Dinin hakikati, Allah Teâla’ya ve O’ndan gelene, tam bir teslimiyet göstermektir. Görüleni ve görülemeyeni, dünü, bugünü ve yarını ve hatta her şeyi en iyi şekilde bilen Rabbu’l-Âlemîn’e tam bir şekilde güvenmektir. iman, böyle bir güvenin kalbe tam oturması ve bu gerçeğin dille itirafıdır. İslam da bu güvene dayanan tam bir teslimiyetle, hayatı İlâhî ölçüler içerisinde yaşamaktır. İşte dünya ve ahirette kişiyi kurtuluşa götüren dindarlık, böyle bir teslimiyet temelleri üzerinde yükselen bir şahsiyet kıvamıdır.
Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde bu ezeli hakikat, sık sık vurgulanır. Mesela; Yahudiler, kurtuluşun Yahudi olmakla, Hristiyanlar da Hristiyan olmakla mümkün olacağını iddia etmeleri üzerine şöyle bir âyet nâzil olur:
“(Ehl-i kitap): Yahudiler yahut Hristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek, dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: ‘Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin’ de. Bilâkis kim bütün benliğini Allah’a tam teslim eder ve bir de ihsan duygusu içinde daima iyilikler ve güzellikler sergilerse, işte ancak böyle davranan kimselerin ecri Rabbi katındadır. Artık öyleleri için korkulacak bir durum söz konusu değildir. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 2/111-112)
Hakk’a teslimiyetin en sağlam ve en emin bir yol olduğu gerçeği de, hemen hemen aynı ifadelerle cihanşümul bir mesaj olarak bir başka âyet-i kerimede şöyle ilan edilir:
“Kim bütün benliğini Allah’a tam teslim eder ve bir de ihsan duygusu içinde daima iyilikler ve güzellikler sergilerse, şüphesiz en sağlam kulpa tutunmuş olur. Zaten bütün işlerin sonu ancak Allah’a varıp dayanır.” (Lokman, 31/22)
Teslimiyet, Allah tarafından haber verilen konulara ilişkin şüphelerden, emirlere ters düşen nefsânî arzulardan, ihlâsla bağdaşmayan isteklerden ve ilâhî takdire ve şer-i şerife itiraz illetinden kurtulmak demektir. Zira teslimiyet, çekişme ve didişmenin zıddıdır. Kur’an-ı Kerim’de teslimiyet kavramı, umumiyetle, kişinin kendisini bilerek ve içtenlikle Allah’ın iradesine teslim etmesi anlamında kullanılmıştır. Buradan hareketle denilebilir ki Müslüman, Hakk’a ve O’ndan gelene tam teslim olan kimsedir. Hakk’a teslim olmak ise mâsivâ esaretinden kurtulmaktır. Kur’an’da tavsif edilen gerçek kulluk da bu olmalıdır.
