Benliğin Cilveleri: Kendini Sabotaj ve Kendini Aldatma / Prof. Dr. Ahmet Akın

Kendine sabotaj yapmak ne demektir, insan neden kendine sabotaj yapar?

Kendini sabotaj demek kendini yıkma, kendini engelleme, bir bakıma kendini bitirme demektir. İnsan böyle bir şey yapar mı, insan kendini niye engellesin? Eğer bir kişi çok önemli bir şey yapacaksa, bir öğrenci çok önemli bir şey sergileyecekse, bu bir performans, bir sınav olabilir ve sınavlarda onun için hayati bir önem arz ediyorsa, kendine sabotaj yapar. Çünkü çevresine başarısızlığını mazur gösterecek haklı bir gerekçe sunabilmesi gerekli… Sınavdan önce depresyona girecek, sınavdan önce kaygı yaşadığını söyleyecek… Yani bindiği dalı kesecek… Kendini sabotaj, kişi için eğer bir konuda göstereceği performans çok önemliyse, kişi o performanstan önce kendini haklı gösterecek bir mazereti kendisi üreterek, o mazerete sığınıp, başarısızlığını makul hâle getirmeye çalışma çabasıdır. Eğer o engele rağmen, kendi ürettiği sabotaj faktörüne rağmen başarılı olursa benliği iki kat yükselecek; diyecek ki: “Bakın, görüyorsunuz, ben hem kaygılıydım hem depresyondaydım hem acı çekiyordum vs. hem de başarılı oldum. Ama bu engel nedeniyle başarısız olursa diyecek ki: “Gördüğünüz gibi, benim yapacağım çok da bir şey yoktu.” Kendini sabotaj her alanda geçerlidir. Ailede de geçerlidir, eğitimde de geçerlidir, başarılı bir işadamı için de geçerlidir. Biz bunu fark etmeden ve bilinçaltımızla yaparız. Bunu öyle dâhiyane bir şekilde organize ederiz ki, çoğunlukla zaten biz farkında olmayız, karşı taraftaki de bunu hissetmez.

Kendine sabotaj, hangi durumlarda daha çok ortaya çıkıyor?

Birincisi, benliğimizin farkında değilsek, yani kendimize ait net bir tanımlamamız yoksa, kendimize güvenimiz yoksa ortaya çıkıyor. İkincisi, yapacağımız iş bizim için çok önemliyse... Bu çok önemlilik şuradan kaynaklanabilir: Ya biz bunu çok önemseriz ya da toplumumuzda çok sık görüldüğü gibi, anne babalar veya çevre bizden bunu bekler. Derler ki: “Bu senin için çok önemli, çok hayati…” Mesela üniversite sınavı. “Bunu yapmazsan mahvolursun. Bu işi beceremezsen senden hiçbir şey olmaz!..” gibi şeyler duyarsınız. Üçüncüsü, başarısızlığa tolerans düzeyinin düşüklüğü. Bazı insan hayata şöyle bakar: “Evet, hata yaptım ama bu hatadan çok şey öğrendim.” Bu çağda bu maalesef çok zor. Bu çağda oyunlarda bile level atlayarak ilerlendiği için, başarısızlığı olgunlukla karşılamak, ona tahammül etmek, onu hoş görmek mümkün olmuyor. Maalesef toplum da anne babalar da bundan etkilenen birey de bunu kabul etmiyor. Onun için burada da kaybediyoruz. Dördüncüsü de bize yapılan olumsuz yüklemeler. “Sen başarısız birisin. Sen beceriksiz birisin. Sen bu işi yapamazsın…” gibi olumsuz yüklemeler kendini sabotaja götürebiliyor. Bu dört unsurdan dördü bir araya gelirse kişiye çıkar yol kalmıyor, kendi engelini üretmek zorunda kalıyor. Hiçbir unsur devrede değilse, yani benliğine güveni tamsa, performansı çok abartılı bir biçimde önemsemiyor, “Neticede dünya hayatı, hepimiz hata yapabiliriz” gibi görüyorsa, başarısızlığı kabul edilebilir gibi görüyorsa ve ailesi de veya çevresi de onun bu başarısızlıklarını hoş görecek şekildeyse kendini sabotaj ortaya çıkmıyor.

