Günümüzde Kur’ân’a yapılan vurgu, gerek yurt içinde gerek yurt dışında İslâm dünyasında, Avrupa’da Kur’ân’a yapılan vurgu ümmet-i Muhammed’in 1400 yıllık tarihi içerisinde görülmemiş bir vurgu. Muhtevası itibariyle, formatı itibariyle yeni bir şeyle karşı karşıyayız. Yani bir şeyin bizi nereye götürmekte olduğu konusunda birilerinin bir sağlama yapması gerekiyor. Newsweek Dergisi’nde yazdığına göre 1950’lerden 60’lardan bu yana Türkiye’de yazılan ya da tercüme edilen meal sayısı 150’yi aşmış durumda. Neredeyse İslâm tarihi boyunca ne kadar tefsir yazılmıştır -hadi bi sayalım- desek bunun onda birini ancak sayabiliriz. Tabiî ki gerçeğe tekabül etmiyor bu. Ama bildiğimiz, hafızamızda bulunan tefsir sayısından çok çok daha fazla meal yazılmış ya da tercüme edilmiş. Bu sağlıklı bir şey değil gerçekten. Ümmetin Kur’ân’ı yeniden keşfetmesi, Kur’ân’la arasındaki irtibatı yeniden tesis etmesi, vahyi yeni bir şuurla algılaması, değerlendirmesi, dünyasında vahye bir yer açması gibi çok “janjanlı” söylemlerle bu iş takdim ediliyor. Ama gerçekten mesele çok ciddi. Kur’ân merkezli bu vurgular aslında ümmetin 1400 yıllık müktesebatının, ilmi mirasının, tefsir mirasının, usûl mirasının bir şekilde devre dışı olmasına, devre dışı tutulmasına zemin hazırlıyor. Bu maksatla yapılsın ya da yapılmasın, böyle bir netice hâsıl ediyor. İlk anda ilk bakışta insanlara bu mesele sıkıntılı gibi geliyor.
“Niye 150-250 Kur’ân meali yazılsın, 1550 tane yazılsın, niye rahatsız oluyorsunuz bundan? Sonuçta Allah’ın kelâmıyla ilgili bir çalışma yapılıyor, bu iyi bir şeydir, Allah’ın kelâmının, Kur’ân’ın dünyamıza girmesidir, zihnimize girmesidir, kalbimize girmesidir” diyebilirsiniz... İnanan bir kişi bundan niye rahatsız olsun ki…
Evet, ilk bakışta gerçekten doğru gibi gelen önemli bir mesele ile karşı karşıyayız. Burada şu soruyu sormalıyız yapılan iş Allah kelâmının dünyamıza girmesi midir gerçekten, yoksa Allah kelâmı üzerinden bir takım görüşlerin, bir takım ideolojilerin, bir takım tespitlerin dünyamıza girmesi midir? Bu soru meselenin aydınlanmasını sağlayacak yegâne sorudur. Çok sık tekrar ettiğimiz için elhamdülillah artık kamuoyunda belli ölçüde de olsa yer etmeye başladı. Hz. Ali’nin (R.a.) tespiti, o hayatî tespit hep önümüzü aydınlatan bir ışık olacak. Malum İbni Abbas’ı (R.a.) Haricilerle tartışmaya gönderirken ona bir tavsiyede bulunuyor Hz. Ali diyor ki “Haricilerle münakaşa ederken Kur’ân’dan delil getirme.” İbni Abbas da şaşırıyor diyor ki; “Niye ey müminlerin emiri, Kur’ân bizim hanelerimizde nazil oldu, biz hangi âyet kimin hakkında inmiştir, mantuku nedir, mefhumu nedir, nüzul sebebi nedir, bunu herkesten iyi biliriz.” Hz. Ali “Doğru söylüyorsun, öyledir ama sen davanı desteklemek için bir âyet okursun onlar da kendi davalarını desteklemek için başka bir âyet okurlar.” diyor. Nitekim hatırlayın Haricilerin huruç etmesine sebep ya da gerekçe olarak ileri sürülen de bir âyettir. “La hükme illa lillah” derken onlar “İnil hükmü illa lillah” âyetini delil getiriyorlardı. Bu bir âyet, evet, bu âyet ile vücut bulmuş bir hareket var. Hz. Ali ise hayatî bir tespit yapıyor ve diyor ki; “Onlarla münakaşa ederken Kur’ân’dan âyet okuma. Sünnetten delil getir.” “Li ennel Kur’ane hammâlün zû vücûh.” Çünkü Kur’ân bünyesinde çok anlamlar barındıran, çok manalara ihtimal veren “zü vücûh” bir kitaptır. Çok vecihli bir kitaptır. Bu hayatî tespit yolumuzu aydınlatan bir kandil gibi adeta. Nitekim görüyoruz ki, tarih boyunca ortaya çıkmış bütün bidat fırkalar Kur’ân’a dayanarak vücut bulmuşlar. Hepsinin Kur’ân’dan delilleri var. Kendisini Kur’ân’la refere etmeyen hiçbir bidat, akım, ideoloji, mezhep yok.
