Kadim Zamanlardan Günümüze Aile / Dr. Fatma Çetin

Kadim zamanlarda ailenin yapılanması nasıldı? Aile hususunda insanlık ne tür aşamalardan geçti? Sadece çok dikkat çekici ve ilginç olan, düşündürücü aile yapılarını sizden dinleyebilir miyiz?

İlk olarak kelime tanımıyla başlayalım. Arapça olan “aile” kelimesi, “   ” kelimesinden türetilmiştir. “Âil” kelimesi sözlükte; maddi olsun manevi olsun kişiye yük ya da ağırlık veren her türlü şey anlamına gelir. Bu kökten kullanılagelen “aile” kelimesi, Tanzimattan sonraki yıllarda, putperest Roma döneminden bu yana ailenin kutsallığını ifade eden familya kelimesinin yerine ikame edilmeye başlanmıştır. Ancak anlam olarak kelimenin kökeninin ifade ettiği şekliyle yani “bir erkeğin geçimini sağlama ve bakmakla yükümlü olduğu hane halkı ve diğer kan bağıyla bağlı olduğu akrabaları” anlamına kavramlaşmıştır. Dolayısıyla “aile” kavramı böyle bir meşakkati içinde barındırmaktadır. Bu yönüyle Batı’nın “familya” anlayışından farklılık arzetmektedir.

Kadim zamanlarda “aile” yapılanması nasıldı sorusuna, ilk insan olan Âdem’in (a.s.) nasıl aile sahibi olduğuna bakarak cevap verelim. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de varlık âleminde yarattığı ilk insanın Âdem (a.s.) olduğunu haber verir. Ardından onun bir parçasından eşini yarattığını öğreniriz. Âdem (a.s.) kocadır, Havva da onun eşidir. Demek ki “aile” insanlıkla beraber var olmuştur ve ailenin oluşumunda önce erkek vardır. Burada şu soru akla gelebilir: Bu fizikî manada sıralı yaratılış, Âdem (a.s.) ve eşi Havva validemizin Allah katındaki değerlerini etkilemiş midir? Bir anlamda Allah (c.c.) bütün insanların temsilcisi olan bu iki insana farklı muamelede bulunmuş mudur? İslam böyle bir ayrıma izin vermez. Çünkü Allah katında üstünlük, kişinin Allah’ın emir ve yasaklarına karşı tutumu ile mümkün olur, bu konu kulların değerlendirmelerine açık değildir.

Kur’an-ı Kerim’de hanımlarıyla beraber zikredilen başka peygamberler de bulunmaktadır. Bu peygamberlerin aileleriyle beraber yaşadıkları bazı tecrübelerden örnekler verilir. Son peygamber olan bizim peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın da (s.a.v.) aile hayatına işaret eden ayetler vardır. Yine Kur’an’da İmrân ailesinden, firavun ailesinden söz edilir. İmrân’ın eşinin Allah’a olan teslimiyet ve tevekkülünden örnek verilirken, Nuh ve Lut peygamberlerin eşlerinin nasıl helak oldukları anlatılır. Sorunuz kadim zamanlardaki aileler olduğu için bunun en iyi cevabını Kur’an-ı Kerim’de buluruz.

İnsanlık tarihi boyunca aile yapısında birtakım değişiklikler yapılmış olsa bile, meşru olan evliliğin hep üstün tutulduğu, zinanın ise kötü görüldüğü anlaşılır.

