamaktır.5 Bu benzerliklerin doğal olarak isnâd ile şahitlik arasında da aranması icap eder ki klasik Arap literatüründe bilgi ve belge intikali denilince ilk akla gelen husus isnâddır.
Peygamber döneminde isnâdın ilk nüveleri oluşmuş mudur? Tespit ettiğiniz örnekler var mı?
Peygamberler insanlara, Allah (c.c.), kâinat ve insanla ilgili ulvî hakikatleri bildirmişlerdir. Onlara ilk iman edenlerin en önemli misyonu, işittikleri gerçekleri sonraki kuşaklara değiştirmeden ulaştırmak olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ashâbına kendisinden dinledikleri sözleri başkalarına değiştirmeksizin nakletmelerini emretmiştir. Bu emirdeki maksat risâlet vazifesini güvenilir bir şekilde yerine getirme ve sürekliliği sağlama çabasının bir sonucudur. Nitekim “Siz beni dinlersiniz; sonra sizden benim sözlerimi dinlerler, daha sonra da sizden dinleyenlerden dinleyen bir nesil gelir.”6 buyurarak, etrafındaki sahâbîleri hadîs rivayetine teşvik etmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde henüz haber kaynağı hayatta olmasına rağmen yalan haber hususunda gâyet canlı, dinamik bir tahkîk ve eleştiri zihniyeti mevcuttur. Onlar doğruların, hakikatin tesbiti adına en küçük bir yalan veya yanılma ihtimalinde dahi karşısındaki sahâbîyi tenkid ve tekzîb etmekten geri kalmamış; ortaya atılan söz, kanaat, ictihad veya rivayeti tahkîk cihetine gitmişlerdir. Yalan bir haberin kaynağının araştırılması veya tahkîki ise bugün isnâd diye bildiğimiz mekanizmanın esasıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz hayatta iken kendisinin söylemiş olduğu bir sözün doğru veya yanlışlığını araştırması elbette düşünülemez. Çünkü söylemiş olduğu bir sözle ilgili peygamberin “Acaba ben bu sözü söylemiş miydim?” veya “Ben bu sözü bu şekilde mi kullanmıştım?” şeklindeki şüphesi akla uzak görünmektedir. Bunun yanında gönderdiği haberin yerine doğru ulaştırılmasını tespit hususunda bizzat tatbikleri olmuştur. Ebû Hureyre’den gelen aşağıdaki rivayet Hz. Peygamber’in (s.a.v.) -isnâdın temeli sayılabilecek- uygulamalarından sadece bir tanesidir:
“Bir defasında Ebû Bekr ile Ömer’in de içlerinde bulunduğu bir toplulukta Rasûlullâh’ın (s.a.v.) etrafında oturuyorduk. Bir ara Rasûlullâh (s.a.v.) yanımızdan kalkıp gitti. Uzunca bir müddet gelmedi. Hepimiz başına bir şey gelmesinden endişelendik. İlk telaşa kapılan da bendim. Bunun üzerine hemen O’nu aramaya koyuldum. Uzun müddet aradıktan sonra nihâyet Ensar’dan Neccar oğullarına ait bir bahçeye geldim. Bahçenin kapısını bulabilir miyim diye onun etrafını dolaştım. Fakat bahçenin kapısını bulamadım. Bir de baktım ki, akar bir kuyudan gelen bir kanal bu bahçenin içine giriyor. Bunu fırsat bilip kanaldan büzülerek bahçeye daldım. (Meğer Allah Rasûlü bahçedeymiş) Bana:
“Ebû Hureyre! Sen misin?” diye seslendi. Ben de:
“Evet, ey Allah’ın Rasûlü! Benim.” dedim. Rasûlullâh (s.a.v.):
“Niye geldin?” diye sordu. Ben de:
“Aramızdaydın. Birden kalkıp gittin. Sonra da yanımıza dönmekte geciktin. Sana bir kötülük yapılmasından korkup endişeye düştük. İlk endişe eden de ben oldum. Bu nedenle seni aramak üzere buraya kadar geldim. Tilkinin büzüldüğü gibi büzülerek içeri girdim. Diğer insanlar da seni aramak üzere arkamda gelmektedirler.” dedim. Rasûlullah (s.a.v.):
“Ebû Hureyre” deyip bana nalinlerini (ayakkabılarını) verdi ve:
“Bu nalinleri götür. Bu bahçenin arkasında samimiyetle inanarak ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.’ diye şehadet getiren kime rastlarsan onu hemen cennetle müjdele.” buyurdu.