“Li ennel Kur’ane hammâlün zû vücûh.” Evet, Kur’ân bir hidâyet kitabıdır, bir hidâyet kaynağıdır; ama aynı zamanda bir imtihan kitabıdır. Allah Teala bizi Kur’ân’la imtihan ediyor. İnsanları Kur’ân’la imtihan ediyor. Kur’ân’a nasıl yaklaşıyorsak, nasıl bir zihinle, nasıl bir niyetle, nasıl bir kalple yaklaşıyorsak, bizde ona göre bir netice hâsıl ediyor. Biz aslında Kur’ân okurken kalbimize, niyetimize, ruhumuza bir ayna tutmuş oluyoruz. Orada kendimizi buluyoruz. Kur’ân’da ne bulmak üzere okuyorsanız onu bulursunuz. Her genelleme tehlikelidir. Bu cümle bile bir genellemedir ve tehlikelidir. Ama gerçekten Kur’ân’da ne aramak üzere okuyorsanız onu bulursunuz. Ehl-i kitap bile kendi dinlerinin, davalarının hak olduğunu ispat için Kur’ân âyetlerini kullanıyorlar. İncil’in tahrif olmamış bir kitap olduğunu ispat etmek için Hıristiyan misyonerler Kur’ân âyetlerini delil getiriyorlar. Onlar da davalarına Kur’ân’dan bir delil buluyorlar.
Dolayısıyla Kur’ân’ın mufassal, âyetleri tafsil edilmiş bir kitap olduğunu söyleyerek dünyamıza meal olgusunu sokan insanlar, şunu da söylemekle mükelleftir. Kur’ân’ın bütün âyetleri mufassal değildir. Aynı ölçüde tafsil edilmiş, tavzih edilmiş, tebyin edilmiş, tefsir edilmiş değildir. Evet, Kur’ân’da tafsil edilmiş âyetler vardır, mufassal âyetler vardır ama mücmel âyetler de vardır, hatta müteşabih âyetler de vardır. Onlar kalbinde bir parça eğrilik bulunan, bir parça fısk-ı fücur bulunan, bir parça eğrilik bulunan insanların fıskını, fücurunu, zulmünü artırıyor. Kâfirin küfrünü artırıyor, müminin imanını artırıyor, öyle bir kitap Kur’ân.
Şimdi o zaman elektrik faydalı bir şey. Ama bir çocuğun elini prize yaklaştırmasına müsaade etmek elektriğin ona fayda getirmesiyle sonuçlanmaz, çoğu zaman tehlikeyle sonuçlanır. Kur’ân bir hidâyet kitabıdır. Ama kime hidâyet ettiği, kime hidâyet etmeyi vaat ettiği meselesi unutulmamalıdır. Evet, Kur’ân “Hüdenli’l nas”tır, doğrudur, ama aynı zaman da “Hüden li’l müttakin”dir. Bu nedir; Kur’ân’ın hem “Hüdenli’l nas” hem “Hüden li’l müttakin” olması nedir ve nasıl anlaşılmalıdır? İç içe çerçeveler şeklinde anlaşılmalıdır. Bir takım insanlar Kur’ân’dan yola çıkarak mürted oldular mı bu ülkede? Evet oldular. 19 mucizesi sebebiyle irtidad eden insanlar oldu. 19 mucizesi adı altında “aleyha tis’ate aşer” âyetinden yola çıkarak irtidad etti bu ülkede insanlar. Kur’ân Müslümanlığı adına mürted oldular. 19 sistemine uymuyor diye Tevbe Sûresi’nin son âyetini “Kur’ân’a sonradan ilave edilmiştir.” şeklinde bir tespitle Kur’ân’dan ihraç etmek istediler ve mürted oldular. Kur’ân’dan hareketle yaptılar bunu.
