Diri Kalma ve Yenilenme / Doç. Dr. Adem Ergül

Rabbânî ve nebevî mektebin eğitim müfredatında istiğfarın ve gecelerin çok önemli bir fonksiyonu vardır. Özellikle duyguların derinleşmesi, akıl, idrak ve basiretin açılması ve doğru çalışması için bu hususa dikkat etmek zarureti vardır.

Zerreden küreye yaratılmış ne varsa, hemen her şey, var oluşlarını Yüce bir kudrete borçlu oldukları gibi, varlıklarının devamı için de her bir ân itibariyle yeni yeni imdatlara ihtiyaç hissederler. Madde âleminde böyle olduğu gibi, mânâ âleminde de durum farklı değildir.

Bedenimize ait besleyici gıdaların bir müddet alınamaması durumunda nasıl bir zafiyet ve acziyet söz konusu oluyorsa, gönül enerjileri bakımından da durum aynıdır. İşte bu sebepledir ki, böyle bir mânâ enerjisini gerektiği kadar alamayanlarda da zamanla donuklaşma, sönükleşme, heyecanını yitirme, hayatın zevksiz, tatsız ve anlamsız hâle dönüşmesi gibi haller ortaya çıkmaktadır. Etrafına neşe saçan nice kimselerin, zamanla negatif enerjiler içinde stresten strese, darlıktan darlığa, yuvarlana yuvarlana kaybolup gitmesinin temelinde de, yenilenememe ve mânen beslenememe gerçeği yatar.

İşte Rabbanî ve nebevî eğitim, insanın bu hassas dengesini koruma, kollama ve geliştirme adına farklı farklı uygulamalar tavsiye etmiştir ki, biz bu yazıda bunlardan gece vakti ve istiğfar üzerinde duracağız. Bu iki terbiye vasıtası olmadan, kişiliğin arınma ve gelişme göstermesi hemen hemen imkânsız gibidir.

Cenâb-ı Hakk’ın geceye verdiği kıymet ve onun içine yerleştirdiği sırlar sayısızdır. Bu hususta Rabbimiz’in:

«Geceye ve gecenin içinde olan şeylere andolsun!» (el-İnşikâk, 17) şeklinde kasem (yemin) buyurmasındaki sır, idrakimize ve gönlümüze nice hakikatleri seyrettirmek için açılan ilâhî bir pencere gibidir.

Yüce Rabbimiz, çok özel bir şekilde terbiye ettiği peygamberlerini, gecenin önemli bir kısmında uyanık bulunup ibadet, zikir ve tefekkürde bulunmaya âdeta mecbur kılmıştır. Meselâ şu ayetler her ne kadar bütün mü’minlere umumî bir mesaj ise de öncelikle Fahr-i kâinât –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e yönelik olarak indirilmiştir:

“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk, birazı hariç olmak üzere geceyi; yarısını ibadetle geçir. Yahut bundan biraz eksilt. Yahut buna biraz ekle. Kur’an’ı ağır ağır, tane tane oku. Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahyedeceğiz. Doğrusu gece neş’esi (gece ibadeti, insanın iç dünyasında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, sözün etkisi bakımından da daha sağlamdır. (Müzzemmil Sûresi, 1-6)

“Sana mahsus olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbin’in seni makam-ı mahmûda (herkesin gıpta ile seyredip methedeceği yüksek bir dereceye) eriştireceğini umabilirsin.” (İsrâ Sûresi, 79)

Peygamberlerden sonra onların izinde giden ve Allah’ın kullarını insân-ı kâmil kıvamına eriştirme adına terbiye vazifesi üstlenen manevî mürşitlerin hemen hepsi de, gece vaktinin insanın gelişimindeki ehemmiyetine dikkat çekmiş ve bunu zaruri görmüşlerdir.