Aile üzerinden Allah’ın indirdiği din üzerinde büyük bir tahrif yapıldığı görülmektedir. Şöyle ki; geçmiş atalara kutsallık atfedilmiş ve bu ataların inşa ettikleri evler kutsal kabul edilmiştir. Böylece “ataerki” adı verilen bir güç ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde bilgisizce İslam aile yapısına atfedilen “ataerkil” aile yapıları, ilk önce Yahudilikte görülmüştür. Buna göre Yahudiler aileyi insanî bir ihtiyaç olarak görmekten çok, onu dinî bir topluluk haline çevirmişler, “atalar dini” adı verdikleri yeni bir ibadet türü ortaya çıkarmışlardır. Bunu evde uygulamak, olduğu gibi muhafaza etmek ve onu yeni nesillere aktarmak görevini baba üstlendiği için de babaya ruhanî bir hüviyet verilmiş ve bu sayede kendisinin aile bireyleri üzerinde sınırsız otoritesi olmuştur. Evlenmeyenler bu aile dinini devam ettiremeyecekleri için Yahudilikte bekâr kalmak büyük günah sayılmıştır.

Yahudi aile yapısındaki bu özeliklerin pek çoğu putperest Roma aile yapısına da aktarılmıştır. Roma ailesinde koca, geçmiş ataları takdis ederek ailede onların dinlerini yaşatmakla görevlidir. Bu yüzden maddi-manevi bütün hâkimiyet ondadır. Evlenmemek büyük günahtır. Yahudilikten farklı olarak putperest Roma ailesinde tek evlilik esastır. Kadının kısır olması, boşanma nedenidir. Çünkü koca, kendinden sonra yerine bırakabileceği bir erkek çocuğa sahip olmalıdır.

Hıristiyan aile yapısı Yahudi ailesine göre bazı ufak farklılıklar gösterse de temel olarak aynıdır ve aynı “ataerki” adı verilen özellikleri taşır. Putperest Roma dininde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da ailenin yaşadığı ev bir kilise olarak kabul edilir. İsa Mesîh kilisenin başı olduğu gibi koca da ailenin başıdır. Onun üzerinde hiç kimse hâkimiyet oluşturamaz. Evlilik bağı kutsal kabul edilir. Bu yüzden boşanmak yasaktır. Ancak Hristiyanlıktaki ruhbanlık anlayışına göre evlenmemek de bir ibadet sayılır. Dolayısıyla aile böyle bir ikilemin arasında kalmıştır.

Yukarıda ifade ettiğimiz üzere tahrif edilmiş dinlerin hepsinde aile “dinî” bir kurum olarak kabul edilir. Bu yüzden “ataerkil” adı verilmiştir. Çünkü ataların kurduğu dini/erki (iktidarı) devam ettirme kaygısı vardır. Bu yüzden “evlenmek” İslam’da olduğu gibi kişinin doğrudan şahsıyla ilgili hukukî haller anlamına gelen “ahval-i şahsiyye” özelliği taşımaz. Aile, yaşatılan dinin en küçük kurumsal yapısıdır. Bu, üzerinde durulması ve açıklığa kavuşturulması gereken önemli bir konudur. Bir aile yapısına “ataerkil” demek için bu hususu gözden kaçırmamak gerekir. Aile kurum olarak görüldüğü için bu kurumun başı kocadır ve iktidarını devam ettirmek için kayıtsız-şartsız yetki ile donatılmıştır.

Cahiliye dönemi Arap topluluklarında yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi bir aile anlayışının olmadığı görülür. Herkes mensubu bulunduğu kabilenin bir parçasıdır. Erkeklerin önemli olmaları kutsallık atfedildiğinden değil, “savaşçı” olmaları yönüyledir. Bekârlığın sorun olmadığı söylenebilir.

Bu “aile” yapılarının hepsinin bir diğer ortak özelliği “evlatlık müessesesi” adı verilen yapıya sahip olmalarıdır. Kocanın evin çatısı altında yaşamasına karar verdiği herkes o aileye kan bağının verdiği aidiyeti kazanır. O ailenin devam ettirdiği dinî yapının bir mensubu olur. Cahiliye Araplarında farklı bir şekilde işletilse de bildiğiniz gibi evlatlık edinmek âdeti onlarda da vardır.