Aslında bu biraz da kontrol odağı dediğimiz bir kavramla ilgilidir. Bazı insanlar vardır, dış çevreye göre yaşar. Bazı insanlar vardır, kendine göre yaşar. Bazı insanlar vardır, tevekkül etmeyi bilir, kanaat etmeyi bilir. Bu insanın kendine sabotaja ihtiyacı yoktur. Kolektivist bir toplum olmamız, kaderciliği yanlış anlamda kullanmamız, toplum baskısı ve sosyal kabul edilme arzusu, sosyal karşılaştırma fazla görüldüğü için, “Şu şunu yapmış, sen niye yapmadın?..” gibi cümleler çok söylendiği için kendini sabotaj bir çıkış yolu olarak görülüyor.

Kendini ya da çevreyi daha çok önemsemek bir yol ayrımı mı acaba? 

İç kontrol odaklı kişiler, “Çabaladın mı olur. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.” der ve bu kişi kendini sabote etmez. Çünkü bilir ki burada hata yapsa bile niyet sağlamsa Allah katında bunun bir karşılığı vardır… Niyet faktörü de burada devreye giriyor. Ameller niyetlere göredir. Ki Allahü Teâlâ, bir insan bir iyilik yapmayı niyet eder ama o iyiliği yapamasa bile ona iyiliği yapmış gibi sevab verir. İyilik yapmaya niyet edip yaparsa, iyiliğin on kat sevabını verir. Kötülüğü niyet edip, ondan kendini engeller, onu yapmazsa, o kötülüğü seyyiata, hasenata tebdil eder, kötülüğü iyiliğe dönüştürür. Kötülüğü niyet edip yaparsa o kötülüğü, kötülüğün mislini yani karşılığını verir. Allahü Teâlâ aslında bizi kendini sabotajdan uzaklaştırıyor. Ama kader inancımızın, tevekkül inancımızın, kanaatimizin, manevi doyumumuzun artması gerekiyor.

Dış kontrol odaklı kişiler ise devamlı başkasının ne dediğine bakar, her şeyi kadere atfeder, şansa inanır ve onun için ne yaptığı önemli değil, ona ne denildiği önemlidir. Bu çok önemli bir ayrım. İncelediğimizde öğrencilerin not odaklı olduğunu görürüz. Not odaklı öğrenci kendini sabote eder. Ama öğrenme odaklı olan kendini sabote etmez. Çünkü ilki, “50 aldım, ama öğrendim.” diye düşünür. Diğeri ise 90 alır, ama annesi veya bir başkası “Niye 95 almadın!” der düşüncesiyle kendini sabote eder. Bunun sonucunda da, kopya çekme de mazur hale gelip, bir yöntem olarak kullanılıyor.

Onun için, aileler, kendini sabotaj gibi tehlikeli bir duruma karşı dikkatli olmalı. Çünkü bu durum bir yaşam tarzı hâlini alıp, kronikleşiyor, insan her şeye bahane üretmeye başlıyor. Böyle olduğunda artık sanal bir hayat ortaya çıkıyor. Yani gerçek benliğiyle arzuladığı ideal benliği arasındaki fark oldukça açılıyor. Buradaki ideal benlik anlayışından kastım toplumun oluşturduğu benlik anlayışı... Bu ikisi arasındaki fark açıldığında iki benlik arasındaki fark kişinin duyarlılık noktası oluyor, herkes oraya dokunuyor, dokundukça da savunma yapacağı alan artıyor.

Sağlıklı kişi, hayalleri ile gerçekleri kesiştiren, olması gerektiği ile olduğu durumu örtüştüren kişidir. Toplum ve aile olarak da bunu desteklemeliyiz. Yani çocuklardan, insanların ne dediği değil, onun ne yaptığıyla ilgili bir değerlendirme beklemek lazım.