Kalbinde bir parça eğrilik varsa bir adamın, Kur’ân ona hidâyet etmiyor. Ne niyetle bakıyorsa Kur’ân’a, kalbine ayna tutmuş gibi, niyetine ayna tutmuş gibi kendisini görüyor ve irtidad ediyor.
Burada şöyle bir tespitte de bulunmamız lazım. Bu milletin bilinçaltı hâlâ ehl-i sünnettir, biz fark etmesek de bilinç üstünde aidiyetlerimizle ilgili operasyonlara fırsat versek de, göz yumsak da, zemin hazırlasak da, bilinçaltımız hâlâ Ehl-i sünnet’tir. Yani bir Şii’nin Kur’ân âyetlerini kullanarak, Kur’ân âyetleriyle istidlal ederek kendi davasını terviç etmesiyle karşılaşsak, böyle bir durum görsek buna itiraz ederiz. Çünkü bilinçaltımızdaki Ehl-i sünnet müktesebat orada Şii tandanslı bir operasyon olduğunu ihbar eder bize, “dur” deriz, “burada dur, bu Şii’lerin yaklaşımıdır, bu Ehl-i sünnet’in yaklaşımı değildir.” deriz.
Talak Sûresi’nin 10 ve 11. âyetlerinde Allah Teala’nın müminlere “kad enzelellahu ileykum żikrân Rasûlen yetlû ‘aleykum âyâtillâh…” diye bir ifadesi var. “żikrân Rasûlen” ifadesi için Şiiler derler ki “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun”; bu bir emirdir. Peki zikir ehli kimdir? İlim ehlidir. Bizdeki Ehl-i sünnet müktesebat da bize derki; “Buradaki zikir ehli, ilim ehlidir. Evet, âyetin sebeb-i nüzulü hususidir. Tevrat ehline gönderme yapar. Bağlam da öyledir; ama sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mani değildir, burada ilim ehli kast edilir. Tevrat ehli de ilim ehli olduğu için onlara sorun ifadesi yer almış burada.”
Bir Şii için bu ne ifade eder? “Fes’elu ehlez zikr”. Kimdir ehl-i zikir? İşte bu Talak Suresi 10. âyetin sonu ile 11. âyetin başındaki “żikrân Rasûlen” var ya, buradaki “żikrân Rasûlen” bir sıfattır. Zikir Resulün sıfatıdır. Dolayısıyla ehl-i resuldür ehl-i zikir. Ehl-i zikir kimdir, ehl-i resuldür. Peki ehl-i resul kimdir, yani Resulullah’ın ehli kimdir? Ehl-i beyt’tir. O halde “fes’elü ehle’l beyti in kuntum la ta’lemûn” (Bilmiyorsanız ehl-i beyte sorun).
Tamam mı? Ne diyebiliriz, nasıl itiraz edebiliriz? Bu bir Kur’ânî istidlâldir. Kaidesine kuralına da uygundur.
Burada sünnete müracaat etmeniz gerekiyor, başka şansınız da yoktur. Örneğini verdiğim bu operasyon kabilinden pek çok operasyon vardır. Açın Şii tefsirleri, açın Şii usul-i fıkıh kitaplarını. Bakın orada bu örneğini verdiğim kabilden pek çok operasyon mevcuttur. Bu bir operasyondur, adını koyalım.
Peki, benzeri operasyonları A şahsı yapınca yanlıştır da B şahsı yapınca niye doğrudur? Şimdi Kur’ân zemininde bu tür operasyonların kolay olduğunu, mümkün olduğunu, vaki olduğunu biliyoruz ve görüyoruz. Bunu A şahsı yapınca niye yanlıştır da B şahsı yapınca doğrudur. Bunun mantığı yok, izahı yok.
