Müslümanların Astronomi Tarihine Katkıları / Prof. Dr. Ali Bakkal

İslam Astronomi Tarihinde bir milat belirlemeye kalksak nereden başlamak gerekir? Teşvik edici unsurlar nelerdi? Ayet, hadis, fıkıh anlamında nasıl teşvikler vardır?

Hiçbir medeniyet sıfırdan doğmaz. Her medeniyet diğer medeniyetlerden etkilenir ve onlardan bir şeyler alır. İslam medeniyeti için de bu böyledir. İslam medeniyeti sadece kendi kaynaklarından istifade ederek değil, aynı zamanda çevrede hazır bulduklarını da değerlendirerek gelişip yükselmiştir. Bilim, medeniyetin en temel argümanlarından biridir. İslam insanların okuma-yazma bilmediği bir topluma din olarak gelmişti. Mekke toplumunda sadece 19 kişinin okuma-yazma bildiği söylenir. Bunların da çoğu bu imkânlarını ticarette kullanırdı. Kitap okuma alışkanlığı olanlar Hanîf diye bilinen birkaç kişiden ibaretti. Onlar da sadece mukaddes kitapları okurlardı. Mekke, Medine, Taif gibi şehirlerde herhangi bir okul yoktu. Sadece Medine’de Yahudilerin beytü’l-midras dedikleri dini eğitim ve öğretim verdikleri bir mekânları vardı. Burada da Tevrat öğretimi yapılırdı. Bununla birlikte İslam’dan önce Araplar ilmü’l-envâ dedikleri yıldızların hareketiyle hava durumu ve iklimler arasında ilgi kuran, çeşitli takvimlere esas teşkil eden bir nevi “halk astronomi ve meteoroloji bilgisi”ne sahip bulunuyorlardı. Bu alandaki zengin bilgiler genel olarak Keldânî astronomisinin bir uzantısı olarak görülür. Envâ bilgisini bütün detaylarıyla Arap şiirinde görmek mümkündür. Envâ sisteminin ilk şekli, basit olarak yıldız ve takımyıldızların doğuş ve batışı ile başlayan yirmi sekiz dönemlik bir güneş yılındaki meteorolojik hadiseleri takip ve tahmin etme bilgisinden ibaretti. 

Hiç şüphesiz bu bilgiler üzerine bilimsel bir astronomi inşa edilemezdi. İslam tarihinden bilimsel astronominin geliştirilmesinde iki şey çok önemlidir: Birincisi, İslam’ın bilimsel gelişmeleri sağlayacak bir zihniyet biçimi ortaya koyması, ikincisi, tercüme hareketleri.

Kişi iradesi nasıl fertlerin bütün fiillerinin en önemli amili ise, zihniyet de toplumsal faaliyetlerin temel itici gücüdür. Bir şey yapılmak istendiğinde toplumsal düşünce ona uygun değilse o konuda başarı kazanmak mümkün değildir. Bu yönüyle bakıldığında İslam bilim ve medeniyetini, bir “zihniyet devrimi” olarak nitelemek mümkündür. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) gibi ayetler ile “Çinde de olsa ilmi arayınız.” (Suyutî, Câmiu’s-Sağîr, 1/130), “Hikmet müminin kayıp malıdır; onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd, 17) gibi hadisler Müslümanlarda büyük bir zihniyet açılımı meydana getirdi. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Bedir savaşı sonrasında okuma-yazma bilen esirleri on Müslüman’a okuma yazma öğretme şartıyla serbest bırakması, Hendek savaşında Selman-ı Fârisî’nin teklifiyle de olsa harplerde savunma taktiği olarak Arapların pek bilmediği hendek açma tekniğini kullanması, Hayber savaşından sonra bazı esirleri Müslümanlara sanat öğretmek şartıyla serbest bırakması, serîr kullanma gibi Mekke’de var olan bazı adetleri Medine’ye taşıması, dış kaynaklı birer unsur olan minberi Mescid-i Nebevide kullanmaya ve yine mescidin kandille ışıklandırılmasına razı olması, savaşlarda çoğu yabancı menşe’li olan silahları kullanması ve yine yabancı menşe’li elbiseleri giymesi gibi uygulamalar; Müslümanların zihinlerinde ilim ve teknik nerede olursa olsun almaları gerektiğine dair bir düşünce oluşturmuştu. Bu zihniyetle yoğrulmuş olan Müslümanlar adeta ilme karşı kendilerini susamış addediyorlardı. Bu da onların ilim adına nerede ne varsa her şeyi almalarını gerektiriyordu. İbadet vakitlerinin ve kıble istikametinin bilinme ihtiyacı gibi hususlar da insanları astronomi bilgisini öğrenmeye teşvik ediyordu. Kur’ân’da sema ile ilgili yedi yüz civarında ayetin bulunması da ayrıca bir tefekkür ve zihnî bir tecessüs vasıtasıydı.

