Halk arasında, zeki adamlara, ne akıllı adamlar diyerek, zekâ ile akla aynı anlamın yüklendiği görülür… Lâkin İslam’a göre zeki insanla akıllı insan aynı değildir. Akıllı kişi, zekâsını kullanarak iman eden ve inancın gereklerini yerine getiren kişidir... Nitekim kâfirlerin içerisinde nice zeki adamlar vardır ki İslam’ı bulamamış veya iman edememişlerdir.
Rabbimiz Kur’an’da birçok ayette inanmayan insanları “onlar akletmezler” hitabı ile azarlarken, “her şeyin bir yaratıcısı olduğunu görmezler, hak ve hakikati idrak edip anlamazlar” diyerek akla, insanları hak ve hakikate ulaştıran ruhi bir kuvvet ve aynı zamanda ömür içerisinde gelişebilen bir yetenek anlamı yükler.
Zekâ bir elektrik santralinde üretilen elektrik enerjisine benzer. Santralin kapasitesi ne kadar büyük ise bir insan da o kadar zekidir. Ama ampul icat edilmemiş olsaydı barajda birikmiş o büyük enerji karanlıkları aydınlatmada hiçbir işe yaramazdı.
Barajlarda birikmiş potansiyel enerji, insanoğluna doğuştan bahşedilmiş olan zekâyı temsil eder, ampul ise sonradan geliştirilen aklı... Bu örnekte olduğu gibi ampul, sanki akıldır, karanlıklar onunla aydınlanır ve ne kadar akıllı ise bir kişi o kadar hem kendini hem çevresini aydınlatır. Yani açıkçası cehaletin karanlıkları zekâ ile değil, akıl ile aydınlanır.
Bu nazarla bakınca görülüyor ki İslam’a göre en akıllı insanlar peygamberlerdir. Sonra da İslam’ı en iyi anlayan ve hayatına tatbik eden salih kişiler, özellikle de Allah dostu âlimler, arifler, veliler gelir...
Bu tespitlerin ortaya koyduğu bir gerçek, insanoğlunun akıllanmak için ilahi yardıma muhtaçlığıdır. Yani Cenab-ı Hak fıtraten insanları, iyiyi kötüden ayırmalarına yarayacak güzel duygularla, akıl, vicdan gibi yeteneklerle donatmış olsa da; bilinmesi, anlaşılması ve inanılıp uygulanması ancak bir peygamberin açıklamasına bağlı olan, konularda ilahi yardım olmadan insanı yanlıştan kurtaracak ve hakikati bulmasına imkan sağlayacak selim bir akıl ortaya çıkmaz. Rabbimiz işte bu nedenle resuller, nebiler gönderir. Adalet ve merhametinin bir sonucu olarak da “Biz bir resul göndermedikçe azap da etmeyiz.” (İsra, 17/15)der. Böylece aslında insanların bazı sorumlulukları bir elçi gelmeden bilemeyeceklerini ve kaldıramayacaklarını beyan etmiş olur... Yani kanunsuz bir suçun ve cezanın olamayacağını, on dört asır önceden bildirir.
Bu ayetin bir diğer anlamı, hiçbir kulun yalnız entelektüel çabayla veya felsefeyle yaratılışının gayesi ile ilgili doğruları bulamayacağı gerçeğidir. Zira gaybe ait bilgilerin ağırlıkta olduğu iman konusu, daha çok subjektif bir alanı içerir. Subjektif alan ise objektif argümanlarla düşünen aklın, giremeyeceği alanlardır. Bu nedenle bu konuda bilgi kaynağı olarak vahiyden yardım alınması kaçınılmazdır.
Akıl bir ışıktır her yeri aydınlatır, ama onun giremediği alanlar vardır. Mesela bu alanlardan birisi duyguların alanıdır, yani sevgi, şefkat, merhamet, öfke, gazap vs. gibi alanlar… Sevgi, şefkat, merhamet gibi duygular, aklın anlayıp tarif edebileceği değil, duyguların hissedip anlayabileceği faziletlerdir.
Duygular, aklı zenginleştirmede, onun bilgi ve görgüsünü artırmada, gece görüşü sağlayan dürbünlere benzerler. Bu yüzdendir ki İslam dini duygulu olmaya ve duyguların müspet manada eğitim ve değişimine çok önem verir.
