Tanrı’nın varlığı, O’nun evren ve insan ile ilişkisi temel düşünce meselelerinden birisidir. Bu üç temel diğerine indirgenemez, bütün insani belirlenimler bu üç realiteye uygun olarak formüle edilmelidir. Bunlardan birinin ihmali entelektüel ilişkilerin yanlış yola sapmasına yol açar. Bu temel üç referansın herhangi birinden yararlanmayı düşünmediğimiz anda, insani durumun anlamının bozulmuş olduğunu farkederiz. İnsan bilgi ve faaliyetleri belirli bir moral zemine inşa edilir. Allah’ın bütün varlığın yaratıcısı olması ve hikmetsiz iş yapmayacağı inancı Müslümanlarda çevre dostu bir şuur oluşturmaktadır. Bu bilincin en güzel örneklerini, yaşayan mesaj olan peygamberlerin hayatında görmek mümkündür. Tabiatın fenomenleri Müslüman açısından kutsal anlam-değer kodlarıyla kodlanmıştır. Zira Kur’an, tabiatın fenomenlerini Allah’ın ilim, irade ve kudretinin delilleri olmak üzere “âyet” olarak isimlendirir. Elçiler insanları hidayete bu âyetlerle davet ederler. Nebevî mesaj, idealist bir çevreci ahlâkî ruh, manâsına sahiptir. Profan çevrecilik dünyevi pragmatizmi ne kadar geniş içerikle ele alırsa alsın nebevî çevreciliğe göre daha sınırlı ve dar bir anlam içeriği oluşturur. Nebevî çevrecilik ise âhireti (sonsuz mutluluğu, saâdet-i uzmâyı) kazanmanın çevreyi korumadan ve mamûr etmeden geçtiğini, çevremizdeki canlı-cansız her varlığa sevgi ve şefkat duymadan ilâhî merhametle muamele göremeyeceğimizi bildirir.
Yeryüzünün neresinde bir hayır eseri varsa, her hangi bir millette parlayan bir örnek yaşayış göze çarpıyorsa, nerede bir ıslah hareketi, yüksek bir ahlâk, temiz bir vicdan, saf bir kalp varsa bunlar hiç şüphesiz, peygamberlerin tesirinden azade olmayıp, onların tebliğlerinin bıraktığı izlerin önemli işaret ve alametleridir. Hükümdarların kılıçla, silahla hâkim olamadıkları, tesir edemedikleri insan topluluklarına peygamberler hiçbir zorbalık yapmadan ilâhi mesajla hitap etmiş, örnek yaşayışlarıyla onları eğitmiş erdemli, adil, müreffeh, huzurlu bir toplum düzeni oluşturmuşlardır. İsimleri hep hürmetle anılmış, yaşantıları çağlar boyu insan topluluklarına yol göstermiştir. Vahiy kültüründen uzaklaşan medeniyetler müsbet, erdemli yönlerini birer birer yitirmeye yüz tutmuşlardır. Teknolojinin ilerlemesi insan ruhunun yücelmesi, yüksek ahlak ve erdemlerle bezenmesi anlamına gelmemektedir. Hatta modern çağın teknolojik ürünler yelpazesi çok güçlü bir illüzyon yaratmakla kalmayıp araç olmaktan çıkıp amaç haline gelebilmektedir. Kişinin kendisini Allah’ın lütfettiği nimetlerden bütünüyle yoksun bırakması İslam’da önerilmez aksine Arapların cahiliyye dönemi adetlerinden sayıldığı için kınanır. Diğer yandan önemli bir nebevî ilke de kişinin sürekli erdemle şartlı kılınmasıdır. Yalnız fiziksel bir ihtiyacı karşılama saikiyle hareket edilmez, davranışlara helal oluş, hakedilmişlik, israf etmeme ve diğerkâmlık gibi uhrevî anlamlar da eklenir. Bu gibi değerlerin dikkate alındığı hatırda tutularak besmele ile nimetler tüketilir. İslâm hayatın maddî ve ruhsal değerleri arasındaki bağı dinamik tutmak bakımından da önemlidir.