İlk rastladığım Ömer oldu. Ömer, bana:
“Ey Ebû Hureyre! Bu nalinler de nedir?” diye sordu. Ben de:
“Bunlar, Rasûlullah’ın (s.a.v.) ayakkabılarıdır. Beni bunlarla gönderip samimi kalple inanarak ‘Allah’tan başka bir ilah yoktur.’ diye şehadet getiren kimseye rastlarsam onu hemen cennetle müjdelememi söyledi.” dedim. Ömer, iki eliyle göğsümün ortasına vurdu. Ben de sırtüstü düştüm. Ömer:
“Ey Ebû Hureyre! Geri dön.” dedi. Ben de Rasûlullah’ın (s.a.v.) yanına döndüm. Ağlamak üzereydim. Bir de baktım ki, Ömer peşimden geliyor. Meğer beni takip etmiş. Rasûlullah (s.a.v.):
“Ey Ebû Hureyre! Ne oldu sana?” diye sordu. Ben de:
“Söylediğini yapmak üzere yolda giderken Ömer’e rastladım. Benimle gönderdiğin haberi ona söyledim. Bunun üzerine Ömer, göğsüme öyle bir vurdu ki, kalçamın üzerine düştüm. Derhal senin yanına dönmemi söyledi.” Rasûlullah da ona:
“Ey Ömer! Neden böyle yaptın?” diye sordu, Ömer:
“Anam babam sana kurban olsun ey Allah’ın Rasûlü! Samimi kalple inanarak ‘Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.’ diye şehadet getiren kimseye rastlarsa onu cennetle müjdelesin diye Ebû Hureyre’yi nalinlerinle sen mi gönderdin?” dedi. Rasûlullah (s.a.v.):
“Evet, ben gönderdim.” buyurdu. Ömer:
“Ne olur böyle yapma! Korkarım ki, insanlar bu müjdeye güvenip tembellik ederler. Bırakalım da imanları gereği amel etmeye devam etsinler.” dedi. Rasûlullah (s.a.v.):
“Peki, öyle olsun.” buyurdu.7
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisine diğerlerine bildirmesi şartıyla bir müjde verdiği Ebû Hureyre’ye bu haberin kaynağının bizzat kendisi olduğunu ispat için nalinini (ayakkabısını) vermesi, konumuz olan isnâdın menşeini tespit açısından manidardır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu davranışı doğrudan bir isnâd uygulaması olmasa da zımnında kişiyi isnâd araştırmasına sevk eden bir teşvik barındıran düşüncedir. “Bakın bu adama bu sözü ben söyledim, kanıtı da budur.” iması, “Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde isnâd yoktur.” düşüncesine cevap niteliğinde bir uygulama olarak göze çarpmaktadır.
Şu hâlde diyebiliriz ki, isnâd sisteminin temeli saâdet asrında atılmıştır. Fakat o dönemde isnâda daha sonraki nesillerde olduğu kadar lüzum yoktu. Çünkü Rasûlullâh’la sahâbe arasında vasıta ve başka bir nesil bulunmamaktaydı. Daha sonra yaşanan fitneler ve fırkaların zuhuru ile hadîs vaz’ının yaygınlaşması, hadîsin Rasûlullâh’la görüşmeyen kişilerin eline geçmesi, İslâm ülkelerinin genişleyip toplumun kozmopolitleşmesi neticesinde isnâd daha fazla önem kazanarak hadîsin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Sahâbe isnâdı nasıl kullanmış ve değerlendirmiştir?