Kendini sabotaj durumunu örneklerle açıklayabilir misiniz? 

Mesela sınav kaygısı kendini sabotaja örnektir. Sınav kaygısı taşıyanlarda dört özelliği görüyorum; benliği kırılgan, aile çok şey bekliyor, ne yapacağını bilemiyor ve o işe aşırı önem atfediyor. Mesela bir kişi konferansta bir sunum yapacağı zaman veya bir grup önünde konuşacağı zaman, ne anlatacağını bilemiyorsa, kendine güvenemiyorsa, dinleyiciler kişinin gözünde çok önemliyse ve karşıdan gelen yüklemelere göre kendini değerlendirecekse panik olur. Ve o zaman: “Ben tam konuşma yapacaktım, çok güzel konuşacaktım ama bende sosyal fobi var kardeşim, sosyal anksiyetem var…” deyip, bu sebeplere sığınıyor. Bu mekanizma biz farkında olamadan çalışıyor.

Temel, bir yerde konuşma yapacakmış. Bakmış ki ceketini yanlış giymiş, konuşma metni de eski ceketinin cebinde kalmış. “Değerli dostlar, buraya gelene kadar ne konuşacağımı bir Allah, bir ben biliyordum, şimdi bir Allah biliyor.” demiş ve rahatlamış. 

Bazen de bu şekilde hayatı hafife almak lazım. Hayat bu tarz bir mücadele, çatışma ve hep önde olma alanı gibi görülmemeli. 

Günümüzde insanları büyüklenme duygusu kaplamış. Mesela bana gelen bir CV’de şöyle yazıyor: “Liseyi birincilikle tamamladım. Üniversiteyi de birincilikle tamamladım, ortalamam 3.99’du. Mastır yaptım, birincilikle tamamlayacaktım, bana haksızlık yaptılar, birisi benim önüme geçti.” Bir başkasına soruyorum, işadamı, diyorum ki: “İşler nasıl?” “350 işçim var.” diyor. “Nasılsın?” diyorum; “Şuraya ihracat yaptık.” diyor. Yahu, sen nasılsın, bana kendinden bahset. Artık performans devrindeyiz. Kapitalizm performansı gerektiriyor. Bir başkasına soruyorum: “Nasılsın kardeşim?” “Ben çok dindarım. Hep namazlarımı beş vakit kılarım.” diyor. 

Sülalenin kalabalıklığı, paranın fazlalığı, elde ettiğin makam-mevki vs. bunların hepsi bir araçtır, amaç değildir. Vali olursun, hiç kimseye faydan olmaz, cenazene üç beş kişiden fazla kimse gelmez. Derviş olursun, cenazene binlerce kişi katılır. Performans devrinde bunun ortaya çıkmaması mümkün değil.

Kendini sabotajı nasıl engelleyebiliriz? Bunu engellemenin bir yolu yöntemi var mı?

Kanaat, tevekkül, bulunduğun duruma razı olma, başkalarının acısıyla bütünleşme kavramları hayatımızın içinde olmalı, bu kavramları içselleştirmeliyiz. Kabir ziyareti, hasta ziyareti, yaşlı ziyareti, akraba ziyaretinin hikmetlerinden biri de “Senden altta olana bak. Şükretmek istiyorsan aşağıda olana bak.” bilincini oluşturmaktır. Bu çağda ise hep üste çıkma, kapitalizm ön planda. Bu da insanı nepotizme, Makyavelizme sevk ediyor. Bunlar da birer hastalık. Makyavelizm “Nasıl başarılı olursam olayım, amaca giden her şey mübahtır.” demek.