Çevre ahlakına dair pek çok prensip dile getirilebilir, ancak bunların ahlak halini alması ciddi irade gerektirir. Peygamberlerin getirdiği mesajda ve sergiledikleri tutumlarda insan fiillerini sevap-günah değerleriyle anlamlandırdıklarını görüyoruz. Onlara tabi olanlar bu değerlerle hareket etmek durumundadır. Yunus Emre’nin “Yaratılanı hoş gördük Yaratan’dan ötürü.” şeklindeki veciz ifadesi, fiillere sevap-günah değerlerini yükleyenlerin Yaratıcı’nın hoşnutluğu için yaratılanlarla müsbet ve sevgiye dayalı bir ilişki yürütme durumunda olduklarını anlatır. Halen inananlar üzerinde büyük tesir icra eden peygamberlerin çevre dostu ahlakının tanınması çevre sorunlarının aşılmasında yararlı olacaktır. Modern zamanların ahlâk ve erdemlerin bilimsel ilerleme ile paralel irtifa kazandığı gibi üzerinde düşünülüp tartışılmamış garip önyargıları vardır. Kendinden önceki devirleri karanlık dönemler olarak küçümser. Modern insanın cehalet ve kötülüğün tüm dünyayı esir aldığını sandığı devirlerde yaşayan peygamberler halen insanların en çok saygı duyduğu ve özendiği insanlardır. Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed ve diğer peygamberler bugün de insanların en çok sevip hatıralarına ve sözlerine değer verdiği kimselerdir. Bu peygamberlerin erdemleri, ahlâkî tavırları bir sosyal çevrede gerçekleşmiş, büyük topluluklar onları örnek alarak hayat sürmüşlerdir. Çevre sorunlarının temelde bir ahlak ve zihniyet sorunu olduğunu kabul etmek gerekir.
Hz. Âdem ve Kavramlar
Müslümanlar arasındaki yaygın anlayışa göre çevreye anlam değer yükleyen ilk akıllı, iradeli varlık Hz. Âdem’dir. İlk peygamber Hz. Âdem kaybetmek istemediği ilk çevresindeki nimetlerin değişmeden, bozulmadan sürekli olması arzusuyla hareket etmekteydi. Bu arzu saikiyle ve deneyimsizliğin kurbanı olarak ilk çevresinde yasayı ihlal etti. Hak edişle gelmediği yerin değerini eksik kavrayan Hz. Âdem yasak meyve günahıyla mahrumiyetler yaşadı. Sonraki hayatı bozulmamış, mükemmel çevreye özlem duymakla geçti. Kaybedilen Cennete yeniden kavuşmak için Allah’ın kendisine lütfettiği irade ve bilgi üretme yeteneğini kullandı. Şayet kendisine dünya hayatı ile ilgili şeyler öğretilmemiş olsaydı, O’nun dünya hayatına intibak etmesi ve yaşaması hemen hemen imkânsız olurdu. Hz. Âdem’e ilâhi bir lütuf olarak öğretilen isimlerle bütün varlık adlandırılacak ve bu insanlık medeniyetinin temelini oluşturacaktır. İlk insan Hz. Âdem’e isimleri öğreten Yaratıcı, medeniyetin temelini atmış, insanlar arası iletişimin mayasını çalmıştır. Ayet insana kavram üretme yetisinin verildiğini yahut bu yetenekle birlikte iletişim ve anlam evreninin oluşması için bir kısım temel kavramların verili olduğunu da anlatıyor olabilir. Bilgi üretme yeteneği verilen insana yeryüzünde Allah’ın halifesi sorumluluğu yüklenmiştir. Bu insanın yeryüzünü maddi manevi açılardan mamur etmesi ve bitki, hayvan ve cansız tabiatın sorumluluğunu emaneten yüklenmesi anlamına gelir.
Bu isimler olmasa ne ihtiyaçlar anlaşılırdı ne de onların bulunduğunu bir kimsenin bilmesi mümkün olurdu. İnsanların anlaşması, kaynaşması, beraber verimli bir şekilde yaşaması, medeniyetler kurması ancak isimlerin bilinmesi ile mümkün olur. Ekolojik sorunlarla baş edebilmek ve çevre dostu ahlak geliştirebilmek için dikkatle seçilmiş kavramlar üretmek gerekmektedir.
Maddi evrenle ilişkimizi kavramlarımız vasıtasıyla kurduğumuza göre aktüel ve olası çevre sorunlarını aşmak ve çevre dostu bir anlayış geliştirebilmek için özenle seçilmiş terimler üretmemiz ve bu kavramlar etrafında geniş mutabakatın hayatiyete geçirilmesi gerekmektedir. Meselâ “emanet” kavramı tüm insanların çevreye bakışının dayandığı temel kavramlardan olması gereklidir.
Bugün yürürlükte olan “tabiata hâkim olma” düşüncesinin, dinî bakış açısı olan, insanın “tabiatın gözcüsü, bekçisi, emanetçisi olması” düşüncesinin yerine zorla oturtulduğunu söyleyen pek az kimse çıkmıştır. Kur’ân “her türlü hükümranlığın” Allah’a ait olduğunu vurgulamaya büyük önem vermiştir. Müslüman mülk edinme ve onun üzerinde tasarrufta bulunmada daima mülkün gerçek sahibini hatırda tutar. Tıpkı insanların çevrenin bir parçası olması gibi, doğanın da onun sorumluluğunda olduğunu söylemek, boyun eğme ve egemenlik çevresinde yapılanmış bir ilişki yerine, doğa ile insan arasında karşılıklı ve bütünleyici bir ilişki ifade etmektir. Ne insan ne de doğa biri diğerinin içinde eritilmemiş olmaktadır.