Geçmiş kültürlerden bizim kültürümüzün aile yapısına bir şekilde aktarılan ne tür uygulama ve davranış biçimleri, anlayış ve düşünceler var? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Elbette, günümüzde evlilik törenlerinde evlenenlerin birbirlerine pasta yedirme âdeti, önce putperest Roma ailesinde sonra Hristiyanlıkta uygulanan çörek yeme âdetinin bizim tarafımızdan güncellenmiş halidir. Yine düğün törenlerinde kocanın evlendiği eşini kucağında eve taşıması, putperest Roma geleneğidir. Çünkü o dönemde kadın, bu yolla kocasının dinine girmiş oluyordu. “Alyans” adı verdiğimiz evlilik yüzüğü, adından da anlaşıldığı üzere simgesel bir değeri vardır. O da Hristiyanlıkta kilisede yapılan evlilik töreninin bir parçasıdır. Törenin son bölümünde papaz, birbirleriyle evlenmeyi kabul eden kadın ve erkeğe; hayatları boyunca birbirlerini seveceklerine, hürmet edeceklerine, zenginlikte ve fakirlikte, sağlıkta ve hastalıkta, iyi ve kötü günlerde sadık kalacaklarına dair söz alır. Daha sonra kadın kocası olacak erkeğe ve erkek karısı olacak kadına “sevgimin ve sadakatimin simgesi olarak, bu yüzüğü sana takıyorum” diyerek bir yüzük takarlar. Bu yüzük onlara, evlilikleri müddetince “zina” yapmayacaklarının bir güvencesi anlamına gelir. -Onlar buna sadakat diyorlar, ben evli zinası diyorum- Fransızca olan alyans/alliance kelimesi sigorta, güvence anlamına gelir. Bizim nikâh memurlarımızın nikâh işlemini gerçekleştirdikten sonra sarf ettiği sözler de putperest Roma geleneğinin ve Hristiyanlıkta uygulanmaya devam eden evlilik ayininden alınmıştır.

Düşünce olarak bize aktarılan en belirgin anlayış, ailenin bir kurum olarak kabul edilmesi anlayışıdır. Bunun bir benzeri putperest Roma ailesinde yaşatılıyordu. Roma ailesindeki bu durum ufak değişikliklerle Hristiyanlıkta da yaşatılmaktadır.

Hristiyanların evlilikte sadakat adı verdikleri anlayışın İslam’daki karşılığı evli zinasıdır. Özellikle son yıllarda resmi kurumlarda Batı’da kullanıldığı şekliyle kullanılmaktadır. Bu da Batı kültürünün bizim tarafımızdan nasıl da benimsendiğinin bir göstergesidir.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, quer teori gibi son zamanların moda kavramlarını hiç saymıyorum.

Geniş aile ya da çekirdek aile gibi günümüzde öne çıkarılan aile tanımları, seküler sosyolojinin tanımlarıdır. Batı toplumuna ait okumalardır. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz gibi onlarda aynı çatı altında yaşayanların, aynı dine mensup olduğu anlayışı vardır ve bu kan birlikteliği yanında mekân birlikteliğini de içine alır. Bu manada seküler sosyoloji buna “geniş aile” adını vermiştir. İslam’dan önceki Arap toplulukları da dâhil olmak üzere bu bölgede “kabile” veya bizde bilinen adıyla “aşiret” birlikteliği vardır. Biz de Batı seküler sosyolojisinden aldığımız “geniş aile” tanımını bu “aşiret” birlikteliğine uydurmuşuz ki bence yanlış bir tanımlamadır.

Kimi yerlerde sadece erkek çocuklarının “çocuk” olarak kabul edilmesi putperest Roma geleneklerinden bize kalan miraslardan biridir diye düşünüyorum. Yine bazı yörelerde erkeklerin “kavvamlığı” kayıtsız-şartsız hâkimiyete dönüştürmelerini de buna bağlıyorum. Bu davranışlar İslam’da “bedevi” davranışı olarak bilinir. İslam tebliğinin bu yörelerde zayıf kaldığının işaretidir.