Sahâbe nesli Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görüp tebliğ ettiği dine inanan bahtiyar insanlardır. İşte, haklarında övgü dolu âyet ve hadîsler bulunduğu için sahâbe, hadîs âlimlerinin ittifakıyla “âdil” yani inanç, amel ve ahlâkında güven ve itimada layık insanlar kabul edilmiştir.
İslâmî ilimlerin temelini oluşturan sahâbe dönemi, isnâd sisteminin menşeini tespit hususunda da başvurulması gereken ilk kaynaktır. Çünkü gerek Rasûlullâh hayattayken gerekse onun vefatından sonra sahâbenin hadîslerin muhafazası için gösterdikleri gayretler görmezden gelinerek isnâdın tarihî seyrini incelemek hatalı bir yöntem olacaktır. Zira onların, hadîsleri Rasûlullâh’tan duydukları şekliyle rivayet gayretleri, hata yapma korkusuyla fazla hadîs rivayetinden kaçınmaları, râvîlerin durumlarını titizlikle araştırmaları ve hadîsi O’ndan dinleyen bir sahâbîden almak için meşakkatli yolculuklara katlanmaları… hadîs ilminde rivayet yöntemlerine temel teşkil etmiştir. Sahâbîler nakledecekleri her hadîsin ümmet için ne büyük bir öneme haiz olduğunun idraki içerisindeydiler. Hatta İbn Ömer ve İbn Abbâs gibi sahâbîler, hadîsin anlamını bozmayacak şekildeki tasarruflara dahi müsamaha göstermiyorlardı. Hz. Ebû Bekir (ö.13/634) topladığı hadîsleri yakmış, bunun sebebini soran Hz. Âişe’ye “Bunlar yanımda olduğu halde ölmekten korktum. Çünkü bunların içinde sahîh olmayan hadîsler olabilir”8 şeklinde cevap vermiştir.
Nitekim bu konudaki titizliğiyle şöhret kazanmış olan İbn Mes’ud, nadiren hadîs rivayet ediyor, rivayet ettiğinde ise yanlışlık yapma korkusuyla terliyordu. Onun “Haberiniz olsun ki, rivayetlerin en kötüsü yalan rivayettir. Dikkat edin, yalan; ciddi hallerde de şakalarda da doğru değildir.”9 şeklindeki uyarısı da bu husustaki hassasiyetini göstermektedir.
İbn Ömer’in, “İslâm beş şey üzerine kurulmuştur…” hadîsini rivayet ederken hac ile orucun yerini değiştiren râvîyi ikaz etmesi10 başka bir râvîyi de eşanlamlı iki kelimeden birini diğerinin yerine kullandığı için şiddetle tenkit etmesi11 bu kabilden örneklerdir. Sahâbe, hadîsin nakli esnasında yapmaları muhtemel bir hatayı Rasûlullâh’a isnâd etmemek için rivayetten sonra, “Tam böyle olmasa da buna yakın bir şey söyledi.”12 anlamında tabirler kullanarak vebalden kurtulmak istemişlerdir. Bu tatbikat asırlardan beri bir adet halinde devam ede gelmiştir.
Sahâbenin hadîs konusundaki ihtiyatlarının en dikkat çekici tezahürü, az hadîs rivayet etmeleri ve mecbur kalmadıkça rivayette bulunmamalarıdır. Nitekim tâbiûndan Abdurrahman b. Ebî Leyla (ö.82/701) şöyle demiştir: “Ensardan yüz yirmi kişiyle karşılaştım. Birine bir mesele sorulsa başkasına havale ederdi.”13 Çok hadîs rivayet eden sahâbîlerden olan Ebû Hureyre (ö.59/678), İbn Ömer (ö.74/693) ve Ebû Saîd el-Hudrî (ö.74/693) gibi sahâbîlerin dahi mecbur kalmadıkça rivayetten kaçındıkları tarihî bir gerçektir. Ebû Hureyre: “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidâyeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah hem de lanet etme konumunda olan herkes lanet eder.”14 âyeti olmasaydı, ebediyyen hadîs rivayet etmezdim.” demektedir.15
Asr-ı saâdetten itibaren hangi haberin kimden alınacağı sahâbîlerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yakınlıklarına göre belirlenmiştir. Dindarlıklarına itimat edilmeyen, ilimleri az ve hafızaları zayıf kişilere karşı seçici davranılmıştır. Bu niteliklerin kimde bulunduğunu ise râşid halifeler, ashâbın ileri gelenleri ve Hz. Âişe validemiz gibi Peygamber Efendimiz’e yakın sahâbîler ve daha sonraki kuşaktaki güvenilir tâbiûn âlimleri belirlemişlerdir. Hz. Ömer’in (r.a.) bazı sahâbîleri fazla rivayette bulunmamaları için uyarması, hadîsleri korumak maksadıyla alınmış bir tedbirdir. Bu uygulamaları ile o, sahâbî olmayan yeni Müslüman olmuş kişilere ve münafıklara hadîs rivayetine kalkışmamaları için gözdağı vermiştir.