Nebevî tebliğe kulak veren herkes her şeyin hakiki, mutlak sahibinin Yaratıcı olduğu şeklindeki açık vurguyu hemen farkeder. İnsanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması, yeryüzünde tahakkümde bulunması için değil, yeryüzünden sorumlu olması anlamındadır. Zira Kur’ân’da insanın yeryüzündeki her türlü faaliyetinin imtihan olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Son tahlilde insan yeryüzünde sorumlu bir emanetçidir. Yüce Allah evreni yaratarak akıllı ve irade sahibi insanlığa emanet etmiştir. İlk insandan kıyamete kadar bu emanet görev nöbetleşe sürdürülmektedir.
Hz. Nuh ve Tufan
Peygamberler silsilesi Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma gibi ideal ve ulvi bir gaye taşırlar. Rahman’ın kullarına yakışan tüm varlığa rahmet nazarıyla bakmak ve bu anlayışa uygun davranmaktır. Mesela Hz. Nuh Tufanda gemisine yalnızca insanları almakla kalmamış nesillerinin tükenmemesi için yanına hayvanlardan da birer çift almıştır. Günümüzde en önemli ekolojik mücadele konularından birisi tüm canlı türlerinin korunmasıdır. Herhangi bir hayvanın türü tükendiği zaman artık bu türü canlı olarak görebilmek imkânsız hale gelir. Bu nedenle sayıları azalmış canlı türlerinin korunma altına alınması büyük önem taşır. Norman Solomon, Nuh’un Gemisi kıssasının, insanoğluna faydalı olup olmadığına bakılmaksızın, her türün korunması gerektiği düşüncesini ortaya koyduğuna işaret etmektedir. Nuh (a.s.)’a canlı türlerinin neslinin tükenmesinin engellenmesi emredilmiştir. O halde hayvan türlerinin korunması ilahi bir emir mahiyetindedir. Maurice Messegué, yeryüzündeki yağmanın sona erdirilmesi gerektiğine değinirken şöyle der: “Nuh’un Gemisine yeniden binmeli ve büyük kıyımdan kurtulan bütün canlıları sağlam bir limana götürüp onları yeniden geliştirip, yeniden çoğaltmalıyız.” Hayvanların korunması ait oldukları ekosistemlerin korunmasına bağlıdır.
Hz. Salih ve Devesi
İnsanın medenileşmesi için yalnızca insan haklarına saygılı olması yetmez. Yeryüzünde diğer varlıklara hürmetkâr olmak da insan üzerine düşen ödevlerdendir. Kur’an’da Allah insanlara Salih (a.s.) dönemi gibi erken bir dönemde hayvanlara saygılı olmayı öğretmek istediğini haber vermiştir. Ne var ki Kur’an’da anlatıldığı gibi Salih’in toplumu, suyu deveyle paylaşabilmeyi başaramamıştır.
Yeryüzünde diğer varlıklara saygılı olmak da insana yüklenen ödevlerdendir. Kur’an’da hadise şöyle anlatılır: “Salih: ‘İşte belge bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı belirli bir gün onun ve belirli bir gün de sizindir; sakın ona bir kötülük yapmayın, yoksa sizi büyük günün azabı yakalar.’ dedi. Onlar ise deveyi kestiler; ama pişman da oldular. Bunun üzerine onları azap yakaladı. Doğrusu bunda bir ders vardır, fakat çoğu inanmamıştır.” (Şuara, 26/158) Doğanın nimetlerini hayvanlarla paylaşabilmek, insan dışındaki varlıkların da hukukunu gözetmek gerekmektedir. Ne var ki Kur’an’da anlatıldığı gibi Salih’in toplumu, suyu deveyle paylaşabilmeyi başaramamıştır. Şayet nesli tükenmekte olan hayvanlarla doğayı paylaşmayı beceremez isek ilâhî adalet bunun cezasını tüm sorumlulara ve duyarsız davrananlara çıkartacaktır. Mevlânâ insanın diğer canlıların haklarına saygılı olmaları gerektiğini, yeryüzü kaynaklarının insana değil Tanrı’ya ait oluşunu şöyle anlatır: “Salih’in devesi görünüşte deveydi; o kötü topluluk, bilgisizlikten onu kesti. Su yüzünden deveye düşman oldular; oysaki ekmeğe karşı da kör olanlar onlardı, suya karşı da. Allah’ın devesi, ırmaktan, buluttan su içmedeydi; Tanrı’nın suyunu Tanrı’dan esirgediler.”