Batılı aile anlayışı, hangi dönemde İslam toplumlarını etkilemeye başladı ve bu nasıl oldu? Etkilerine dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Müslümanlar hilafet makamının gölgesinde birlik beraberlik içinde güçlü bir şekilde yönetilirlerken, İslam topraklarında gayrimüslimlere özerklik verilmesi, Müslümanlara karşı düzenlenen haçlı seferlerinin “imaj” değişikliğine gittiğini fark ettirmedi. Çünkü artık Müslümanların karşısında, el pençe divan duran, güler yüzlü ve ruhban sınıfının kıyafetlerini giyen zarif görünümlü gayrimüslimler vardı. 16. yüzyılda yeni kapitülasyonların verilmesiyle Fransız ve İngilizlerden oluşan ve kendilerine “Levanten” adı verilen bir grup, ilk başta hilafet merkezinden uzak bölgelerde ticaretle uğraşmaya başladılar. Konumlarını sağlamlaştırınca özellikle Tanzimat sonrasında İstanbul’da ve büyük liman kentlerinde yerleşmişler, misyonerlere faaliyet alanı açmışlardır. Açtıkları okullarda eğitilen gayrimüslimler, Müslümanlar arasında sergiledikleri rahat tavırlarla ve bunun önüne geçilmemesiyle, Müslüman olarak bilinen halktan bazılarını şüphesiz ki etkilemiştir. Bu da onların günlük hayatının değişmesinde etkili olmuştur. Aynı dönemde Batı’da eğitim gören başta Ziya Gökalp gibi entelektüeller, Batı kavramlarını benimsetmeye çalışmış, Müslümanların Batı’yı taklit etmeleri yoluyla medenileşeceğini iddia etmişlerdir. Değişimin ailede başlaması gerektiğini savunan bu Batıcılar, 19. ve 20. yüzyıllarda Müslümanlara Avrupa aile modelini benimsetmeye çalışanların öncüleridir. Bu değişim, başta devlet boyutunda “ıslahat” adı altında yapılan değişiklikler, aslında İslam’ı günlük hayattan kaldırmak amacını güdüyordu. Batılı hayat tarzı Levantenlerin kurdukları okullar, çıkardıkları gazeteler, tercüme etikleri romanlar vs. yoluyla her yönden Müslümanların üzerine boca edilmeye başlanmıştı. Müslüman topluma yön veren ulema etkisizleştirilmiş, medreseler yerine Batılı yöntemle eğitim veren kurumlar desteklenmişti. Bunların kalplerde meydana getirdiği yıkım içten içe büyümüştür.

Günümüzde küreselleşmenin modernizm dayatmaları da dâhil olmak üzere sekülerleşme vb. pek çok nedenle ailede çok büyük yıkımlar dikkati çekmekte. Küreselleşmenin güçlü etkisi de düşünüldüğünde, yaşananlara salt “aile krizi” mi yoksa “kültür krizi” mi diyebiliriz?

Sözünü ettiğiniz dayatmaların meydana getirdiği çekişmelerin görünür olduğu yer “aile” birliği olmakla beraber, asıl hedefin İslam’ı tahrif etmek olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden “aile krizi” ya da “kültür krizi” adını verdiğimiz şey, Batı ile İslam’ın her bakımdan birbirinin zıddı olduğunun ispatıdır. Toplumdaki gerginliğin sebebi, Batı’nın İslam coğrafyasındaki hegemonyasına “uluslararası anlaşmalar” yoluyla meşruiyet kazandırma çalışmalarının bir tezahürüdür. Şöyle ki; biz artık karı-koca arasındaki meveddet ve rahmet bağlarının ne manaya geldiğini çoktan unuttuk. Mahremiyet kavramını cinsellik ile değiştirdik. Artık en büyük günahları gönül rahatlığı ile işleyebiliyoruz. Bir ayetteki ifadesiyle “iyi bir ameli diğer bir kötü amel ile karıştırarak” (Tevbe, 9/102) sunmaktan rahatsızlık duymuyoruz. Bu anlayış yaklaşık 2 yüzyıldır devam eden bir tahrifin sonucudur. Günlük hayatta İslam’ın görüntüleri bir bir ortadan kaldırılmaya çalışılmakta ve dinsizliğe alan açılmaktadır.