Gecenin feyzinden, enerjisinden istifade edemeyen kimselerde zamanla hantallık, tembellik, uyuşukluk ve donuklaşma görülür ki, bu durum hadis-i şerifte şöyle bildirilmiştir:

“Biriniz uyuduğu zaman şeytan, onun ense kısmına üç düğüm atar. Her düğüme de:

«Üzerine uzun bir gece var olsun (uyu)!» der. Uyanıp da Allâh’ın adını andığı zaman düğümlerin biri çözülür, abdest aldığında ikincisi çözülür, namaz kıldığında ise düğümlerin hepsi çözülür. Böylece sabahleyin dinç ve neşeli olarak kalkar. Aksi hâlde (yâni bunları yapmazsa) tembel tembel, kendini kötü ve kirli hissederek, morali bozuk olarak kalkar.” (Buhârî, Teheccüd, 12)

Bu bakımdan şahsiyetin diri, heyecanlı ve dinamik bir kıvamda kalabilmesinin en önemli sırlarından birisi, gece vaktinin pozitif enerjisi ile yüklenebilmektir. İlim, irfan, hikmet ve manevî heyecan bakımından, tarihin müstesna şahsiyetler olarak kaydettiği kimselerin hayatı incelenecek olursa, bu kahramanların hemen hepsinin, gecenin feyz ve enerjisinden bir şekilde beslenmiş kimseler olduğu görülecektir. Bu hakikat, kişilik terbiyesinde bir sünnetullahtır; yani Hak Teâlâ’nın fıtrata koyduğu temel bir prensiptir.

Gecenin bu bereketinden istifade vasıtaları olarak Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen şu üç husus son derece önemlidir:

1. Kur’ân-ı Kerim okumak ve manası üzerinde derin derin tefekkür etmek.

2. Namaz ibadetini huzur ve huşu ile ifa etmek. Özellikle kıyam (ayakta durma) ve secde hallerini uzatmak ve çoğaltmak.

3. İstiğfarda (Allah’tan bağışlanma talebinde) bulunmayı vird hâline getirmek.

Biz bu yazıda insanın yenilenme ve diriliğinin devamına katkısı bakımından bu üç husustan sadece “istiğfar” üzerinde duracağız. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“O takvâ sahibi (Allah’a karşı sorumluluklarının şuurunda olan has) kullar, geceleri pek az uyurlardı ve seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)

Allah’tan bağışlanma dileği (istiğfar), her zaman için söz konusu olabilirse de, özellikle seher vakitlerinde yapılmasının istenmesi manidardır. Buradan anlaşılıyor ki, gecenin feyzi ile istiğfarın temizleyici ve koruyucu özelliği yan yana gelince, daha büyük bir tesir ortaya çıkmaktadır. Özellikle insanın Allah katında mükerremiyetini (şerefini) oluşturan takva duygusunun yerleşmesinde istiğfarın çok önemli bir rolü olduğunu yine bu ayetten öğrenmiş oluyoruz.

İstiğfar, gönlün tazelenmesi ve fıtrat-ı asliyesine yeniden dönüşü için bir eğitim vasıtası olarak sunulmuştur. Nitekim şu hadis-i şerifler, istiğfarın yenileyici ve arındırıcı özelliğine işaret etmektedir.

Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Benim de kalbime zaman zaman bulutumsu bir karanlık çöküyor (da hassasiyetinde bir azalma hissediyorum). Bu sebeple ben de Allah’a günde yüz defa istiğfar ediyorum.” (Müslim, Zikir 41; Ebû Dâvûd, no: 1515; Ahmed, IV, 211, 260)

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:

“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şayet o günahı terk edip istiğfara sarılarak tevbeye yönelirse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretleri’nin:

«Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) ameller sebebiyle, kalplerinin üzeri pas tutmuştur.» (el-Mutaffifîn, 14) diye zikrettiği durum budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83/3334)

Bütün bu ayet ve hadis-i şeriflerden anlaşılan şudur ki; Rabbanî ve nebevî mektebin eğitim müfredatında istiğfarın ve gecelerin çok önemli bir fonksiyonu vardır. Özellikle duyguların derinleşmesi, akıl, idrak ve basiretin açılması ve doğru çalışması için bu hususa dikkat etmek zarureti vardır. Pörsümemek, donuklaşmamak, âtıl ve bâtıl bir hâle düşmemek için, seherlerde istiğfârı daimî bir program hâline getirmek gerekmektedir.