Kendini sabotaj, çok üzerinde durulması gereken bir kavram. Çocuklarımıza, tevekkülü, sabrı, kanaati, hoşgörüyü, ihlâsı öğretmemiz lazım. Samimiyet ve ihlâs, bizim için kendini sabotajın önünde bir kurtarıcıdır. Riyâ da zıddıdır. Şu an maalesef riya çağındayız.

Dürüst olmak çok önemli. İnsanların konuşma tarzı çok yapay olabiliyor. Kendin gibi konuşmak en güzeli. Arada bir argo konuşabilirsin, arada hata yapabilirsin, arada gaf yapabilirsin, kendini bunlarla kabul et. Ama mükemmeliyetçilik çağındayız; “Ben hata yapamam, bunu kendime yediremem.” Mükemmeliyetçilik de iyinin zıddıdır. Mükemmel olan iyi olamaz. Mükemmeliyetçi öğrencim var, el yazısıyla bir sayfa ödevi yazacak, son kelimeye geliyor, diyelim hata yaptı. “Onu daksille sil.” “Yok hocam, bunu kendime yediremem.” Buruşturuyor, atıyor, bir sayfalık ödevi 10 saatte yazamıyor.

Evlilikte de mükemmeliyetçi olursan; o olmaz, bu olmaz, şu olmaz, armudun sapı, kirazın çöpü dersen evlilik çileye döner. Bir de kendine bakacaksın; sen kimsin, sen kimsin ki mükemmeli arıyorsun? Sen, ayetlerde buyrulduğu gibi “Seni biz bir parça sudan…” “Bir parça kan pıhtısından yarattık.” “Atılmış, pis bir sudan yarattık.” diye ifade edilen bir varlıksın. Çocukları LYS’ye, ÖSS’ye hazırladığımız kadar, MBS’ye, mahşerdeki büyük sınava da hazırlamamız lazım. MBS çok önemli.

Kendini sabotaj konusunda duygularımızı nasıl yorumlamalıyız?

Duygular, yaşamdaki davranışlar, hep zıddıyla kaimdir. En çok sevdiğimizden nefret edebiliyoruz. En psikopat olanlar, zamanında, her şeyini başkalarına veren insanlardan çıkıyor. Dengeyi gözetmemiz lazım. Veya bir bakıyorsunuz, en affeden insan gitmiş, insanlardan en nefret eden insan hâline gelmiş. Çünkü her şeyi affetmeyeceksin. Öfke de iyi bir duygudur, öfkeyi de kullanacaksın.

Allah için sevmek, Allah için bûğz etmek hayat düsturumuz olmalı. Ama insanlar yapay bir şekilde mükemmel insan portresi çiziyor, ihlâs kayboluyor. Bunlar kendini aldatmada çok önemli göstergeler.

Kendini kandırmayı anne babalarda çocuklarına karşı sıklıkla görebiliriz. Mesela hiçbir annenin çocuğu suçlu değildir; peki, o hâlde, hapishanedekiler kimler? Seri katillere yapılmış bir araştırmada; seri katillerin anneleriyle görüşme yapılmış. Annelerin hepsi demiş ki “Benim çocuğum karıncayı bile incitmez.” Hepsinin ortak içerik analizinden bu çıkıyor. Evet, bazı hatalarımızı görmezden gelebiliriz, bazı şeyleri kendimize yediremeyiz. Ama bu bir yaşam tarzı hâline geldiyse, orada durmak lazım.

Yani bazı şeyleri net biçimde gözlemlemek lazım. Bunun da en güzel ölçütü dostlarımıza sormak. Her insanın etrafında iki üç tane danışabileceği, “Yahu, ne durumdayım? Yanlış mı gidiyorum?” diye sorabileceği güvenilir insanlar olmalı…

Empati yapamayan insanların benlik durumları nasıl?  

Mevlana’nın güzel bir sözü var: “Ne keser ol, hep sana; ne rende ol, hep bana; testere ol, bir sana, bir bana.” Ne hep kendimizi küçük göreceğiz ne hep kendimizle böbürleneceğiz. 