Aklın çaresiz kaldığı alanlardan bir tanesi de manevi iç algıların alanı olan keşfin, kerametin, ferasetin devreye girdiği alanlardır. Bu alanlara zahiri duyu organlarıyla girmek mümkün değildir. Ahiret alemine, melekût ve berzah alemine ait sırların keşfedildiği bu alemlerden konuşabilmek ancak zahiri alemden geçip, manevi aleme adım atmakla mümkündür. Hz. Şems, Hz. Mevlana’nın kitaplarını o nedenle suya atmıştır ve böylece onun ilm-i zahirden ilm-i batına geçmesine imkan sağlamıştır…
Allah (c.c.) Hicr suresi 29. ayette: “Adem’e ruhumdan üfledim” der. Bu ayetin manası, insanoğluna diğer canlılardan ayrı bir özellik ve şeref verdik demektir.
Ayrıca “Allah ademoğlunu kendi suretinde yaratmıştır” (Buhari, İstizan 1; Müslim, Bir 115) hadisi ile birlikte bu ayet değerlendirildiğinde insanın Allah katındaki kıymet ve şerefi farklı boyut kazanır.
İnsanı kendi suretinde halk etmiş olmasının bir manası, insanoğlunun Rabbi’nin isim ve sıfatlarına ayna olması demektir. Adem’e üflenen ruhla insanoğlu Rabbi’nden bir şeyler alarak ona benzemiştir. Bu benzeme zahiri ve cismani bir benzerlik değil ama manevi, ruhani bir benzerliktir. İnsanoğlu kendisine üflenen ruhla, hayvanlardan ayrı bir akıl, irade ve duygularla donanmış, böylece Rabbi’ni en iyi bilecek, anlayacak onu takdir ve takdis edecek hale gelmiştir.
Bu dünyada insanın imtihan ve eğitimi bir yönüyle kendini keşfi, yani kendisine Rabbi tarafından bahşedilen üstünlükleri keşfidir... Bu nedenle dünya üzerinde bilinmeyen, gidilmeyen yerlere gitmek, yine uzayda keşif seyahatleri yapmak nasıl heyecan verici ise insanın kendini keşfi de öyledir ve bunu fark edebilenlere aşkolsun demek gerekir.
Allah dostları, veliler bu konuda insan kaşifidirler. İnsanın kaşifi önce kendinin kaşifi olmalı, kendinden işe başlamalıdır. Kendinden keşfe başlamayan, kendini keşfedemeyen, diğer insanları keşifte öncülük, rehberlik yapamaz. Zira bu okuyarak değil, yaşayarak öğrenilen bir bilgidir ki buna ilm-i ledün denir. Kesbî değil vehbîdir. Allah bir kuluna yardım etmez, önünü aydınlatmazsa, çalışarak, kitapları okuyarak bu bilgi elde edilemez. Bu sebeple kendini keşfe soyunmayan bir İslam âlimi çok sığ bir adamdır. Beylik, beylik konuşması avamı etkilese de arif olanı güldürür. Böyle kişiler için Kur’an-ı Kerim kitap yüklü eşekler benzetmesi yapar. Lâkin âlim olmak kolay olsa da arif olmak zordur.
Arif olmak için aklı geçip duygularla oynamak, onlarla tanışmak, onları Kur’an’a sünnete uydurmak, böylece iç algıları, manevi yetenekleri harekete geçirip, keşif ve firaset kanalına girmek gerekir. Bu yolun büyükleri buna “demirden leblebiyi yemek” derler. Dişlerini kırmak pahasına böyle bir mücadeleye girene bu sırlı kapılar açılır ve zahiri aklın giremediği alanlar, eşyanın hakikatine giden sırlar onların önüne serilir.
İnsanoğlu başıboş bırakılan bir varlık değil, aslında çok kutlu bir yolcudur. Lâkin bu kutlu sefer, isteğe iradeye bırakılmıştır. Azla yetinene az, çok çok isteyene çok verilir; istemeyenler ise tamamen mahrum bırakılır. Dünya zenginliği de böyle değil midir? Hırs yapan, çok çalışan, dünya nimetlerinden alabildiğine faydalanır, tembeller ise yokluk, sefalet yaşarlar. Manevi âleme hırslı olan da manevi güzellikleri seyre dalar.
Büyük sûfî Niyâzî-i Mısrî’den iki beyit burada yerinde olur:
Zât-ı Hakk’da mahrem-i irfân olan anlar bizi
İlm-i sırrda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi
Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz
Vech-i Bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi
(Bizi ancak Hakk’a yakın olanlar ve bu yakınlığın semeresi olan ilm-i ledünne sahip olanlar anlar. Bizi ancak marifet sırlarından haberdar olanlar anlar.)
(Dünyaya muhabbet ve rağbet edenler bizi anlayamaz. Bizi ancak Allah’a âşık olanlar anlar.)
Sanırım, bu beyitler üzerine söylenecek söz yoktur; Rabbim lütuf ve keremiyle bizleri de Vech-i Bâkî hüsnüne hayrân olanlardan eylesin, inşaAllah demekten başka…
Allah’a (c.c.) emanet olunuz.