Mânevî diriliği söndüren virüsler, bilerek ya da bilmeyerek işlenen günahlardır. Kişiliğimizin duyarsızlaşması, donuklaşması, neşesini ve iç huzurunu kaybetmesi, çoğu zaman işte bu sebepledir.

“Gaflet” diye ifade edilen Hak’tan habersiz yaşamanın sonucu, içe doğru daralma, strese düşme, negatif enerji yüklenme ve ulvî duygulardan mahrum kalmaktır. Âdem -aleyhisselâm-’ın bir günah/zelle sebebiyle cennetten uzaklaştırılma gerçeği üzerinde ince düşünülürse denilebilir ki, esasen her bir günah, cennet ikliminden az ya da çok bir uzaklaşma neticesini doğurur.

Yaratılış özelliklerimiz itibariyle günaha meyilli bir yönümüz vardır. Bu durum, bizim hikmetini tam olarak idrak edemediğimiz bir imtihan sırrıdır. Ancak bu düşüşler karşısında çaresiz de bırakılmış değiliz. Rabbanî ve nebevî terbiye sisteminde, tevbe ve istiğfar, yeniden kendimize gelme, arınma ve uyanma aracı olarak lütfedilmiştir. 20. yüzyılın büyük mürşitlerinden Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin (v. 1999) anlattığı şu hatıra, istiğfarın bu sırrına güzel bir örnektir:

“Kayserili bir ahbabımız vardı. Ara sıra görüşür, hasbihal ederdik. Hâl ehli idi. Daimî huzur hâlini devam ettirenlerdendi. Muhabbet ehli, merhamet ehli idi. Uzun müddet görüşmek kabil olmadı. Üç-beş sene evvel görüştüğümüzde kendisini çok kederli ve üzüntülü buldum. Kendisine sordum:

«–Kardeşim! Üzüntünün, telâşının sebebi nedir?» Cevaben dedi ki:

«–Derdim, dertlerin en büyüğü. Benden merhamet duygusu alındı. Herkese karşı âdeta düşman kesildim. Hatta haklı-haksız aileme zulmediyorum. Görüşlerim çok değişti. Allâh’ın kullarına, mahlûkâtına karşı içimde en ufak bir acıma duygusu kalmadı. Mahvoldum, hâlimin perişanlığını teemmül ediniz. Bir çare-i necat bulunuz».

Kendisine, kişinin, hastalığını bilmesinin büyük bir nimet olduğu söylenildi. Çünkü kusurunu, hatasını bilen, onu gidermeye gayret eder. Şüphesiz ki, kişinin hâlinin değişmesi, bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğu bir günahın neticesidir. Kendisine bilhassa seherlerde büyük bir nedamet içinde, ihlâs ile, can u gönülden, kırık bir kalple ısrarlı olarak “istiğfar”a devam etmesi tavsiye edildi.

Takriben bir yahut bir buçuk sene evvel tekrar görüşmek imkânı hâsıl oldu. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onu bağışlamış, eski hâlini iâde etmişti.

Kendisine hâlin nasıl diye sorulduğunda:

«−Elhamdülillah, Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Habibi ve sevdikleri has kulları hürmetine eski hâlimi iade etti», dedi. Çok neşeli idi.” (Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 145-146.)

Hak’tan gaflet etmenin neticesinde oluşan donukluk ve sönüklük, ancak Hakk’ı zikretmekle, O’nu anmakla giderilebilir. Nitekim Allah Resûlü –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Rabbi’ni zikredenle, zikretmeyenin misali, diri ile ölü gibidir.” (Buhârî, Dea‘vât, 66.) buyurmakla, zikrullahın kişiliğimize verdiği dirilik enerjisine dikkat çekmişlerdir. Yine O, kulluk vazifelerini yerine getirmekte zorlandığından şikâyet eden bir sahabisine reçete olarak:

“Dilin daima Allah’ın zikri ile ıslak olsun.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 188) tavsiyesinde bulunmuştur.

İnsanın içini daraltan, huzurunu dağıtan şeyler, çoğu zaman insan ve cin şeytanlarının vesveseleri, kendi vehimlerimiz, şüphelerimiz, geçmişe dair hüzünlerimiz ya da geleceğe dair korku ve endişelerimizdir. İşte bütün bu dumanlı havanın dağıtılmasında, en etkili tedavi yolu olarak Rabbimiz zikrullâha işâret eder ve buyurur ki:

“Dikkat ediniz, kalpler ancak Allah’ın zikri ile istikrar, huzur ve sükûnete kavuşur”. (Ra’d Sûresi, 28.)