Müslümanların hayretlerini çeken Salih (a.s.)’in devesine benzer bir hadiseye yakın zamanda şahit olduk. Kontrol altına alınamayan yangınlardan ve kuraklıktan etkilenen Avustralya’da, su kaynaklarını tükettiği gerekçesiyle 5 binden fazla deve itlaf edildi. Develerin itlafından sonra Avustralya’yı dolu ve sel vurdu. Avustralya yönetiminin deve katliamına modern dünyadan çok ciddi tepkiler gelmedi. İlahi mesaja kulak verilseydi kuraklık ve yangını çağımız imkânlarıyla aşmak mümkün olabilirdi. Maalesef Salih (a.s.)’in kavmi gibi çağdaş dünya da kolay olanı seçti ve insan merkezli davrandı.
Hz. Hacer-İsmail ve Zemzem
Eş‘arîlere göre peygamber ve peygamber eşi olan Hacer’in evlat sevgisi için yaptıkları zemzem suyu üzerinden tecessüm ve temessül ettirilmiştir. Müslümanlar nezdinde suyun aziz oluşu anlayışının izini sürersek Hz. Hacer’in hatıralarına kadar gitmek mümkündür. Zemzemi sevmek gelecek nesilleri sevme anlamını da taşır. Zira Hacer’in Tanrı katında ve Müslümanlar nezdindeki yüksek mertebesi bebeği İsmail’e gösterdiği merhamettir. Su içerken oğlu İsmail’i emziren Hz. Hâcer’e Cebrail (a.s.): “Bu suyun yok olacağından, kaybolup çekileceğinden korkma. Burası Allah’ın evidir, Allah dostlarını korur. Bu Allah’ın misafirlerinin içeceği bir sudur.” dediği rivayet edilir. Hz. İbrahim Hz. Hacer’i Kabe kalıntılarına mücavir bir alanda bırakmıştı. Hz. Hacer İslâm’ın neş’et edip tüm dünyaya oradan yayılacağı Mekke şehrinin mayasını çalmıştır. Kur’an’da “ümmülkurâ”/şehirlerin anası denilen yer Mekke ise Mekke’nin anası da Hz. Hacer’dir.
Hz. Yusuf ve Kuraklık
Medeniyetimizde su ihtiyacını gidermeye yönelik çabalar İslâm’ın konuya atfettiği değerden ilham almaktadır. İslâm dünyevi nimetlerin ölçüsüz kullanımını yasaklar. Kur’an’da anlatıldığına göre, Hz. Yusuf tarihte Mısırlılara suyun ve kaynakların ölçülü ve tasarruflu kullanılmasını öğretmiştir. Suyu hakça ve adilane paylaşma becerisi medenileşmenin kilometre taşlarından birisidir. Kur’an’da ve Tevrat’ta anlatıldığına göre Kral gördüğü rüyanın tabirini ister. Fakat kimse bu rüya için bir tabirde bulunamaz. Yûsuf (a.s.) Allah’ın bildirmesiyle rüyayı şöyle yorumlar: “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın.” Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek.” “Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.” Yusuf da “Ona ilk yedi yıl bir verimlilik olacağını sonraki yedi yılda kıtlık olacak” der. Kıtlık yılları geçince hayat geri normal akışına dönecektir. Kral bu yorumu beğenip itibar ederek Hz. Yusuf’tan tedbirler almasını ister. Kralın nezdinde itibarlı bir makama getirilen Hz. Yusuf bu kurak yıllar için birtakım tedbirler alır. Ürünlerin muhafaza edileceği yerler yapar, su kanalları ve kuyular açar. Alınan tedbirlerle kurak yıllar sağlıklı bir şekilde atlatılır.
Hz. Süleyman ve Atlar
Mevlânâ’ya göre mutlak güzellik Allah’a aittir ve yaratıklarda müşahede edilen tüm güzellikler onun yansımasıdır. Âşık bir sûfi her an sevdiğini anar, her tarafta ondan bir iz arar. Her yerde onun cemâl ve kemâl sıfatlarının tezahürü vardır. Zira vücûd-ı mutlak, aynı zamanda kemâl-i mutlak ve cemâl-i mutlaktır. Nitekim Süleyman (a.s.) güzelliği severken Allah’ın cemâl ve kemâl sıfatlarının tezahürünü görmekteydi. O halde güzellikleri Yaratıcı’dan kopuk düşünmemek gerekir. Hz. Süleyman’ın bu tavrı şöyle anlatılmaktadır: “Dâvûd’a Süleyman’ı bağışladık. O ne güzel kuldu! Şüphesiz o, Allah’a çok yönelen bir kimse idi. Hani ona akşamüstü bir ayağını tırnağı üstüne dikip üç ayağının üzerinde duran çalımlı ve soylu atlar sunulmuştu. Süleyman, “Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim.” dedi. Nihayet gözden kaybolup gittikleri zaman, “Onları bana geri getirin.” dedi. (Atlar gelince de) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.” (Sad, 38/30-33) Güzellik bir taraftan, cazibe başka taraftan, aşk ve istek diğer taraftan da hareket özelliklerine sahiptir. Güzelliğin var olduğu yerde aşk ve istek başka bir varlıkta mevcuttur, yani güzelliğin kendisi hareketle ilintilidir. İnsan güzel gördüğü şeyleri takip eder. Bu güzellikler maddî, dünyevî olabildiği gibi manevî ve uhrevî de olabilir. Güzellik ve iştah arasında da bağ bulunmaktadır. Yiyecekler bizi kendilerine güzellikleriyle de cezbederler. Gıda maddeleri şayet çirkin olsaydı bizde iştahsızlığa, sonunda da yetersiz beslenmemize neden olacaktı. Diğer yandan meyvelere, sebzelere, bakliyata ve diğer yiyeceklere Yaratıcı tarafından konulan farklı tatlar bizi farklı yiyeceklere sevk etmektedir. Şayet aralarında tat farkı olmasaydı farklı yiyecekleri aramayacak, onlarda bulunan besinlerden yararlanamayacaktık. Hâlbuki insan ne kadar severse sevsin aynı tattaki bir yiyeceği sürekli tüketemez. İnsandaki aynı tattan usanma ve başka lezzetler arama saiki dengeli beslenmenin ana dinamiğini oluşturmaktadır.