Teslimiyet, razı olunan bir kulluk kalitesi olarak, bütün peygamberlerin dualarında Allah’tan talep ettiği bir kalp ve hayat kıvamı olagelmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de bu anlamda en çok nazara verilen peygamberler, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail -aleyhimesselâm-’dır. Onlar bir taraftan Kâbe’nin temellerini yükseltirken, diğer taraftan da Rablerine şöyle dua ediyorlardı: “Rabb’imiz! Bizi sana teslim olmuş müslüman kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet getir.” (Bakara, 2/128)
Hz. İbrahim ve İsmail -aleyhimesselâm-’ın hayatlarının her safhasında bu teslimiyet kıvamını ortaya koyan bir örneklik gösterdikleri de Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif vesilelerle sürekli hatırlatılır. Özellikle hac ve kurban münasebetiyle bu konu, temel bir mesele olarak tüm inananlara adeta bir tablo gibi sunulur. Denilebilir ki hac ve kurban, bu yönüyle iman ve İslam’la şereflenmiş müminler için teslimiyet tahsili adına hususi bir mektep gibidir. Şöyle ki:
Haccın şartlarına, rükünlerine ve uygulanışına bu gözle baktığımızda, tam bir teslimiyet talimine şahit oluruz. Mesela Arafat dağında bir müddet durmak (vakfe), zahiren hikmetini kolay kavrayamayacağımız bir emr-i İlâhidir. Bu duruş gerçekleşmeden hac ibadeti kabul edilmemektedir. Yine görünürde dört duvardan oluşan “Beytullâh”ın etrafında dönmek (tavaf etmek), böyle bir şeydir. Safa ve Merve adı verilen iki tepecik arasında gidip gelmek (say) böyle bir şeydir. Şeytan taşlama görevini ifâ için belirlenen üç işaretli taşa küçük taşlar atmak, yine böyle bir şeydir. Evet bütün bu ameliyelere, değişik hikmetler yüklesek bile en büyük sonuçlarından birinin kullara teslimiyet aşılamak olduğunu söyleyebiliriz. “Şurada dur”, “şurada yürü”, “şurada istirahat et”, “şurada dön” ve “şurayı da taşla” emirlerine tam bir teslimiyet gösteren kulda, Hakk’ın hemen her emrine -hikmetini kavrayamasa bile- teslim olmak gerektiği şuuru yüklenir. İşte kulluk da böyle bir şeydir. Kendi aklına ve idrâkine teslimiyet değil, Hakk’a ve O’ndan gelene tam teslim olmaktır. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle:
“Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür!
Sana çöl gelen, O göl diyorsa göldür” şuuruna yükselebilmektir.
Hakk’ın emirlerinin hikmetini çözmeye çalışma adına tefekkür etmek, elbette büyük bir ibadettir. Hac da bu yönüyle engin tefekkürlerin yaşanabileceği çok derin bir tefekkürî ibadettir. Ancak söz konusu olan kulluk kalitesi ise işte burada kulluğun en bariz vasfı ve en yüksek kıvamı, neden ve niçin sorularını sormadan, şüphe, tereddüt, tembellik, gaflet ve ihmale düşmeden, emr-i İlâhîye -sadece O emretti ve istedi diye- teslim olmaktan ibarettir. İşte hac ibadeti, kullara bu idrâk ve şuuru fiili olarak öğreten çok önemli bir terbiyedir.
Hac ibadetinin hemen her safhasında, İbrahim -aleyhisselâm-’ın ve ailesinin değişik vesilelerle hatırlatılması da Hakk’a tam teslim olmuş bir aile modelini nazara vererek, Allah’a teslim olmuş bir ümmet inşası için olsa gerektir. Onlar öyle bir ailedir ki babasıyla, annesiyle ve evladıyla, mal ve canda Hakk’a adanmışlığın en güzel örnekliğini sergileyebilmişlerdir. Onlar bu güzel kullukları ile de bütün insanlığa kıyamete kadar numûne-i imtisâl gösterilmişlerdir.
İşte kurban ibadeti de gerektiğinde canı bile Allah’a severek takdim etmek gerektiğinin fiilî bir ifâdesidir.
Canı Cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil, Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim diyebilmektir.
Hac ve kurban, her ikisi de aynı mevsimde icra edilen Rabbanî mektebin iki ayrı terbiye dersi gibidir. Hatta İlâhî bir kampta uygulanan çok özel iki programdır. Rabb’e teslimiyeti, şuurun derinliklerine nüfuz ettiren bir terbiye vasıtasıdır. Bu itibarla gücü yeten her kulun ifâ etmesi gereken ibadetlerdir. Zira bir kulun en büyük davası ve derdi, Rabb’in huzuruna O’na tam teslim olmuş bir Müslüman olarak varabilmektir. Zira Rabb’imizin kullarından beklediği işte böyle bir sonuçtur. Nitekim O, bu murad-ı İlâhîsini Kur’ân-ı Kerim’de şöyle emir buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Allah’a karşı muamelelerinizde saygı, haşyet ve mesuliyetinizi en güzel şekilde ifâ etmek suretiyle tam bir takva hayatına sarılın ve Hakk’a teslimiyetinizi gerçekleştirmeden de sakın ha can vermeyin!” (Âl-i İmrân, 3/102)
Hac ibadetinin şahsiyetimize kazandırdığı bir diğer kalite de zarâfet, nezâket ve edeb zinetidir. Zira Rabbânî terbiye, kişiliğin hem içe hem de dışa doğru güzelliklere bir yolculuğudur. Bu terbiyede ham ve kaba duygular, pişerek olgunlaşır, derinleşir ve letâfet kazanır. Söz, davranış ve ilişkiler, kimseyi incitmeyen bir nezâket ve zarâfete erişir. Ve insan, Hak katında makbul ve halk içinde muteber ve saygın bir şahsiyet seviyesine ulaşır. Bu sonuçta, Hac ibadetinin çok önemli bir terbiye vasıtası olduğu muhakkaktır.