İlk Müslümanlar envâ bilgisinin ötesinde astronomi bilgisine sahip değillerdi. Fetihlerle birlikte hem yeni kültürlerle iç içe olmuşlar hem de bu kültürlere mensup bazı âlimler Müslüman olmuşlardı. Diğer taraftan Müslüman olmayan azınlıklar da kendilerini farklı alanlarda göstermek istiyorlardı. Bu alanların başında ilim geliyordu.  Bu durumlar kısa zamanda diğer milletlerin sahip olduğu ilmî birikimi Arapçaya aktarma ihtiyacını doğurdu. İlk tercüme faaliyetleri Emevî prensi Hâlid b. Yezîd b. Muâviye (ö.85/683) ile başladı. Daha hicrî birinci yüzyılda Müslümanlar Batlamyus’un eserleriyle tanıştı. Hâlid’in ayrıca astronomiye dair özgün bir eser kaleme aldığı da ifade edilir. İlk rasathane Emevîler zamanında Şam’da kuruldu. İlk zîc (astronomi cetveli), ez-Zîcü’ş-Şâmil adıyla Ahmed b. Muhammed en-Nihâvendî’nin (ö. 8. yüzyılın ikinci yarısı) Cündişâpûr’da yaptığı gözlemler sonucunda hazırlandı. Astronomi tarihinde en yaygın alet olan usturlap M.Ö. ikinci veya dördüncü yüzyılda Yunanlılar tarafından icat edilmişti. İslam tarihinde ilk usturlab, sahabeden Semüra b. Cündeb’in küçük torunu Muhammed b. İbrahim el-Fezârî (ö.190/806) tarafından kullanılmaya başlandı. Abbasîler dönemine gelindiğinde Halife Me’mûn (813-833) döneminde çoğu Beytülhikme yoluyla olmak üzere hemen bütün müsbet ilimlere dair Yunan eserleri tercüme edildi. Diğer taraftan Şemmâsiye ve Kâsiyûn adıyla bilinen biri Bağdat’ta diğeri Şam’da olmak üzere iki rasathane kuruldu. Bu rasathanelerde yapılan benzer gözlemler Batı’da ancak 16. yüzyılda ilk defa Tycho Brahe (1546-1601) tarafından yapıldı. Bundan sonra rasathane kurup uzun süreli gözlem yapmak Müslümanların bir âdeti haline geldi...

“İslam Astronomi Tarihi” adlı çalışmanızda ele geçen bilgilerden çarpıcı olanları anlatır mısınız? 

“İslam Astronomi Tarihi” adlı çalışmamızdaki temel amacımız, İslam astronomisini tarihi dönemlerine göre incelemek, bu dönemlerde yetişmiş astronomi bilginlerini ve eserlerini tespit edip hayatları hakkında kısa bilgi vermek, astronomi alanında ortaya çıkan müesseseleri tanıtmak ve özellikle astronomi alanında ilerleme ve gerileme sebeplerini ortaya koymaktı. Öncelikle vahyin önderliği olmadan Müslümanların iki yüzyıl içinde bilimde yakaladıkları seviyeyi izah etmek mümkün olmaz. Bu ifadeyle biz, “Müslümanlar bilimi vahiy yoluyla öğrenmiştir.” demek istemiyoruz. Demek istediğimiz şey şudur: “İslam Müslümanlarda öyle bir zihniyet hâsıl etmiştir ki, iki yüzyıl içinde bu sayede dünyanın ilmine halef olmuşlardır.” 