Doğayı güzel görürüz, zira tabiat bizim ihtiyaç duyduğumuz şeylerle donatılmıştır. Derin tefekkür gücüne sahip olmayan insanların dahi şuuraltında tabiat unsurlarının insan için hayati önem taşıdığı duygusu vardır. “Tabiat ana” deyişi insan benliğine bu nedenle kazınmıştır. Gazâlî, güzelliğin yalnızca suret ve şekilde aranmaması gerektiğine de şöyle dikkat çeker: “Güzellik, yalnız gözün idrakine bağlı değildir. Meselâ, “şu yazı, şu ses, bu at güzeldir” deriz. Güzellik yalnız surette aranırsa ses, yazı ve diğer şeylerin güzelliklerinin ne anlamı kalır. Her şeyin güzelliği, kendisinde bulunması mümkün ve kemâline uygun şeylerin kendisinde bulunması demektir. Bir şey kendisinde bulunması mümkün olan bütün mükemmellikleri topladığı vakit, güzelliğin zirvesine ulaşmış demektir. Şayet kemâl kısmen bulunursa, o nispette güzeldir. Güzel at dediğimiz vakit, bir atta bulunması gereken heybet, şekil, renk ve koşma imkânları gibi, bütün vasıfları kendisinde toplamış bir at demektir. Her şeyin güzelliği, kendisine lâyık olan kemâlindedir. Meselâ, atı güzelleştiren, insanı güzelleştirmez. Yazıyı güzelleştiren nitelikler sesi güzelleştirmez. Her şeyin kendine has bir özelliği vardır. Güzellik duyularla bilinmeyen şeylerde de vardır. Meselâ “şu güzel ahlâk, bu güzel ilim, bu sîret-i hasene, bu ahlâk-ı cemîl” dendiği gibi. Güzel ahlâktan ilim, akıl, iffet, şecaat, takva, kerem, mürüvvet ve diğer iyi hâller murâd edilir ki, bunların hiçbiri beş duyu ile algılanamazlar.”
Allah’ın rahmet hazinelerinden gelen her şey güzeldir. “Allah, yeryüzünü sizin için karar kılma yeri, göğü de binâ yapan; size şekil verip de şekillerinizi güzel kılan ve sizi temiz şeylerle rızıklandırandır. İşte Rabbiniz Allah! Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (Mü’min, 40/64) Başka bir ayette de şöyle buyurulur. “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsra, 17/70) İnsana verilen yiyecekler ve eşya onların güzellik duygularına da hitap etmektedir. Bu nedenle insan yeryüzünde elde ettiği nimetlere sevgi besler. Zira bu zenginlikleri kendisine veren Yüce Yaratıcı’dır.
Hz. Muhammed’in Çevre Dostu Ahlakı
Kur’an ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisleri İslam medeniyetinin kurucu metinleridir. Kur’an ve sünnette ifade edilen amelî, ahlakî prensipler Müslümanların çevre ile ilişkisine aksetmiştir. Müslümanlarda temelde “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” çalışma prensibinden hareketle, insanın yeryüzüne devamlı bir çalışma ve kazanma yani “kesb” misyonuyla gönderildiğini kabul eden “aktivist” bir hayat telakkisi mevcuttur. Bu anlayışı Kur’an ve sünnetin yanı sıra son devir ahlâkçılarına kadar tüm İslâm ahlâk nazariyecilerinde görmek mümkündür. Çalışmanın, emeğin geniş ve dar anlamları vardır. Amel-i salih ve sa‘y kavramları emeğin geniş manasını oluştururlar. Dar anlamıyla emek üretim faktörü iken, geniş anlamıyla onun evren içindeki yerini tayin eder.
