“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim, 14/34)
“Allah, şöyle bir kenti misal verdi: Orası güven ve huzur içinde idi. Oraya her taraftan bolca rızık gelirdi. Fakat Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler; bu yüzden yaptıklarına karşılık, Allah onlara şiddetli açlık ve korku ızdırabını tattırdı.” (Nahl, 16/112)
Bu ayetler gibi daha birçok ayet-i kerimede Rabbimiz insanoğlunun kahir ekserisinin nankörlüğe yatkın olduğundan bahseder. Yani Allah’ın verdiği onca nimeti görmezden gelip inkâr ederler, bu sebeple de zaman zaman Allah’tan gelen belalarla sınanır ve sarsılırlar. Aslında nankörlük eden insanların bu tür belalarla sınanması, öncelikle Rablerinden büyük bir rahmet olarak akıllarını başlarına almaları, kendilerine gelip tevbe etmeleri içindir. Lakin çoğu zaman bu belaların dahi işe yaramadığı, insanların aşırılıklarından ve azgınlıklarından vazgeçmediği görülür.
Nahl suresi 112. ayet-i kerimesi mana itibariyle, son birkaç yıldır insanlık olarak dünya genelinde yaşadığımız ve halen yaşamaya devam ettiğimiz pandemi, doğal afetler, küresel iklim krizi, pahalılık, kıtlık, savaşlar, göç hareketleri gibi sayısız musibetin de hikmetini anlamamız açısından önemlidir. Bu olaylar nimetlerin asıl verenini göremeyen, bu nedenle aracıları yaratıcı yerine koyarak, Rabbine şükür ve teşekkürü unutan, yine hırs ve tamahları yüzünden çevreyi ve doğayı kirleten, egosundan, bencil isteklerinden ötürü zulümde sınır tanımayan insanoğluna, ciddi bir uyarı niteliği taşır.
Rum suresinde de insanların yaptıkları şeyler dolayısıyla yeryüzünde karışıklıkların ortaya çıktığını Allah şöyle bildirmiştir: “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rum, 30/41)
Demek ki insanların kendi elleriyle yaptıkları yanlışlardan dolayı yaşadıkları acı ve üzüntüler, eğer idrak edebilirlerse onları hatalarından döndürmesi için durmuş bir kalbe yapılan şoklama gibidir…
Nankörlük çok kötü bir kalp marazıdır. Bu maraz iyilikleri inkâra, o da insanı küfre kadar götürebilir. Şükür, teşekkür çok önemli bir erdemdir ki nimet kadri bilmekle olur… Nimet kadri bilmek de değer takdir duygusu ile olur. Üzerimizdeki sayısız nimetin kıymetini bilmek ise, öncelikle onları bahşeden Allah’ı bilmek, onu hakkıyla takdir edebilmekle olur ki bu bilgi kullar için en gerekli bilgidir. Maalesef ki birçok ayetinde Rabbimiz, kulları için: “Allah’ın büyüklüğünü gereği gibi takdir edemediler. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, her şeye üstündür.” (Hac, 22/74) buyurarak bu konuda şikâyetini dile getirir.
Peki, Allah’ı hakkıyla bilmek, bu konuda marifet sahibi olmak nasıl olacaktır?
Öncelikli olarak bu mevzu, üzerinde önemle durulması ve iyice anlaşılması için çaba harcanması gereken bir mevzudur. Zira bu konuda medyatik birtakım âlim müsveddeleri yüzünden Müslümanların kafası karışıktır. Dinde derinleşmeden, manevi yönden gelişmeden Allah’ı hakkıyla takdir etmek mümkün müdür? Kabul etmek gerekir ki değildir. Dinde derinleşmek, yakîn ehli olmak sadece bir bilgi işi değildir, bu yüzden de çok iyi Arapça bilmek, Kur’an-ı Kerim’i mealinden çok okumak ve anlamak derinleşme için yeterli bir çabayı ifade etmez... Çünkü bu konu aklın ve bilginin tek başına üstesinden geleceği bir konu değildir. Bu mevzuda ruhun manevi yeteneklerinin devreye girmesi gerekir. Zira insan ruhu Allah’ın zatına, isim ve sıfatlarına dair çok önemli mesajlar, sırlar taşır. Dolayısıyla “Ben insana ruhumdan üfledim…” (Hicr, 15/29) ayetinin sırrına mazhar insanlara ancak, Rableri hakkında avama kapalı pek çok hakikatler açılabilir. Bu nedenle şer’i bilgilerden, felsefi veya entelektüel çabalardan öte, ruha bahşedilmiş manevi cihazatların devreye girmesi gerekir ki insan hem kendi yaratılışı hem Rabbi hakkında derin hakikat ve marifet bilgilerine erişebilsin.
Fizik bedene ait duyularla halk âlemi denilen içinde yaşadığımız bu dünyaya ve fizik evrene ilişkin bilgilere ulaşabiliriz. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın nice manevi âlemleri vardır ki onların bilgisine bu fiziki duyularla ulaşmak mümkün değildir. Bunlar için ruhun manevi cihazatlarının devreye girmesi gerekir.