Hac, fânî varlıklara ve itibarlara güvenip dayanarak aldatıcı güç, kuvvet ve büyüklük iddiasından arındırma tahsilidir. Üzerinde görünen bütün itibar işâretlerini bırakıp, en güzel elbisenin takva elbisesi olduğu şuuruna ermek üzere, iki havludan ibaret sıradan bir örtüye bürünmek, kişiliğe en güçlü tevazu aşısı yapan önemli bir uygulamadır. Başı açık, yalın ayak ve hatta var olan saçlarını bile kısaltarak ya da tamamen tıraş ederek, Rabb’in huzurunda bütün varlığından sıyrılmak, adetâ ölmeden evvel kendisiyle baş başa kalmaktır ki son derece etkileyici bir eğitimdir. Diğer bir ifadeyle kendini bilmek ve bulmaktır.
Haccın yerine getirilme sürecinde dikkat edilmesi gereken bazı edepler âyet-i kerimede şöyle sıralanmıştır: “Hac, belli aylarda ifâ edilecektir. Her kim o aylarda haccı ifâ edecekse, hac sırasında çirkin konuşmalara, tüm yakışıksız davranışlara, kavga ve lüzumsuz mücadelelere yer vermemelidir. Her ne iyilik yaparsanız Allah onu bilir...” (Bakara, 2/197)
Bu âyet-i kerime, öncelikle söz terbiyesine dikkat çekiyor. Hac ibadeti süresince sözün hem özü hem üslûbu hem de kişiyi sevkettiği yönü hep güzelliğe vesile olmalıdır. Özellikle fuhşa, şehvete ve nefsin behimi arzularına hizmet etmemelidir. Söylenen söz, kişinin hem kendisini hem de etrafını kirletmemelidir. Bu konuda iffet, nezâhet ve nezâket ölçülerine azami özen gösterilmelidir.
İlâhî hükümlere tam bir teslimiyet gösterme adına, her çeşit günahtan titiz bir şekilde kaçınma alışkanlığı kazandırmak da haccın terbiye hedefleri arasındadır.
Bir diğer terbiye alanı da lüzumsuz çekişmelerden, mücadelelerden uzak durmak, diğer kardeşlerini incitici davranışlardan kendini koruyabilme becerisi kazanmaktır.
Sayılan bu hususlardan ayrı olarak hac ibâdeti, nezaket ve zarafet adına insanı öyle bir kıvama eriştirmeyi hedefler ki yeşil bir otu koparmayı bile suç sayar. İnsana kendi saçının telini bile koparma izni vermez. Bu yönüyle o, rıfk, mülâyemet ve tam bir edep talimidir.
Hac, Rabb’in huzurunda yaşadığının farkındalığını vererek, en yüksek kulluk kıvamı olan “ihsan kıvamı”na kulu yükseltme alıştırmasıdır.
Bu itibarla kişiliğimize teslimiyet, tevazu, nezaket ve zarafet aşısı yapma adına Beytullah’ı hac niyetiyle ziyaret etmeyi ciddiye almalı ve bu uğurda oraya yol bulmak için bütün imkânları zorlamalıdır. Zira ebedî hayat adına kendimize yapacağımız en ciddi yatırım, kişisel kalitemizi yükseltme yatırımıdır.