Bizdeki değişim, Hristiyanlığı bir problem haline dönüştüren dinden uzaklaşma ya da üstü kapalı ifadesiyle sekülerlik bize sömürgecilik faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. Yukarıda bu yüzden Levantenleri zikrettim. Çünkü aslında Levantenler eliyle sömürgecilik faaliyeti yürüten Batılılar ve onların bizdeki uzantıları, İslam coğrafyasını sömürgeleştirme isteklerinin önünde en sağlam ve etkili bir engel olarak İslam’ı gördükleri için onu problem haline getirmeye çalışmışlardır.

Günümüzde ise bu vazifeyi, İslam’ı Batılı kaynaklardan, Arapça yerine İngilizce ile anlamaya çalışanlar almıştır. Onlar İslam dinini bir sorun olarak gösteremeyecekleri için “ulemaya” yönelmişler ve onların görüşlerinin bu çağ ile uygun olmadığını iddia ederek onları Müslümanların önündeki en büyük engel olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ulemayı tamamen saf dışı bırakıp İslam’ı, Batı’da üretilen değer ve kurallara uygun hale getirmeye çalışmaktadırlar.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de sömürgecilik faaliyetleri “kadın” üzerinden yürütülmeye çalışılmaktadır. Çünkü en etkili değişim “aile” üzerinden gerçekleştirilmektedir. Bu çabalar günümüzde BM eliyle devam ettirilmektedir. Bu bakımdan şimdilerde “problem” olarak gördüğümüz şeylere çözüm getirmek istiyorsak, ne kadar kendi dinimize yabancı olduğumuzu da araştırmamız gerek.

Sonuç olarak, sömürgeleştirme faaliyetleri elindeki bütün imkânları kullanarak devam etmekte, bu durum bizim kimliğimizi değiştirmekte ve bu da şimdilerde “kültür krizi” dediğimiz ama aslında İslam’a karşı açılan savaşın tezahürleridir. Ancak bu defa savaş görünürde öfkeli ve asık yüzlerle değil, kalplerde gizlenen öfke ve yüze yansıyan sahte gülüşlerle yapılmaktadır.

Cinsiyet gözetmeksizin iffet, nezaket, haysiyet, onur ve sevgi üzerine kurulu Türk-İslam aile yapısı, ailedeki bireylerin ilişkilerini hangi sınırlar ve içerik içinde ele almaktaydı? Tüm bunların toplumsal karşılığının ne olması gerektiğini düşünebiliriz?

Türkçede “namus” kavramı, kişinin mânevî şahsiyetini, aile şerefinin saygınlığını ve dokunulmazlığını, iffet ve hayâ duygusunu, doğruluk ve dürüstlüğünü ifade eder. Bu kelimenin İslam ahlâkındaki karşılığı; ırz, iffet, edep, hayâ, istikamet gibi terimlerdir.

Mahremiyetin ve örtünmenin sınırlarını din belirler ve İslamiyet’in koyduğu mahremiyet sınırları yalnızca kadın için konmuş ve erkek iffet ile iffetsizlik arasında dilediği gibi seçim yapma yetkisi ile donatılmış değildir. Tam aksine, İslam’da iffet, kadın ve erkek için şarttır.