Depresifler çok dürüst, çok realist insanlardır. Onlara selam vermediğinde, “Acaba benim ne hatam var, niye bana selam vermedi? Ben ne kadar değersiz biriyim…” diye düşünürler. Psikopatların da hiç umurunda olmaz; dünya yanar, çöpleri yanmaz. Ne kendini aldatmada umursamaz olacaksın ne de çok gamlı olacaksın. 

Ne keser olacağız, hep ona; ne rende olacağız, hep bize; testere olacağız. Testere çok adildir. Keser hep dışarı yontar, rende de hep içeri yontar. Yani biri sana diyorsa ki, “Kardeşim, bak, bu yanlış, artık olmuyor, hatalısın.” O zaman, tamam deyip geri çekilmeyi becerebilmemiz lazım. Aksi takdirde, kendini aldatmanın dayanılmaz hafifliğine kapılırız...

Bazen izole olmak gereken, dışlamak gereken durumlar var mı? Neyi ne kadar önemsemeliyiz? Var oluşun bir bedeli var mutlaka…

Var olmanın acısı mı? Var olmak acı verici bir süreç. Yoksa aldanmanın konforu mu? Aldanmak da konforlu bir şey. Hiç dert etmezsin. Bir sorun olur, kendinle ilişkilendirmezsin; başına bir bela gelir, kadere atarsın. Yani hiçbir hatadan kendini sorumlu görmüyorsan, hiçbir olumsuzluğu kendinle ilişkilendirmiyorsan, o zaman, kendini aldatmanın acısını da yaşamazsın. Bilgisi artanın acısı artar. Bilgi de değil sadece, asıl önemli olan irfan. Hadiste “İnsanlar helâk oldu, ancak âlimler kurtuldu. Âlimler de helâk oldu ancak, ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu, ancak ihlâs sahibi olanlar kurtuldu. İhlâs sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler.” buyruluyor.

Şu an olduğu gibi kendini aldatıp gerçeğe duyarsızlaştın mı Prozac toplumu oluruz. Gençlere böyle sorunları anlatıyorum, “Neyin kafasını yaşıyorsun?” diyorlar bana. Çünkü onlar Prozac toplumu olmuş, biz depresif realist olmuşuz, çok gerçekçi bakıyoruz. İkisi de tehlikeli. İkisinin arasını bulmak lazım. Ama acıdan da uzak durmamak lazım; çünkü acı insanı olgunlaştırır. Niçin yaşayacağını bilen, her güçlüğe katlanır. Şu anda gençlerde varoluş hedefi ve şuur anlamında ciddi bir eksiklik var. O yüzden hedonist oluyorlar ve kapitalizmin tuzağına çok kolay düşüyorlar. 

Anne baba çocuğuyla ilgilenecek, anne baba çocuğuna dini anlatırken güzel anlatacak, anne baba caydırıcı olacak, anne baba sevdirici olacak… Böyle olmazsa kendini aldatma ve kendini sabotajı çok daha ileri düzeylerde yaşarız. Hem sorumlu hem şuurlu hem ihlaslı olmalıyız… Sağduyu, şuur, ihlâs, irfan, ihsan, takva, itikat üzeri olmak; hepsi bize ait kavramlar… Bunların hepsi kendini aldatmayı da önlüyor, kendini sabotajı da önlüyor. Bizim bu kavramlara sarılmamız lazım. Biz tekrar kendimize dönüp, kolektif benliğimizi bulmalıyız. Bizim çözülmemizi sağlayan, bizi duyarsızlaştıran, bizi kültürel anlamda dejenere eden nedir, bunları sorgulamamız lazım. Bunların eğitimle de ilgisi var, sosyal hayatla da ilgisi var. İyi insan iki özelliğe sahiptir; sorumlu olmak ve farkında olmak. Sorumlu olmazsa dini mükellefiyeti de yoktur, farkında olmazsa da dini mükellefiyeti yoktur. Bu insanları oluşturmamız, yetiştirmemiz gerekiyor.