Çarpıcı olması bakımından burada birkaç hususu zikredebilirim:

Eski Mezopotamyalılar, Mısırlılar ve Yunanlılar usturlab ve benzeri aletlerle gözlem yapmışlardı. Ancak büyük çaplı rasathaneler kurarak uzun süreli gözlem yapmak Müslümanların âdetiydi. 

Müslümanlar astronomide kısa zamanda o kadar ilerlemişlerdi ki, 832 yılında dünyanın çevresini 38.400 km. (bazı hesaplamalara göre 39.900 km.) olarak hesaplama başarısı göstermişlerdi. Bu harika bir ölçümdü. Günümüzde ekvator çemberinin yaklaşık olarak 40.000 km. uzunlukta olduğu kabul edilmektedir. Avrupa’da yerkürenin çevresinin ölçülmesi ilk defa 1736 yılında gerçekleştirilebilmiştir.

Selçuklu sultanı Melikşah (1072-1092) zamanında Ömer Hayyâm (1048-1123) tarafından kurulan rasathanedeki gözlem sonuçlarına göre hazırlanan Celâlî Takvimi, yıl uzunluğunu tespit bakımından günümüzde kullandığımız Gregorian Takvimi’nden daha hassastı. Gregorian Takvimi 3330 yılda 1 günlük bir hata verirken, Celâlî Takvimi 5000 yılda 1 gün hata vermekteydi.

Gazneliler döneminde yaşayan Bîrûnî (ö.1051) alternatif kâinat modelleri üzerinde düşünmüş ve güneş merkezli bir sistemin farz edilmesiyle astronomi araştırmalarının matematik yönden etkilenmeyeceğini belirtmiştir.

İbnü’ş-Şâtır’ın (ö.1375) astronomiye en önemli katkısı Batlamyus sistemine köklü değişiklikler getirmesi ve yine arzı merkez kabul etmekle birlikte Copernicus’ten (1473-1543) bir asır önce onunkilerle aynı gezegen modellerini geliştirmesidir. İbnü’ş-Şâtır’ın iyi bir mukallidi olan Copernicus, onun gezegen modellerinden hareketle yer merkezli astronomi görüşünü temellendirmiştir.

İnsanlık astronomi birikimine ne tür katkılarımız oldu? 

Müslümanlar sadece astronomiye değil hemen bütün bilimlere iki türlü katkıda bulunmuştur: Birinci olarak, unutulmaya ve yok olmaya mahkûm edilmiş olan eski Hint ve Yunan bilimini tercüme etmek suretiyle ayağa kaldırmışlardır. İkinci olarak bu bilimleri geliştirerek Avrupa için Rönesans’ın bilimsel temellerini hazırlamışlardır. 

Selçuklular ve Beylikler Dönemi’nin bir devamı sayılmakla birlikte Osmanlılar, Selçuklu mirasına ancak %30 oranında varis olabilmişlerdir. Avrupa ise aynı mirasa %90 oranında sahip olmuştur. Tıptan iki somut örnekle konuyu izah etmek istiyorum:

Yukarıdaki resim, o dönemde Batılıların İbn Sînâ’ya ne derece önem verdiklerinin en açık ifadesidir. Bilgelik tacı İbn Sina’nın başında olup büyük Yunan hekimleri Galen ve Hipokrat’a tıp dersi vermektedir.

İslam tarihimde Selçuklular dönemine gelindiğinde tıp medreselerinde verilen eğitim belli bir programa bağlanmış ve bu program pek fazla değiştirilmeden Batı’da kurulan tıp fakültelerinde aynen uygulanmıştır.

Selçuklular döneminde (XI-XIV. yüzyıllar) tıp öğrencilerine yıllara göre şu program uygulanıyordu: 

Birinci yıl: 

Huneyn b. İshâk, el-Mesâil fi’t-tıbb, Medhal fi’t-tıbb.

Hipokrat, Aforizmalar (Fusûlü Bukrât), Mâü’ş-şa‘îr.

Nişaburlu Nîlî’nin bu üç esere yazdığı şerhler.

İkinci yıl:   

Râzî, Kitâbü’t-Tıbbi’l- Mansûrî.

Galenos, Summeria Alexandrinorum (Galen’in altı makalesi), Teşrîh-i Büzürk.