İslam Medeniyeti’nin yükselişinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadislerinde ifade edilen sadaka-i câriye anlayışı önemli bir yer tutar. Hz. Peygamber (s.a.v.) insan öldüğü zaman bütün amellerinin kesileceğini, ancak şu üç şeyin bundan hariç olacağını söylemiştir: Sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden mümin evlâd. Sadaka-i cariye: Çeşme, sarnıç, köprü, cami, medrese vb. bütün insanların hizmetine sunulmuş eserlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu eserler içerisinde su ihtiyacını karşılamak üzere yapılacak eserleri teşvik etmiştir. Nitekim Sa’d b. Ubâde, annesi vefat edince sadaka vermek istemiş ve Hz. Peygamber’e ne tür hayır yapmasının daha üstün olacağını sormuş, Resûlullah da (s.a.v.) ona su hayrını tavsiye etmiştir. Rivayete göre bunun üzerine Sa’d bir kuyu kazdırmış ve “Bu kuyu Sa’d’ın annesinin kuyusudur.” demiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ağaç dikmeyi şu hadislerle teşvik ve tavsiye etmiştir. Burada bu konuda şu birkaç hadise yer vermek yerinde olacaktır:
“Herhangi birinizin elinde bir hurma fidanı varken, kıyâmet kopacak olsa, derhal onu diksin!” (Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, IV, 63)
“Bir Müslüman ağaç diker de bunun meyvesinden insan, ehlî hayvan veya vahşî hayvan veya kuş yiyecek olsa, yenen şey onun için bir sadaka hükmüne geçer. Her kim ne eksiltirse bu kendisi için (kıyamete kadar) sadaka olur.” (Müslìm, Musâkât 7,8 10, Buharî, Edeb 27.)
“Yedi şey vardır ki, kişi kabirde bile olsa, ondan hâsıl olan ecir devamlı olarak kendisine ulaşır: Öğretilen ilim, halkın istifadesi için akıtılan su, açılan su kuyusu, dikilen ağaç, inşâ edilen mescit, okunmak üzere bağışlanan Kur’ân, vefatından sonra kendisine dua edecek hayırlı evlâd.” (İbn Mâce, Mukaddime, 20)
Çevre konuları genelde problem merkezli ele alınmaktadır. Konuyu yine problem merkezli mütalaa etmek için günah ve çevre ilişkisi üzerinde durmak istiyoruz. Tabiatla barışık olmak manevi alanda barışık olmaya bağlıdır. Burada ortaya çıkan kaosun tabiatla da barışık olmamaya yol açacağını Hz. Peygamber şöyle dillendiriyor: “Facir bir kul öldüğü zaman kullar, ülkeler, ağaçlar, hayvanlar ondan rahat ederler.” (Müslim, Cenâiz, 61) Maddî kirliliğin köklerini manevi alanda bulmak mümkün. Günahlar manevi kirlilik olmakla beraber maddi kirlenmenin de sebebi sayılabilir. Manevi pislik, maddi kirlilikten daha tiksindiricidir.
Kur’ân’da Cenab-ı Hakk günahların kir olduğunu şöyle ifade buyuruyor: “Hayır, hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifîn, 83/14) Hz. Peygamber (a.s) de günahların kalbi karartan kirler olduğunu şöyle anlatır: “Kul bir günah işlediği vakit kalbinde siyah bir nokta, bir leke yapar, eğer tövbe edip vazgeçer, mağfiret dilerse kalbi yine temizlenir. Döner tekrar yaparsa o leke artar, nihayet kalbini ele geçirir. (İbn Mâce, Zühd, 29) Günah üzerine günah işleyen kulun kalbi kararır, zira günahlar kalbini ihata eder. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) kalbin fesada uğramasının insanı bütünüyle bozulmaya, manen çöküşe götüreceğine işaret etmiştir. Kur’an’da çevreye karşı işlenmiş suçların, günahların en açık adlandırmalarından biri “fesad” kavramıdır. Kurtubî’nin çevre tahribatını büyük günah kapsamına soktuğunu görüyoruz. Kurtubî’ye göre şeriatın büyük bir azapla tehdit ettiği veya varlıktaki zararını büyük saydığı günahlar büyük günahtır. Bu tariften yola çıkarsak fesad, zararın bireyden taşıp çevreye yayılması bakımından büyük günahlardandır.