Allah’a iman özünde sevgi olan bir duygudur, inkâr ise düşmanlıktan beslenir. Sevmek denilen duygu ise ortak özelliklerin varlığı ile açığa çıkar. Bu psikolojik bir gerçekliktir ki kişi kendine benzeyeni sever. Kişiler arasında ortak özellikler, vasıflar ne kadar çoksa sevgileri de o derece çok olur. Ortak nokta yoksa o sevgilere sevgi demek ancak sevginin tanımını bilmemekle açıklanabilir. Allah’ı sevmek, peygamberi sevmek, Allah dostlarını sevmek, müminleri sevmek hep bu kriterlerle değerlendirilmelidir. Böyle bakınca görülür ki, bir mümin peygamberine ahlaken ne kadar çok benzerse o kişide peygamber sevgisi o kadar fazla olur. Peygambere hiçbir yönden benzemeyenin peygamber’i çok seviyorum iddiası temelsiz bir iddiadır. Zaten bir iki sınanmada bu sevginin boş olduğu açığa çıkar. Allah’ı sevmek de böyledir. Allah’ı çok sevenin Allah ile ilişkileri çok sıcaktır. O’ndan fazla hiçbir şeyi çok sevmek istemez. Sevgilerinin ayarını bu sevgisi belirler. Yaratılanı yaradandan ötürü sever, bütün sevgililerinin üstünde Allah sevgisi vardır. Allah’ın emirlerini yaparken bu sevgiyle yapar, yasaklarından kaçarken bu sevgiyle kaçar. Bu nedenle kulluk ilişkilerinde zorlama değil, sevginin itici gücü vardır. Bu anlamda bu kişiler için sevgi bir yönüyle korkudur da…
Allah hakkında marifet sahibi olmanın en kestirme ve en emin yolu marifet ehli büyüklerin terbiyesinde yetişmekle olur. Yunuslar, Mevlanalar bu terbiye ile yetişmişlerdir. Tarihe bakarsak kendi kendine yetişen bir manevi büyük yok denecek kadar azdır. Manevi büyüklük, peygamberlerin ahlakıyla ahlaklanmadan ele geçmez. Böyle olmayan bir kişinin, tasavvuf büyüklerinin söylediği kelimeleri konuşmakla, cübbeyle, sarıkla manevi büyük olamayacağını bilmesi yani haddini bilmesi gerekir. Bu tarz iddialar büyük vebal gerektiren iddialardır ki hem de Allah’ın gazabını üzerine çekecek kadar.
Neticede diyebiliriz ki kişinin sevdiği ile beraber olması için sevdiğinin rengine büyük ölçüde boyanması, aynı rengi, aynı boyayı taşıması gerekir.
Bu konuları açıklamada son derece mahir olan değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin kısa ama özlü bir sosyal medya paylaşımı ile yazımı noktalıyorum.
“Şu imtihan dünyasında, herkes herkesle her türlü imtihan olabilir. O sebepten bu dünyada kiminle beraber yaşarsan yaşa, arkadaşlık yap, evlen vs. hiç önemli değil; önemli olan Ahiret…
Bakalım imtihan gereği beraber olduğun, haset ettiğin, davasına taş koyduğun, nankörlük ettiğin arkadaşın, liderin, hocan vs. ile ahirette beraber olabilecek misin? İşte önemli olan sadece bu! Evet, şu apaçık bir gerçek ki, orada Efendimize (s.a.v.), evliyaya, güzel insanlara, yakın olmak imkânsıza yakın zor hatta bazı sefil yaratılışlı ruhlara vallahi kesinlikle imkânsızdır... Yani, sözün özü: Bu iğrenç gezegende istismar ettiğin, tepe tepe nankörlük ettiğin, haset ettiğin asil ruhlara, orada komşu olmak, yakın olmak, hele hele dost falan olmak, öyle hiç de kolay değil...
Hani meşhur bir söz vardır ya, “Allah iyi kulunu nankör insanla imtihan eder; eder ama ona asla yar etmez.” sözü ne kadar da apaçık ve hakikati gösteriyor değil mi? Şu da çok iyi bilinmeli ki: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” sahih kriteri de bu tür yaratıkları kurtaramaz...
Çünkü böyle kişilik asalaklarının kalplerinde olan ve sevgi ismini verdikleri menfaat odaklı meylleri ile, İslam’daki kişiyi sevdiği ile dünya ahiret ayırmayacak ve sadece adam gibi adamların kalbinde olabilecek gerçek sevgi ve muhabbet ile, bu zavallıların kalbî kaşıntılarının hiçbir alakası ve benzerliği kesinlikle yoktur...
Sadede gelirsek: Bu sözleri çok iyi anlamak ve artık adam gibi yola girmek gerekir ve hatta bu şart ötesi şarttır ve her şeyden daha önce aciliyettir...
İş burada anlamak, zaten ahirette uzaklığı yaşayarak herkes anlayacaktır...
Bu ise, aklı olana en kesin ve en açık hakikattir...”