Sâbit b. Kurre, Zahîre.

Ebû Bekir Evcînî, Hidâye.

Ahmed Ferec, Kifâye (yahut Ehliye).

Seyyid İsmâil b. Hasan el-Cürcânî, Zahîre-i Harizmşâhî.

Sehlî Mesîhî, Sad bâb.

Üçüncü yıl:

Râzî, Kitâbü’l-Hâvî.

Ali b. Abbas el-Mecûsî, el-Kitâbü’l-Melikî.

 İbn Sînâ, el-Kânûn fi’t-tıbb.

XII-XVI. yüzyıllarda Ortaçağ’da Salerno, Montpellier ve Paris gibi Avrupa’nın önemli şehirlerindeki tıp fakültelerinde şu kitaplar okutulurdu:

Birinci yıl:

Huneyn b. İshak, (Johannitus), Isagoge in artem parvam Galeni.

Hipokrat, Aphorismen, Prognostikon, De regimine acutorum.

İkinci yıl:

Râzî (Rhazes), Liber de medicina admansorem.

Galenos, Summeria Alexandrinorum, De malica complexionis, De ingenio complexionis, De ingenio sanitatis, De simplici medicina, De morbo et accidenti, De crisi et critis diebus.

Üçüncü ve daha sonraki yıllar:

Râzî, Liber Continens. 

Ali b. Abbas el-Mecûsî (Haly Abbas); Liber regius.

İbnü’l-Cezzâr, Viaticum.

İbn Sînâ (Avicenne), Canon medicine.

Bu program açıkça göstermektedir ki, Selçuklular döneminde hastanelerde ve tıp medreselerinde takip edilen program Avrupa tıp fakültelerini oldukça etkilemiştir.

Kırılma noktaları var mı? Sizce niçin? 

İslam bilim tarihinin en büyük problemi sürekliliğin sağlanamamış olmasıdır. İslam’ın ilk yüzyıllarından itibaren dünyanın yuvarlak olduğu genel kabul gören bir düşünce olduğu ve 832 yılında çevresi günümüze çok yakın şekilde hesap edildiği halde, Osmanlı döneminin sonlarında dünyanın düz oluşunun tartışma konusu yapılması son derece üzücüdür. 

Moğol istilasıyla birlikte İslam biliminin kesintiye uğradığı doğrudur. Ancak adama şöyle sormazlar mı: Sıfırdan başlayarak 600 sene içinde bilim dünyasının mirasına sahip olup onu Rönesans’ın temeli olacak şekilde geliştiren Müslümanlar sonraki yüzyıllarda ne yaptılar?

Bir de Moğol istilasıyla birlikte her şeyin bittiği şeklindeki düşünce çok doğru değildir. İslam tarihinin en büyük iki rasathanesinden biri İlhanlı hükümdarı Hülâgû’nun Nasîrüddîn-i Tûsî’ye (1201-1274) kurdurduğu Merâga Rasathanesi, ikincisi ise Timurlu hükümdarı Uluğ Bey’in (1394-1449) kurduğu Semerkant Rasathanesidir. Müslümanların en büyük bilim adamları bu iki rasathanede yetişmiştir. 

Diğer taraftan Moğollar, Müslümanlara ait kitapları yakmak veya nehire atmak suretiyle yok etmeye çalışmış olsalar da eski eserlerin önemlileri günümüze kadar gelmiştir. Mesela bizim araştırmamıza göre Sâbit b. Kurra’nın telif ve tercüme 180 dolayında eseri vardır ve bunların 40 kadarı -daha önemli olanları- günümüze gelmiştir.

İspanya’da 781 yıl hüküm sürdükten sonra 1492 yılında Gırnata Sultanlığı’na son verilmek suretiyle Müslümanların buradaki hâkimiyetleri son bulmuştur. Bu darbe ile birlikte İslam bilimi de büyük darbe yemiştir.