Kur’ân’da bir ayette şöyle buyurulur: “Dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna giden, pek azılı düşman iken, kalbinde olana Allah’ı şahid tutan, işbaşına geçince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2/204-205) Ayet, insan-tabiat dostluğunu bozan davranış serisinin insandan başlayıp topluma yayılacağını, son tahlilde ise tabiatı hedef alacağını anlatıyor. Tabiatı tahrip etmek en büyük günahlardandır, zira canlıların hayat alanını, imkânlar diyarı olan dünyayı ve daha sonraki nesillerin haklarını yok etmektedir. Ayette Allah, nesilleri ekine atfetmiştir. Ekin ise Allah’ın dünyada insana sunduğu nimetleri yani “çevreyi” temsil etmektedir. Çevre ile insan neslinin birlikte anılışı ve neslin çevreye atfedilişi tabiatın çocuklara devredeceğimiz bir emanet oluşunu açık bir şekilde ifade etmektedir. O halde çevrenin yok edilmesi gelecek kuşakların haklarının çiğnenmesi anlamını taşır.
“Fesad” kelimesi Kur’ân’da on bir yerde geçer. Her geçtiği yerde tabiatla beraber zikredilmesi dikkat çekicidir. Sosyolojik birtakım buhranlara göndermede bulunan ayetler her defasında fesadı çevre ile ilişkilendirmektedir. Kur’an’da bir başka ayette de şöyle buyurulur: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu, ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rum, 30/41) Kâdî Beyzâvî (v.485/1286) fesadın çıkışını çevre felâketlerinin işlenmesi şeklinde yorumlamıştır. Beyzâvî bu felâketleri şöyle sıralar: “Toprağın çoraklaşması, verimsizleşmesi, toplu ölümler, kasten çıkarılan yangınlar sonucu orman yangınlarının artması, denizlerde fiyaskolar, bereketin ortadan kalkması, her türlü zarar-ziyanın artması, sapkınlıkların baş göstermesi ve zulümler.” Şu halde günahlar insan ruhunun, toplumların fesada uğramasına sebep olduğu gibi çevrenin tahrip edilmesine de yol açmaktadır. Çevrenin tahribi başlı başına büyük bir vebal sayıldığında günah katmerlenmiş olur.
Çevre sorunlarının birçoğu ile israf doğrudan irtibatlandırılabilir. Tabiî kaynakları yerli yerince kullanmamak, diğer insanların, gelecek kuşakların emanet alacağı dünyayı biteviye sömürmek israftır. Hz. Peygamber (s.a.v.) abdest alan bir arkadaşının aşırı su kullandığını görünce ona tepki göstererek akmakta olan bir nehirde abdest alsa bile israf etmemesi gerektiği uyarısında bulundu.
İslam, maddi-manevi; ferdi-sosyal hayattaki her tür dengesizliklerin ifadesi olan “israf”a olumsuzlama yöntemiyle yaklaşmış; zararlarını sergileyip yererek ondan uzak durmanın eğitimini vermiştir. İsraf, maddi-manevi; dünyevi-uhrevi; bölgesel-küresel tüm dengeleri bozan; ânı ve geleceği mutlaka etkileyen; uzun vadede dünyayı tüketecek bir davranış biçimidir ve İslam bunu şiddetle yasaklamıştır. Buna mukabil tüm anlamlarıyla israfın mukabili ve zıddı olan ölçülü davranmayı iktisadı tavsiye etmiştir.
Çevre tahribine yol açan davranışlardan biri de individüalizm (bencillik, egoizm)dir. Altruist (diğerkâm) duyguların öldürüldüğü modern hayata benmerkezcilik egemen olmaktadır. “Artık her şey beni ilgilendirdiği ölçüde değer kazanır” kişiliği taşıyan birey, değerler hiyerarşisinde son derece önemli bir yere sahiptir. Bireysel özgürlük, özerklik ve birey hakları en önemli vazgeçilemez moral değerler olarak kabul görürler. Modern insan son derece bencildir ve mesuliyetlerini idrak etmemektedir. Modernizmin insana sunduğu hürriyet yine modernizmin belirlediği çerçevede, seçtiği kulvarda, onun ilerlemeci ideolojisine uygun ve üretim tüketim döngüsüne tutsak bir çerçevededir. Bu hususiyetlerinden dolayı modernizm, insanlara hakiki değil sahte bir hürriyet sunmaktadır. Ama bu egoist hürriyet anlayışı israfa, fesada ve nefisperestliğe çanak tuttuğu için çevrenin tahribine yol açar.