İlk sahâbîler arasında başlayan bu ihtiyat ve sorgulama faaliyetinin birinci asrın ortalarında inkişaf eden isnâd uygulamasının nüvesi olduğunu kabul etmemiz, bizi yanlış bir neticeye götürmeyecektir. Saâdet asrına gelindiğinde isnâd fikri kültürel anlamda zaten bilinmekteydi. Bu dönemde ise İslâm dininin inananlar üzerindeki motivasyonuyla birlikte rivayet zemini pekiştirilmiş oluyordu. Zira İbn Abbâs’ın bir adamın rivayetine kulak asmayıp “İnsanlar her boyaya boyanmaya başlayalı her rivayete değer vermez olduk.”16 ifadesi bu durumu açıklar mahiyettedir. Bunun yanında isnâda bir yöntem özelliği kazandıracak olan şahitlik müessesi de hukuk alanı tarafından beslenince sistemin teorik kısmı tamamlanmıştı. Sıra potansiyel olarak âlimlerin zihinlerinde şekillenen isnâd fikrinin pratiğe yansımasına geliyordu ki, pratik yönü de erken dönem rivayetlerde “kimin rivayeti” sorusunda kendini bulunca isnâd sistemi kısa zamanda yerleşmiş ve gücünü kabul ettirmiştir.
Hadis dışındaki diğer ilim dallarında isnâd nasıl kullanılmıştır?
Yazılı kültüre sahip olmayan toplumlarda, tarihî bilgiler sözlü aktarım yoluyla korunmuş; bu bilgileri sonraki nesillere ulaştıran kişiler ve onların anlattıkları itibar görmüştür. Sözü söyleyen kişiye nispet etme, adını anma zarureti, farklı gerekçelerle de olsa insanların vazgeçemedikleri davranış özelliklerindendir. Nitekim günlük hayatımızda sözü söyleyenine nispet etme zarureti ile sıkça karşılaşılmaktadır. Fakat bu metot beraberinde nakledilen haberin doğruluğuna dair bazı sıkıntıları da ortaya çıkartmaktadır. Mesela günlük hayatta sistemsiz bir şekilde gerçekleştirilen bilgi aktarımında, rivayet edilen bilginin aslına sadık bir şekilde nakledildiğini belirleyecek karşılaştırma imkânı bulunmamakta; râvîlerin haberleri aslına ne derece sadık kalarak naklettikleri bilinememektedir. Daha da önemlisi, bahsi geçen rivayet silsilelerinin geçmişte denetlenip denetlenmediğinin bilinmediği gibi bugün itibariyle de onları kontrol ve tenkit imkânı yoktur. Bu sebeple diyebiliriz ki geleneksel bilgi aktarım yolu olan rivayet, geçmişte birçok kadîm kültürde uygulanmıştır. Günümüzde hala geleneksel yapısını sürdüren topluluklarda, halk kültürünün kuşaklar arası aktarımında kullanılmaktadır. Fakat bu yöntem İslâmî ilimlerde kullanılan isnâd sistemiyle karıştırılmamalıdır. Zira isnâd sistemi kontrolsüz bilgi aktarım yolu değil, bilgi aktarımının bir kontrol mekanizmasıdır. Hal böyle olunca haber verme ve haberin kaynağını araştırma esasına dayalı isnâd sistemi, haber kaynaklı olan ilimlerin birçoğunda vazgeçilmez bir unsur halini almıştır. İsnâd, yalnızca geleneksel bilginin aktarımı için kullanılmamış; bunun yanı sıra üretilen yeni bilgilerin ve eserlerin intikali ve tahriften korunması maksadıyla da ondan yararlanılmıştır.