Evet, iffet, Müslüman’ın haysiyet ve şerefini ifade eder. Ama gelin görün ki günümüzde “namus” üzerinde o kadar çok küçümseyici yayın yapıldı ki şimdilerde neredeyse tedavülden kalktı. Namus kelimesi Müslümanların arasındaki manevi bağ olan “meveddet ve rahmet” duygularının koruyucusu olduğu halde, tam tersi “cinayet” işlemeye sebep olan bir özellik gibi tanıtıldı. Bu yüzden günümüzde iffet ve namus kelimeleri neredeyse kullanımı yasak bir kelimeye dönüştü. Bunların yerine şimdilerde, “toplumsal cinsiyet eşitliği”, “şiddet”, “kadına şiddet”, “cinsel yönelim” gibi kavram, teori ve modeller üzerinde durulmakta, insan inşası bu kavramlar üzerinden yapılmaya çalışılmaktadır. Bunun da sebebi, nefsin tatminini öne çıkaran cinsellik kavramının İslam’daki kadın ve erkek ilişkilerini belirleyen iffet ve mahremiyet kavramlarının yerini almasıdır. Ne yazık ki insanlar artık zinaya götüren davranışları, büyük günahlardan biri olarak görmemekte, sadece nefsinin yolundan gitmektedir. Bunun önü alınmadıkça, huzursuzluk artarak devam edecektir.

Bir “el” dünyayı sadece kendi amaçlarına uygun bir şekilde hareket ettirmek için büyük bir çalışma içindedir. Bu çalışmalar, geçmişte kalkınmacılık, insan hakları gibi başlıklarla karşımıza çıkarken bugün bir taraftan hayvan hakları söylemiyle, diğer taraftan iklim krizi söylemiyle karşımıza çıkmaktadır. Daha geçtiğimiz yıllarda kadına şiddet söylemiyle karşı karşıya gelmiş, medeni kanunumuzda bu yönde değişiklikler gerçekleştirmiştik. Bu “el” bazı Müslümanlara “zina” fiilinin bir insan hakkı olduğunu kabul ettirdikten sonra şimdi sapık ilişkilere meşruiyet kazandırmak için çalışmaktadır. Bunların hepsinin ana başlığı “küreselleşme” adıyla anılmaktadır. Bu “el”, başta Müslümanlar olmak üzere bütün dünyaya kendi kavramlarını kabul ettirmek için büyük bir saldırı başlatmıştır.

Sonuç olarak şu soruya cevap arayabiliriz: Müslümanların hayatını düzenleyen bütün hükümler geçersiz yapıldıktan, gayrimüslim Batı toplumlarına uydurulduktan sonra ailemizin İslami olarak kalması mümkün olabilir mi?

Dünya toplumlarının içinde bulunduğu krizler üzerinden düşündüğümüzde, İslam’ın öngördüğü aile yapısının örneklik boyutu nasıl ön plana çıkartılabilir? Bu yaklaşıma dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Ben bu araştırmamı yaparken pek çok toplantıya, seminere, konferansa katıldım. Bu esnada değişik sınıflardan pek çok insanı gözleme imkânım oldu. Farklı çalışmaların varlığından haberdar oldum. Aileye yönelik olarak yapılan akademik çalışmaların “erkekler” üzerinde yoğunlaştırıldığını fark ettim. Erkeklerin bu şekilde bastırılmaya ve kimliksizleştirilmeye çalışıldığını gözlemledim. Batı ailesinden söz edilebilir mi şüpheliyim ama şayet varsa bu ailenin de çok kırılgan bir yapıya sahip olduğunu söyleyebilirim. Gençliğinde tamamen nefsi tatmin ile meşgul olan insanlar, yaşları ilerledikçe yalnızlığa mahkûm olmaktadırlar.

Bu toplantılarda kalbime gelen düşünce, kabaca dünyanın çivisi çıkmış vaziyette, şayet Müslümanlar çok değil 10 sene daha İslami kimliklerini korumayı başarırlarsa, iffet, namus, mahremiyet gibi Müslümanlara has sıfatları taşımaya devam ederlerse, gayrimüslimleri taklit etmezlerse, “örnek bir yapı” olarak öne çıkacaklar ve düşmanlarını alt etmeyi başaracaklardır.

Son olarak, bana bu röportaj imkânını sağladığınız için teşekkür ederim. Allah bizleri, ailemizi ve ümmeti doğru yoldan ayırmasın.