Müslümanların bencillik yapmaları doğru değildir. Nitekim Hz. Peygamber: “Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü’minlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66, (2586)) buyurmaktadır. Bencillik öyle kötü bir hastalıktır ki egoist insan düşünce ve tavırlarıyla âdeta “evren benim etrafımda dönüyor” varsayımıyla hareket eder. Bu noktada kul hakkı kavramını gelecek nesilleri de kapsayacak şekilde dikkate almak gerekir. Hz. Peygamber (s.a.v.) konuyla ilgili ciddi uyarılarda bulunmuştur. İslâm kültüründe kul hakkı her zaman büyük hassasiyet gösterilen bir alana sahip olmuştur. İslâm geleneğinde büyüklerin küçüklere yaptığı ilk ve en önemli ikazlardan biri kul hakkını ihlal etmenin, bağışlanması, hakkı ihlal edilen kişilerin affı şartına bağlanması açısından hukukullahtan bile güç bir sorumluluk olduğudur. Çevre sorunlarının çözümünde en önemli ahlaki ilkelerden biri de bencillikten kurtulup gelecek nesillerin ve diğer insanların haklarını gözetmek ve kul hakkını ihlal etmenin mesuliyetini müdrik olmaktır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) insan haklarının hiçe sayıldığı, hayvan ile “hak” mefhumunun bir arada tasavvur edilemediği Arap Cahiliyye toplumunda hukukun üstünlüğü, adil olma ve hayvan hukukunu gözetme gibi ahlaki prensipler üzerinden toplumsal dönüşüm gerçekleştirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.), hayvanlara dağlama yapmayı, lanet etmeyi yasaklamış, kuş yuvalarının bozulmasını ve yavrularının alınmasını men etmiş, evcil hayvanların beden temizlikleri ve ağıllarının temizliği ile ilgili emirler vermiş, onların yavrularına da hassas davranılmasını istemiştir. Ashâb-ı Kehf’in köpeği de aynı şekilde Kur’ân’da ayrı bir birey olarak zikredilir. Ashabtan Enes naklediyor: “Bir yerde mola verince, hayvanlarımızın istirahatini sağlayıncaya kadar ibadet etmezdik.” (Ebu Davud, Cihad 48) Hz. Peygamber (s.a.v.), hayvanlara kaba kuvvet uygulanmasını, hayvanların hedef yapılarak atış yapılmasını, dövüşmeleri için kızıştırılmalarını, zevk için avcılık yapılmasını yasaklamıştır. Hadislerde hayvanlara karşı yapılan kötü muameleden dolayı insanın hesap vereceği ifade edilir. 13. yy. İslâm Hukukçularından İzzuddîn b. Abdisselâm (v.660/1261) hayvan haklarını ve hayvanın insan üzerindeki haklarını Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadislerine dayanarak umdeleştirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bitkiler ve ağaçlar O’nun buyruğuna boyun eğerler.” (Rahmân, 55/6) Bir diğer ayette de bu durum tafsil edilerek şöyle ifade edilir: “Görmedin mi ki şüphesiz, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir.” (Hac, 22/18) Ayette göklerde ve yerde bulunanlar, güneş, ay, yıldız, dağlar, ağaçlar, hayvanlar istisna edilmeden mutlak anlamda sayılmış, sıra insana gelince “birçok” denerek bir kısmın itaat sergilediği anlatılmıştır. O halde insan tabiatın diğer unsurları gibi doğayla uyumlu yaşamayı bilmelidir. Doğanın akışına uygun yaşamak, onun düzenini bozmamak Tanrı’nın iradesine uymak anlamına gelmektedir.
Sonuç
Peygamberler tebliğlerinde varlığı/çevreyi, her şeyi bilen, her şeye kadir Yaratıcı’nın ilimle, hikmetle vücûda getirdiği eseri olarak takdim eder. Tanrı bilgisiz, hikmetsiz ve abes ile iştigal etmez. Tüm varlık Allah’ın varoluşsal, sözsüz mesajları (ayetleri)dir. Allah Kur’an’da çevresinde insandan başka hiçbir varlığın itaatsizlik etmediğinden bahseder. İnsanın akıl ve iradesini evrenin akışına uygun hale getirmesi, sistemi ifsat etmekten kaçınması beklenir. Allah Teâlâ insandan gerek toplumsal gerekse de fiziksel çevresini mamur etmesini ister. Bu münasebetle İslam müsbet, erdemli bir medeniyet inşası için gerekli yüksek ahlaki prensiplere sahiptir. Müsbet medeniyet eşyayı anlamlandırmada ve çevre ile münasebet kurmada değerlerinden yalıtılmış, pragmatist, profan, maddeci medeniyetten ayrılır.
Vahiy kültüründe Tanrı katı ölçü iken, modernitede her şeyin ölçüsü insan olmuştur. Nebevî gelenek nefsin köleleştirici bağlarından kurtulmak gerektiğini telkin ederken, modernite nefsin arzuları önündeki engelleri mümkün mertebede kaldırmayı hürriyet sayar. Modernite gücü esas alırken müsbet medeniyet hakkı ve hukukun üstünlüğünü esas alır. Modernite dünyevî pragmatizmi hedeflerken, erdemli medeniyet faydayı dünya-ahiret bütünlüğü ve dengesinde arar. Erdemi esas almayan sistemler insanların malını heder edip, insanın can güvenliğini yok ederken, erdemli medeniyet malı, canı, fikir ve inancı güvenceye alır. Çevre, Tanrı’nın lütfudur. İnsan onu koruyarak ve emaneten istifade ederek sonraki emanetçilerinin yed-i emînine devr etmelidir.