Astronomi açısından en büyük darbe Takıyyüddîn er-Râsıd’ın İstanbul’da Tophane mevkıinde 1575 yılında kurduğu İstanbul Rasathanesinin 1580 yılında yıkılması olmuştur. Bundan sonra Osmanlı’nın her yerinde Küçük Gözlemevi diyebileceğimiz Muvakkithâne’ler varlığını devam ettirse de Kandilli Rasathanesi’nin kuruluşuna kadar başka büyük çaplı gözlem yapan rasathaneler kurulmadı. Oysa İstanbul Rasathanesi, gözlem araçlarının niteliği bakımından aynı dönemde Avrupa’da Tycho Brahe tarafından kurulan rasathanenin gözlem araçlarıyla paralellik taşıyordu. 

Bununla birlikte İslam bilimi 16. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa ile boy ölçüşebilmiştir ve Osmanlı döneminde 582 müellif, şu anda mevcut olanlar itibariyle astronomiye dair toplamda 2438 eser telif etmiştir. Ayrıca Osmanlı döneminde Müneccimbaşılık gibi bir müessesenin bulunduğunu ve 1845 yılında “Mekteb-i Fenn-i Nucûm” adıyla bir astronomi okulunun açıldığını unutmamak gerekir.

Şurası çok önemli: Bilim parasız ve müessesesiz olmaz. Geçmişte önemli ilmî başarılar büyük ölçüde ya devlet eliyle veya devlet desteğiyle yapılmıştı. Biraz da vakıflar bu işe yardımcı olmuştu. Nizamiye medreselerinin kurulmasıyla birlikte dini ilimlerin tahsili büyük ölçüde bu müesseseye bağlanmıştı. Sonradan kurulan medreseler Nizamiye’yi örnek almıştı. Abbasilerin son zamanlarında Mustansıriyye Medresesi ile yeni bir başlangıç yapılmak istendi. Ancak Moğol istilası bu medresenin kurumsallaşması ve yerleşmesine izin vermedi. Astronomi daha çok rasathaneler çerçevesinde gelişti. Ancak bunlarda medreseler gibi bir süreklilik temin edilemedi.

Uçsuz bucaksız bu bilimde bugün neler yapılabilir? Düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu konuda hem felsefi hem entelektüel bir birikim, son dönem teoriler de var. Bilginin ve bilimin sınırlarının mutlaka ilahi olanla bir bağı da kaçınılmaz. Neler söylemek istersiniz? 

Balkan ve I. Dünya Savaşı’yla birlikte Osmanlı Devleti son bulmuş ve bu enkazın altından 62 devlet çıkmıştır. 16. asrın sonuna kadar her alanda dünyanın önderliğini yapmış olan, hatta bir ara Amerika’dan dahi vergi almış olan Müslümanların tekrar eski hallerine dönmeleri idealimiz olmalı. Eski halden kastımız o güne dönmek değil, o güç ve hikmete dönmektir. Fakat bunun için çok çalışmak lazım. Osmanlı dağılırken bile bize büyük adamlar bıraktı. Oysa biz şimdilerde kendimizi daha da dağıttık. Bilimle uğraşmak yerine sosyal medyada boy göstermeyi bir fazilet addetmeye başladık. Eski hale dönmek için önce kendimize ait değerlerimizle günümüzün şartlarını bağdaştırmamız gerekiyor. 

Bizim şu anda astronomi bilimine katkı yapmamız çok zor görünüyor. Ancak araştırmacılarımız uluslararası bazı projelerde yer alabilirler ve almalıdırlar. İslam’ın bilimle bir problemi olamaz. Bilim dediğimiz şey, kâinatı yaratan Yüce Allah’ın yaratılış kanunlarından bahseden kataloğu kabilinden bir şeydir. Kâinat Allah’ın tekvîn sıfatından, Kur’ân ise kelâm sıfatının bir tecellisidir. Allah kelâmî kitabında kevnî kitabını anlatıyor. Bu ikisi arasında nasıl çelişki olabilir? Çelişki var gibi görmenin iki sebebi vardır: Ya Kur’ân yanlış yorumlanıyor ya da bilim doğruyu temsil etmiyordur. Her zaman Kur’ân’ı yanlış tevil etmek mümkün olduğu gibi, bilimsel bilginin de yanlışlanabilir olduğunu görmek lazım. Bir de teorinin kesin bilgi ifade etmediğini, sosyal bilimlerin de kesin bilgi vermekten uzak olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir.