Her insanın kendi gerçeğine, ontolojik hikâyesine, maddi-manevi serüvenine, kader bağlamında iradi olan ile kaçınılmaz bağına baktığımızda, bununla ilgili bir hakikat var. Bu konuyu günümüz insanı açısından nasıl değerlendireceğiz? Yani şu anki olan dünyevileşme eğilimi ve Allah’ı unutma temayülünü irfani açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani günümüz insanı bu hakikatler karşısında nerede duruyor?
Şüphesiz, her şey Allah’tandır ve tekrar Allah’a geri dönecektir. Her şey Allah’tansa ve Allah’a geri dönecekse, insanın asli vatanı, ana yeri Hakk Teâlâ’dır. Oradan çıktıktan sonraki süreç hangi merhalede olursa olsun insanın gurbet hayatıdır. Bu gurbet hayatı esma makamına indikten sonra başlar. Rabb’den ayrıldığımızdan, onun esmasına indikten ve esmadan ef’ale indikten sonra ve daha sonra yeryüzü hayatına başlamamızla beraber bu uzun sürgün dönemlerimiz başlar. Bu uzun sürgün dönemlerinde tabii ki araya madde giriyor. Madde zaman zaman bir tül perde gibi oluyor, zaman zaman güneşlik perde gibi olabiliyor, sonra da tiyatro perdeleri gibi, kalın, çok kesif, çok yoğun bir perde hâline gelebiliyor. Bu perdeden kaçınmak mümkün değil. Kaçınmak için doğmamak lazım; dünyaya gelmemek, maddeleşmemek lazım. Maddeleşen her şey bu libas içerisine girmek zorunda. Buna peygamberler ve evliyalar dâhil. Ancak, onların nuranî yapıları o kadar kuvvetlidir ki, o kadar kuvvetli olan nuranî bir yapı onlardaki o madde bağlantılarını dahi ışığa boğarak, nura boğarak hattı eritmiş, yok etmiştir. Fakat bizim gibi sıradan insanlar, sair insanlar için, bu kalınlaşmış perdeyi inceltme, daha sonra onu hafifletme ve tül perde hâline getirme imkânımız biraz zor; bir cihat istiyor, bir savaş istiyor. Bu savaşı da insanın yerine getirmesi gerçekten kolay değil. Bir kere, niyet edip “Ben böyle bir ihtiyaç içerisindeyim.” “Ben bu hâlimden mutlu değilim.” demesi gerekiyor. Hasta hastalığını itiraf edecek ki, tabip ona bir derman yazsın. Ama bazı hastalar da vardır ki, “Ben hasta değilim.” diyor, hastalığını kabul de etmiyor, tedaviyi de reddediyor. O zaman, bilerek ölümü tercih ediyor. Onun için, işin başında olan duygu aczini idraktir. Aczini idrak edecek, hastalıklı bir yapıda olduğunu kabul edecek ki şifa bulsun. Şifa da zaten Allah’tandır.
Ancak, Hazreti Âdem’den bu yana devam eden yeryüzü hayatının çeşitli dönemlerinde maddeleşme ve maddenin hâkimiyeti zaman zaman çok öne çıkmıştır, zaman zaman bir dengede kalmıştır, madde ve mana irtibatı sağlanabilmiştir. Mesela bir Selçuklu, bir Osmanlı. Ki bunlar maddesel imparatorluklar ama ariflerin, fakihlerin, bilgelerin, erenlerin her yerde çokça bulunduğu -her köyde, her kasabada, her şehirde- mana ehlinin önlerinin açıldığı, insanları eğitmek üzere çalışmalarına mani olunmadığı dönemlerde maddesel iktidarın başı olan sultan dahi “Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgâ imiş / Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş” diyebilmiştir. Yani maddesel imparatorluğun, maddi iktidarın sultanı olmak basit bir şey diyor -ki doğrusu o- maneviyatı öne alıyor. Siz maneviyatı öne aldığınız zaman, ruh eski tabirle süvari, beden yani madde de onun bindiği binek, yani at hâline geliyor. Geleneksel yapıda şema bu şekilde olduğunda, at süvarinin altında olduğu zaman; dizginler ehliyetli, yetenekli, kabiliyetli, cesur bir süvarinin elinde olduğu zaman, at istediğiniz yöne doğru sizi süratli bir şekilde intikal ettirir. Ama siz atı süvarinin sırtına yüklerseniz, o süvari o yükü kaldıramaz, altında ezilir.
Neredeyse bir asırdır şiddetli olarak yaşadığımız, son 20 yıldır ise çok daha sert bir şekilde yaşamaya başladığımız bütün dünyadaki aşırı maddileşme, ister istemez ruhaniyete hiçbir yer bırakmamaya, hiçbir teneffüs alanı bırakmamaya başlamıştır. Ondan dolayıdır ki insan, bu kargaşa içerisinde kendini kaybetmiştir.
Birinci olarak, insan kendinin ne olduğunu, nereden geldiğini, ne yapmakta olduğunu ve nereye doğru gitmekte olduğunu unutmuştur.
Yani netice olarak, bu terazinin kefeleri son zamanlarda maddeden yana çok fazla kaymıştır. Rönesans’ı yapanlar, daha sonra onun siyasal uzantısı olan Fransız Devrimini yapanlar derlerdi ki: “Ortaçağ karanlığında insanlar maneviyat lehine o kadar ilerlediler ki maddiyatı, maddesel ilerlemeyi ve bilimsel gelişmeleri ihmal ettiler. Oysaki biz şimdi Prometeci bir anlayışla bu tanrısallığı artık gökten yere indiriyoruz; göklerde arayacağımız bir şey yok, her şey yeryüzündedir, sendedir.” Böyle diyerek, Rönesans’tan başlayan o bilimsel devrimin devamında aşırı rasyonalizasyon ve pozitivistleştirmeyle insan çok daha -bir bakıma, onlara göre- çalışkan ve maddesel ilerlemede daha aktif hâle getirilmiştir. Ama onu da yaklaşık iki asırdır tecrübe eden insanlık şunu görmüştür ki; o makinelerin dişlileri arasında insan eriyip gidiyor. Onların iddia ettikleri gibi belki ortaçağlarda maneviyat önde, maddiyat gerideydi; maddiyat ihmal ediliyordu gibi bir teorileri var. Ama şimdi de terazi yine dengede değil, denge kaçmış vaziyettedir. Çünkü modern insan kendini bulamıyor, kendini kaybetti. Bu da çok ciddi bir sıkıntıdır.
Modern insan, buna Müslüman da dâhil, kendini koruyabilmiş değil. Müslümanım diyen de; dinini maddeleştiriyor, dini ilimlerin maddesel olan kısmı çok öne çıkıyor.
Din, her şeyden evvel maneviyattır. Şu an birçok Müslüman dindarda din âdeta çok materyalist bir yapıya bürünmüştür. Hele hele bazı ilahiyatçılara göre din, maneviyatsızdır. Hatta “Dinî ilimler fazla ritüelleşmiştir, fazla manevileşmiştir; dinî ilimler maddesel olmak zorundadır.” tezini ileri süren ilahiyatçı dahi vardır. “Dinin kaynağı beyindir, beyinsel faaliyetlerdir.” diyen bazı ilahiyatçılar çıktı ortaya. Bu durum aşırı materyalleştirme anlayışının bir tezahürüdür. Aşırı maddeleşmeyi, sadece aşırı kapitalistleşme, mal mülk sahibi olma, mal mülk biriktirme şekline indirgememek lazım; insan her şeyinde maddileşebilir, her şeyini maddileştirebilir, dinini de maddileştirebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) diyor ki, “Zaman gelecek, aşırı süse boğulmuş camilerimiz olacak, çok güzel okuyan hafızlarımız olacak, Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okuyanlar olacak ama boğazlarından aşağı gitmeyecek.” Burada maddeleşme anlatılmakta. Demek ki işin maneviyatı ihmal edilmiş olacak. Tabii ki camilerimiz güzel olmasın demiyoruz.
Madde tek başına var olamaz. Modern hayatın yaptığı en büyük yanılma bu; “Madde kendi kendini var kıldı.” diyor. Maddeyi var kılan manadır, madde mananın çocuğudur. Az evvel verdiğim örnekte olduğu gibi, bir atın gidebilmesi için süvariye ihtiyaç var. Süvariyi öldürürsen at gider ama nereye gittiğini bilmez. Dolayısıyla, süvarisiz at olmaz.
Zahir bizatihi yoktur. Zahir dış demektir. Dış, iç olmazsa kullanılamayacak bir sıfattır. Mesela bu binanın dış görüntüsüne ancak içi varsa dış diyebilirsiniz. Esas olan bâtındır, esas olan içtir. Dışa dışlığını veren içtir. Maddeye maddeliğini veren mânâdır. Bundan dolayı, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) bu sözü, “Siz Kur’ân’ı güzel okumayın, camilerinizi güzel yapmayın” anlamına gelmiyor. Bilal-i Habeşi ezan okuduğu zaman şın harfini telaffuz edemezdi, çünkü kendisi Etiyopyalıydı. Etiyopya dilinde şın harfi yoktur. Eşhedü enla ilahe illallah diyemezdi, eshedü derdi. Bunun üzerine bazı sahabeler Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) durumu bildirdiler, dediler ki: “Bilal eşhedü demiyor.” Peygamber Efendimiz eğer sadece zahire dikkat eden, bir peygamber olsaydı, “Tamam, derhâl Bilal’in müezzinlik görevini iptal ediyorum. Onu hemen bir Kur’ân kursuna gönderelim, talim tecvit görsün, iyi bir hafız-ı kurradan tecvit dersi alsın gelsin.” demesi lazımdı. Ama ne dedi?: “Bilal’in sın’ı Allah katında şın’dır.” dedi. Bilal’ın ruhu öne çıkaran, mânâyı öne çıkaran bir yaklaşımı vardı.
Burada da gördüğümüz gibi, esas olan manadır. Ama bu, “Mânâ esastır, maddeyi öldürmemiz lazım, madde yok olsun.” demek değildir. Süvariliği mânâya vermek demektir. Süvariliği mânâya verirsen, madde onun ardında sırasını bekler.
Günümüzde yayımlanmış bir sürü eser var, kavramlar oturmuş durumda, materyal çok fazla olmasına rağmen, bunların okuyanlara, dinleyenlere tesiri yokmuş gibi duruyor. Tesir etmiyor, insanlar değişemiyorlar, güzel ahlaka yönelmiyorlar. Bunu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer maddeye bağımlı olunup, günahlara meyledildiyse, “Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik.” (Tîn, 95/5) ayetinin bir sırrı olarak, en aşağıların aşağısına indiysek, bu kaçınılmaz bir süreçtir. Günahta ısrar etmek, bir günahı uzun süre işlemek ve günahı normalleştirmekten ötürü Allah korusun kalpler mühürlenebiliyor. Kalp mühürlenmesi hemen olmaz. “Bu adam günahkâr ve kalbi mühürlenmiş.” dememek lazım. Bazı günahkârlar var ki, sevap işlediğini zanneden insanlardan daha sıkıntıda, vicdan azabı duyuyor, kimsenin görmediği yerde bazen ağlıyor. Bilemezsiniz, o günah onu belki terbiye ediyor, istemeyerek yapabiliyor, mecburiyetten yapabiliyor, şartlar icabı yapabiliyor vs… Böyle bir şeyden herkesi Allah kurtarsın.
Binaenaleyh, başta kendimiz olmak üzere insanı aşırı kasvetleşmeden kurtarabilirsek, günahın o yapıda yerleşmesi ve muhkemleşmesi kalbin mühürlenmesine gidinceye kadarki yolda yakalayıp durdurabilmeliyiz. Kişi kendisi de zaten değişmeyi istemeli. Mürit, irade eden, isteyen demek. Değişmeyi isteyecek ki değişebilsin. Bu birinci faktör.
İkinci faktör de, iyiyi, mânâyı, doğruyu, ahlakı sunduğu, verdiği iddiasında olan kişi ve kuruluşların ise bu fonksiyonlarını ne kadar yerine getirebildikleri. Bir benzetme yapalım: Günümüzde o kadar fazla ticaret yapan şirket var ki, bakıyorsun, kalite diye bir şey yok, kalite düştü. Aldığın her mal elinde kalıyor. Eskiden aldığın bir ayakkabıyı 20 yıl giyerdin; şimdi 6 ayda patlıyor. Bu benzetmeden yola çıkarak, nasıl maddesel âlemde bu yozlaşma olduysa; din, maneviyat, ahlak söylemlerine devam eden bazı yapılarda da yozlaşma oldu. Ne kadar kaliteli üretim yaptıklarında soru işaretleri var. Dinden her bahsedeni, maneviyat ehli zannetmemek lazım.
Zaten madde âleminin en önemli özelliklerinden bir tanesi, mânâya gitmek isteyenlerin önüne çıkan sahte mânâlar… Rene Guenon, “pseudo-inisiyasyon” diye bir kavram kullanır. Pseudo-inisiyasyon, sahte inisiyasyon, sahte maneviyat demektir. Bu çok önemlidir. Şeytan bazen tarikat kurar, şeytan bazen başına sarık sarar, şeytan bazen zikir formunda hareketler yapar.
Şeytan kendi işinin profesörüdür. Dolayısıyla, mânâ yolunda giden kimseye de mani olmak için, entrikalar ve düzenbazlıklar peyda eder. Günümüzde de o kadar çok maneviyat sunucusu var ki, “Gel vatandaş, gel, bana gel, ne arıyorsan her şey bende var.” diyenler var. Adam daha tarikata gireli iki ay olmuş, iki tane rüya görüp, diyor ki, “Tamam, ben mürşid-i azam oldum.” veya “Kutup benim, beklenen kutup benim, mehdi benim.” gibi birtakım hâllere, hezeyanlara girmeye başlıyor. Burada bir arıza var. Rüyanın tabirini herkes yapamaz.
Makam-ı tevil, rüya tevili makamı vehbi ilimlerdendir, insana Allah tarafından verilir. Verilirse verilir, verilmezse verilmez. Herkese de rüya anlatılmaz, rüyanın ehli vardır, ehline anlatılır. Günümüzde rüya erbabı da, yani rüya tevili ilmi verilmiş kimselerin de sayıları çok çok azalmaya başladı.
Günümüzde bazı modernist ilahiyatçılar rüyaları da inkâr eder hâle geldiler. Bunlara göre Yusuf suresini Kur’ân’dan çıkarıp atmak lazım neredeyse. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) her sabah namazdan sonra sahabesine döner, derdi ki, “Arkadaşlar, içinizde rüya gören var mı? Söylesin, onu ben tevil edeyim.”
Günümüzde manevî anlamda rol model eksikliği aşikâr durumda. Bunların olmamasının güzel ahlaklı insan profilinin yetişmemesinde ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?
Öncelikle, ahlakı doğru tanımlamak lazım, yani ahlaktan ne anladığımızı bilmemiz lazım. Çünkü gerek dindarlar, gerek dindar olmayanların çok değişik ahlak tarifleri var. Bazı dindarların öyle bir ahlak tanımlaması, bir tarifi var ki; yani böyle ham salak bazı tiplere veya ensesine vur tokadı, al ağzından lokmayı gibi, pısırık, mıymıntı bazı tiplere çok ahlaklı diyorlar.
“Mücahit” kavramı da bunlardan payını aldı. Mücahit; psikopat, asabi demek değildir. Mücahit, sinir hastası demek değildir. Peygamberimiz’in sahabeleri içerisinde en mücahitlerden bir tanesi Ebu Zer el-Gifari’ydi. Ebu Zer, ayak kemikleri el bileği kadar ince, çok zayıf bir zatmış. Ama bir ayet indiği zaman yerinden ilk fırlayanlardan biriymiş. Çünkü yüreği mangal gibiydi. Yani bu işin body çalışmakla da çok irtibatı yok. Çok body çalışmışların kavgalarda en önce kaçtıkları da bilinir. Bu yürek işidir. Yürek önce gelecek; eh, tabii, fizik müsait hâle getirilmişse ne âlâ. İdman yaptırılmış bir bedenin tabii ki faydası olur. Ama yine modern dünyanın maddeyi öne alması gibi, savaşçı bir ruhun, mücahit bir ruhun sadece body çalışmakla elde edileceğini zannediyorlar. Esas savaşçılık, mücahitlik içtedir, kalptedir.
Pısırık, mıymıntı, uyuşuğun teki, hiç sesi çıkmayan adama çok ahlaklı bir adam, çok uysal bir adam, çok dindar, iyi bir Müslüman diyorlar. Bu yanlış bir tanımlamadır, bunu bileceğiz. Gerçek ahlak, bazen yeri gelir haykırmaktır. Bazen de “Kibirli adamın yanında kibir göstermektir.” Ama kibir normalde ahlakta zemmedilen bir şey, ama kibirliye kibirlenmek tavsiye ediliyor.
Günümüzde birtakım etik değerler var, ilahiyat fakültelerinde ahlak dersleri var. Ahlak derslerinde tasavvufi manada ahlak öğretilmiyor. Mesela insandaki mekanizmalardan, en büyük problemlerden bir tanesi şehvet duygusudur. Hristiyanlar, Budistler demişler ki, “Bu, başımızın belası. Bütün kötülüklerin anası bu, kötülükler bundan kaynaklanıyor. Bak, çocuklar ve pir-i fani yaşlılar ne kadar saflar. Demek ki bu aradaki dönemdeki şehvet mekanizmasını öldürmemiz lazım.” Hristiyan rahiplerin, ruhbanlığa geçiş mantıkları bu şekilde seyrediyor.
Ruhban, cinsel duygularını gerek ilaç kullanarak gerekse birtakım bazı yöntemlerle öldürmeye çalışan kişi demektir. Yani “Bu problemin kaynağı şehvettir, bu bende kaldığı sürece ben adam olamayacağım, bunu öldürmem lazım, kökünden kazımam lazım.” diyorlar. Bizde cinselliği öldürmek yoktur.
Allah’ın verdiği hiçbir mekanizma, hiçbir duygu öldürülemez. Öldüremezsin, nefsi de öldüremezsin. Şeytanı da öldüremezsin. Şeytan, Allah’ın izniyle çalışır. Ancak, Peygamberimiz “Ben şeytanımı Müslüman ettim.” demiştir. “Şeytanımı öldürdüm.” dememiştir. Tabir çok enteresan. “Şeytanımı adam ettim.” anlamında söylemiştir.
Bu duygularla savaşılmaz. Bu duyguların işlenmek suretiyle, doğru yerlere kanalize edilmesi suretiyle bunlardan dönüşüm, transformasyon elde edilmeye çalışılır. Bizim âlimlerimiz, ahlak düşünürlerimiz derler ki, şehvet duygusuna bağlı başka duygular da var. Sen şehveti öldürürsen musluğu baştan kesmiş olursun, şehvet ölür, ama diğerleri de ölür. Mesela şecaat, cesaret kaybolur. Mesela bir askerde, bir mücahitte, bir savaşçıda cesaret gereklidir, korkak bir asker olur mu?! Ama şehvet duygusu öldürülen kimselerde korku duygusu baskın hale geliyor. Birbiriyle irtibatlı alanlar var. O zaman o duyguya, dokunmuyorsun, onu öldürmeye çalışmıyorsun, onu kanalize ediyorsun. Nefis de aynı şekilde. Nefis öldürülmez; nefis, terbiye edilmek suretiyle, işlenerek ruhanileştirilir.
Ahlak tarifine tekrar geri dönecek olursak, öncelikle bizim doğru, nebevî ahlakı bilmemiz gerekiyor. Piyasadaki ahlak tariflerini pek uygun görmüyorum. Yeri gelir, gerçek ahlak, korkusuzca savaşmayı icap ettirir; yeri gelir, gerçek ahlak, zalimin karşısında zulmünü söyleyebilmektir. Zalimin zulmüne ses çıkarmıyor ama çok edepli, çok ahlaklı birisi oluyor, gerçek derviş oluyor(!) Dervişlik; öyle bir tokat vurun yanağına, öbür tokadı dön öbür yanağına ile olacak bir şey değil.
Ahlak, “hulk” kökünden gelir, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” demektir. “Allah’ın boyasına boyananlar. Allah’ın boyasına boyanın, en güzel boya O’nun boyasıdır.” Bu ÇBS boyası mı, duvar boyası mı, nasıl bir şey bu? Allah gibi güzel hasletlere sahip olma, ahlaken, edeben Allah gibi olma, O’na yaklaşma kastediliyor. Çünkü Allah diyor ki, “Ben size bütün isimlerimi yükledim.” Allah bana bütün isimlerini yüklediyse ve ben Allah’ın o isimlerini bir bir tahakkuk ettirebilip de bir insan-ı kâmil olursam, Allah’ın yeryüzündeki bir eli, gözü, kulağı olabilirsem, o zaman, ben Allah adamı, ricalullah olmuş olurum.
İnsan, Hakk’ın zahiri; Hakk, insanın batınıdır. Tabii, o insan, insan-ı kâmildir. İnsan-ı kâmilin hakikati bir tanedir, o da hakikat-ı Muhammediye’dir. Geri kalan bütün insan-ı kâmiller o hakikat-i Muhammediye’den feyz alarak ancak olabilirler. Hakikat-i Muhammediye’den feyz almayan insan-ı kâmil olamaz. Ama piyasada Çin malı çakma insan-ı kâmiller var. Dikkatli olmak lazım. Çin malı “ahlaklı” insanlar var. Pısırık, mıymıntı adama ahlaklı denilmez. Sinir hastası adama mücahit denilmez. Sinirine hâkim olan, otokontrolünü yapabilen, nefsine hâkim olabilen ve aynı zamanda kâfire karşı da şiddetli olana mücahit denilir. Ayette olduğu gibi, “Onlar küfre karşı, kâfirlere karşı şiddetlidirler ama aralarında merhametlidirler.” Şimdi durum tersyüz olmuş, “O kimseler ki aralarında şiddetlidirler, kâfire karşı çok mülayimdirler!” şeklinde davranıyoruz.
Tasavvufa bakışta da bir problem var. Mesela şu an çok moda, herkes tasavvufî kitaplar okuyor, tasavvuf ehli olmaya çalışıyor. Birkaç kitap okuyup, nefs mücadelesi yapmadan, ahlak mücadelesi yapmadan, teorik bilgiler edinerek kendini bir yerlerde görüyor. Böyle kitabi bir tasavvufi anlayış var. Biliyorsunuz, mürşit olmadan değişim de mümkün değil ama tasavvufu kitaptan okuyup tasavvufta terakki ettiğini zannedenler var.
Hâlihazırda yaşayan vâris-i Muhammedi olan, Peygamber Efendimiz’in manevi vârisleri derecesine çıkabilen kimseler irşad vazifesini yerine getirebilirler. Ama günümüzde en büyük problem; her şeyi manipüle ettiğimiz gibi, bu konuları da manipüle eder hâle geldik. Günümüzde her önüne gelen bu malı satmaya çalışıyor, her önüne gelen bu konuda dükkân açıyor. Çünkü tasavvufa bir talep var. Özellikle günümüz insanı bunalımda; bunalımına ilaçlar çare olamıyor, cami çare olamıyor, müftü efendi o gencin arayışına cevap veremiyor… Genç televizyonlarda ilahiyat fakültesi hocalarını dinliyor, “Bu, fen fakültesindeki materyalist biyoloji hocamdan hiç farklı bir dile sahip değil, o dil beni etkilemiyor.” diyor. İnsan manevi bir varlık ve maneviyata ihtiyacı var. Bu ihtiyacı bilen maneviyat tüccarlarına da bir piyasa, bir pazar oluşuyor. Eğer o kişiler saf, kolay kandırılabilir kimselerse bunlara yem oluyorlar. Buna da üzülüyor ve bir şey de yapamıyorsunuz. Çok dikkatli olmak lazım. Mevlana, “Mesnevi”sinde çok güzel bir beyit söyler, “Yol kesen hırsıza dikkat. Bir tanesi senin cebinden altınını alır, cebinden paranı alır, gider. Tamam, onu yerine koymak çok kolaydır. Ama bir tanesi var ki, can hırsızıdır, ruh hırsızıdır. Senin ruhunu çalanlara dikkat et, sonra yerine koyamazsın.” der. Ondan dolayı yol kesen maneviyat hırsızlarına çok dikkat etmek lazım.
Sadece bu kadar söyleyebilirim, elimden bir şey gelmiyor. Osmanlı Devleti, devlet mekanizmasının maddi yapısını maneviyat üzerine raptetmişti, bağlamıştı, ondan dolayı her şeyi maneviyat erbabına sorardı ve onun çözümü kolaydı. Sahtekâr bir maneviyat erbabı çıktığında, bir ihbarcı veli gelir, Sarayburnu’ndan hepsinin kavuklarını denize atardı.
Eskiden var olan âlim ve veli tipolojisini günümüzde fazla göremiyoruz. Mürşid-i kâmil manasında pek veli kalmadı. Nasıl değerlendiriyorsunuz? Ahir zamana mı işaret ediyor? Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
İkisi de doğru. Sorunuzun cevabını bir bakıma siz de vermiş oldunuz. Bir, ahir zaman dediğimiz dönemdeyiz. Bu dönem için Peygamber Efendimiz diyor ki: “Ben asr peygamberiyim. Yani ikindi vakti peygamberiyim; benden sonra mağrip, yani akşam namazı, yani güneş batıyor. Bundan sonraki gurup, batış.” Ben şahsen, Mehdi Aleyhisselamın geleceğine inanan birisiyim, Hz. İsa’nın ahir zamanda nüzulüne inanan birisiyim, kıyamete inanan birisiyim, ahirete inanan birisiyim; ama bunların hiçbirinin vaktinin ne zaman olacağını ben bilemem.
Evet, son devreyi yaşıyoruz, bu bir gerçek. Amma velâkin her sahada gördüğümüz kalitenin bozulmasını burada da görüyoruz. Genleriyle oynanmamış bir domates bulamıyoruz. Aynı şekilde, zihni kalıplarıyla, ahlaki yapısındaki genleriyle oynanmamış insan da kalmadı. Bugün “Ben dervişim.” diyenler var. Ben kendime derviş diyemiyorum; ben sadece “Büyüyünce derviş olacağım.” diyorum kendime, bir türlü de büyüyemedim yani. Ben dervişleri seven bir adamım, o kadar. Dervişim demek büyük, iddialı bir lâf. “Dervişlik de ucuzladı şu anda. Dervişlik bir marka hâline geldi, bir kulüp faaliyeti hâline geldi. Karşı değilim, ona da eyvallah. Ama nasıl şeriatın içi boşaltıldıysa; az evvel söyledik, güzel Kur’ân okuyanlar var, ama boğazlarından aşağı gitmeyecekse; dervişlik de aynı bu şekilde, tekkede güzel zikretmek, güzel sema edebilmek veya zikir ilahilerini güzel, makamlarıyla söyleyebilmekten ibaret hâle geldi.
Öyle insanlar tanıdım ki, ömrü hayatlarında ya bir kere meydan zikri yaptılar, ya iki kere meydan zikri yaptılar ama onların o sohbetine girerdiniz, bambaşka bir hâl yaşardınız. Hâsılı, o zatlarda safiyet vardı, paklık vardı, temizlik vardı; yapmacık hareketler yoktu.
Biz saflığı kaybettik. Çenemiz kuvvetlendi, tasavvuf adına çok konuşmalar var; ama tasavvufu yaşamak tabii ki çok zorlaştı. İnşallah, 2 bin yıllık siyez buğdayı tohumunun yeniden ihya olduğu gibi, maneviyatta da o hakiki tohumlar ihya olacak diye düşünüyorum. Geri kalanlar da işte saman gibi…