Başta dil ilimleri olmak üzere tarih, tefsir, kırâat, tasavvuf gibi birçok ilim “rivayetçi metot” adını verdikleri ve hadîs ilminde kullanılan isnâd sistemini esas alan bir yöntemi kullanarak araştırma alanlarının bugüne intikalini sağlamışlardır. Bu sistem dâhilinde, isnâdlarda kronolojik metodun uygulanması, râvîlerin biyografilerine ilişkin eserlerin tedvin edilmesi ve bunlara ilaveten isnâdı ilgilendiren daha birçok ilim dalının geliştirilmiş olması geniş bir alanda kullanıldığını açıkça ortaya koymaktadır.
İsnâdın haber nakli dışında Müslüman’a kazandırdıkları nelerdir?
İsnâd klasik bir bilginin sonraki nesillere aktarılmasında şüphesiz en çok ihtiyaç duyulan yöntemlerden biridir. Söz konusu mekanizmasının sağlam parçalardan oluşması ve işlevselliğini yitirmemesi esastır. Zira bir metin okunduğunda, söylendiği veya yazıldığı döneme ait sahne yaratmak isnâdın önemli gayelerinden biri olmuştur. Yani haberin güvenilirlik miyarı şeklinde algılanan bu sistemin yegâne faydası bir bilginin sağlam bir şekilde intikali değil, aynı zamanda o bilgiye ait topyekûn duygu aktarımıdır. Bu nedenle de taşımacılığını yaptığı metne dair rivayet formları dışında kalan ve klasik ilimler için satır arası önemli bilgiler olarak adlandırılabilecek, bilginin kendisinden nakledildiği râvînin tam adı, bölge, meslek ya da etnik kökenine ışık tutan nisbesi, hoca-talebe ve akrabalık ilişkileri, künyesi, karakteri, ahlakî yapısı, bazı fizyolojik özellikleri; naklettiği metne dair kaynak, yer, tarih, anlam, dil özellikleri, duygu dünyası, hukuki ve sosyolojik hükümler, eleştiri kriterleri… gibi daha pek çok hususlara ilişkin nüansları aydınlatmada mahir bir sistemin adıdır isnâd. Zira bir mekanizma düşünün ki folklorik unsurların intikal işlemini üstlenirken aynı zamanda bünyesinde yer verdiği habercilerin birbirleriyle ilişkilerini, doğum ve vefat tarihlerini, râvîlerin yaşadıkları coğrafya veya metnin tedavül sahasına dair yer bilgilerini, intikal ettirilen nesil tarafından varlığından bile haberdar olunmayan bir kitabın sahife ve kokusunu, birçok ilke imza atmış bir ilim adamının tedrisata başladığı ilk günü… zihinlerde canlandırsın. Bırakın ilim tarihi alanında çığır açan bilgileri, bazen sıradan bir mecliste bulunan bir râvînin önemsiz görmesine rağmen sahifenin kenarına iliştiriverdiği bir bilgi kırıntısında bile isnâda nasıl bakacağını bilen okuyucunun yaklaşık on beş asır öncesine yolculukta önemli ipuçları bulması mümkündür. Hâlbuki dışarıdan bakıldığında karşımızda çoğu zaman kimin neyi söylediği bilgisinin dahi bulunmadığı, yedi sekiz ismin peş peşe sıralanmasından ibaret bir senedden başka bir şey yoktur. Bu nedenle klasik okuma, herkesin kârı olmayıp yıllar süren isnâd araştırmalarıyla elde edilebilecek bir mahareti kesb işidir… Vesselam…