Zikrullah, hem kötü ve aşağılık duyguların giderilmesinde hem de ulvî duyguların ve manevi neşelerin oluşmasında son derece etkili bir gıdadır.

Alaeddin Attar -kuddise sirruh-: “Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüldeki yabancı duygu dikenleri temizlenir.” buyurur. Yine nakledilir ki: Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh- Hazretleri’ne on altı âlim gelmiş ve “bizi irşad et” demişler. Her birini bir odaya yerleştirmiş. Zikir ve ibâdetle bir hafta uğraşmışlar, yanına çağırmış:

«−Kalbinizde ne buldunuz?» diye sormuş.

«−Dünya sevgisi» diye cevap vermişler.

Bir hafta daha devam ettirmiş, yine sormuş:

«−Âhiret sevgisi» diye cevap vermişler.

«−Bunu da atın, yine devam edin» tavsiyesinde bulunmuş.

Bir hafta daha devam etmişler. Yine sormuş:

«−Kalbinizde ne buldunuz?»

«−Enaniyet (benlik sevgisi)» diye cevap vermişler.

«− Varlığınızı da terk ederek devam edin» demiş. Bir hafta sonra:

«−Kalbinizde ne buldunuz» diye sormuş.

«−Allah sevgisinden başka bir şey yok» cevabını vermişler. Cüneyd Hazretleri de:

«−Muradınıza erdiniz. Artık böyle devam ediniz» demiş ve onları yolcu etmiştir.

Zikrullah, kişinin kendisini Hakk’ın terbiyesine teslim etmesidir. Şunu itiraf etmeliyiz ki, kendimizi dönüştürmek o kadar kolay bir mesele değildir. Zira iç ve dış şartların hepsini kontrol etmek, bizim irademizin ve gücümüzün sınırlarını aşan bir husustur. Rüzgâr önündeki bir yaprak gibi savrulan iç dünyamızı/kalbimizi, Hak ve hakikat üzere sebat ettirmek, ancak Allah’a bağlılıkla sağlanabilecektir. İşte imandan sonra zikrullah nimeti, bu bağlılığı devamlı kılan bir eğitim vasıtasıdır.

“Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim”(Bakara Sûresi, 152) âyeti, zikreden kişinin zikri nispetinde Rabbin nimetlerinden ve hususi terbiyesinden nasip alacağına dikkat çeker. Bu sırrı iyi bilen büyük mürebbi ve mürşidler, terbiye vasıtası olarak zikrullaha, evrâd ü ezkâra büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Sâhibü’l-vefâ Mûsâ Efendi’nin şu tespitleri, bu hakikatin tecrübe edilmiş bir ifadesi sayılır:

“Evrâdlarını ihlâs ve istikâmet üzere tatbik edenlerde gözle görülür şekilde değişiklikler ve inkişâflar olur:

Kibrin yerini tevazû ve vakar,

İmansızlığın yerini, derin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi,

Bâtılın yerini Hak, Hasedçiliğin yerini merhamet,

Cimriliğin yerini sehâvet, Anlayışsızlığın yerini fetânet,

Tembelliğin yerini dirâyet, gayret,

Korkaklığın yerini cesâret,

Kötü görüşün yerini müsâhamalı görüş,

Kabalığın yerini nezâket,

Dağınıklığın yerini tertiplilik ve nezâfet,

Bilgisizliğin yerini edep, irfan,

Aceleciliğin yerini itidâl ve teennî,

İddiacılığın yerini, yerinde uysallık,

Mahlûkat düşmanlığının yerini herkesi hallerine göre sevmek, alır.” (Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 13.).

Netice olarak zikrullah, Hak’la beraberlik şuuru oluşturduğundan, kişilik tohumumuzun yüce ve yüksek bir iklimde ve çevrede yeşermesini gerçekleştirir. İnsan da zaten yaşadığı çevrenin çocuğu ve ürünüdür.