“Li ennel Kur’ane hammalün zü vücuh”. Evet, Abdullah bin Abbas (R.a.) gitti, Haricilerle münakaşa etti. Onlara dedi ki “Allah’tan başka birisinin hakemliğine razı olan şirke düşmüş küfre düşmüş mü olur, böyle mi diyorsunuz?” “Evet, böyle diyoruz” dediler. Peki, “Efendimizin (sav) bizatihi kendisi hakem tayin etmiştir, hakemin tayinine razı olmuştur ve hakemin verdiği hükmü uygulamıştır.” desem ne dersiniz? “Beni Kurayza”yı Efendimiz (sav) muhasara etti, bir kaç gün o muhasara devam etti. Sonra Yahudiler baktılar ki pabuç pahalı, dediler ki “sizinle bizim aramızda birisi hakem olsun” Efendimiz de (sav) “tamam” dedi, “hakemi de siz seçin” Bunun üzerine Saad bin Muaz’ı (r.a) hakem seçtiler. Efendimiz de razı oldu ve onun verdiği hükmü uyguladılar. Bu delil üzerine Haricilerden 2000 kişi kılıçlarını kınlarına soktular, tövbe ettiler ve Hz. Ali’nin safına intikal ettiler.
Hariciliğe vücut veren Kur’ân anlayışı, Kur’ân’ın kendisi değil. Bir Kur’ân anlayışı bu, bir Kur’ân tasavvuru. Bugün de maalesef başka başka huruç hareketlerine vücut veriyor. Hindistan’da Kadiyanilik diye bir hareket var ve Kur’ân’dan delilleri var. Bu bir irtidad hareketidir fakat kendisini Kur’ân’la refere edebilmiştir. Benzeri hareketler başka yerlerde de var. Türkiye’de de var. O zaman bu meal temelli Kur’ân anlayışının bize nereden, hangi vetirede ve ne maksatla nüfuz ettiğini, dünyamıza nasıl girdiğini iyi tespit etmemiz lazım.
Meal olgusunun bizatihi kendisi modern bir şeydir. İslâm dünyasında ilk meal çalışması benim bilebildiğim kadarıyla Şah Veliyullah Dehlevî’ye aittir. Muhtasar bir tefsirdir aslında ve tarihi 18. asırdır. Öncesinde İslâm dünyasında meal olgusuna rastlamıyoruz. Öncesinde Kur’ân’ın farklı dillere tercüme edilmesinin cevazı tartışılmıştır. İşte bir ara Türkiye’de de gündeme gelen Türkçe ibadet, ana dilde ibadet meselesi bağlamında, ezberlerinde hiç âyet olmayan insanlar için geçici bir ruhsat olarak, kendi dillerine tercüme edilmiş âyetlerin okunmasına ruhsat verilmiş Hanefi mezhebi tarafından… Diğer üç mezhebin imamı buna da ruhsat vermemişler.
Fakat Kur’ân’ın geçici bir ruhsat olarak bazı âyetlerinin, kısa surelerinin başka dillere tercüme edilmesi ve bunun namazda okunması, buna cevaz verilmesi başka bir şeydir. Bu durum günümüzde, dünyamızda yer tuttuğu gibi bir meal çağrışımı yapmaz bizde. Farklı dillerde tefsirler yazılmıştır, tarih boyunca yazılmıştır, yazılacaktır, yazılmalıdır. Buna hiç kimsenin itirazı yoktur. Burada mesele; usulü belirlenmemiş, usulü, metodolojisi ortaya konmamış ve tamamen meal yazarının kendisine çizdiği hareket alanı içerisinde cereyan eden bir tercüme faaliyetidir. Şimdi herhangi bir meal yazarı “Kur’ân’ı nasıl anlamalıyız?” sorusuna usulü tefsiri çağrıştıracak bir metodoloji koysa mealin başına bu mümkün müdür? Hayır, değildir. Çünkü öyle bir usül koysa mealin başına, yaptığı iş meal olmaktan çıkmak zorundadır. En azından muhtasar bir tefsir olmak zorundadır. Böyle bir usül koysa mealinin başına, “Kur’ân âyetlerini şöyle anlayacağız, âyetlerin birbiriyle ilişkisinde şu ilkeleri işleteceğiz, nasih mensuha şurda işaret edeceğiz, şu âyetler mücmeldir, şunlar müfesserdir, şunlar mutlaktır, şunlar mukayyettir” gibi usulü tefsiri çağrıştıran bir mukaddime koysa mealin başına, o yaptığı iş meal olmaktan çıkmak zorundadır, tefsir olmak zorundadır. Çünkü mealinde bunlara değinmek zorundadır. Bu bir.
Bundan daha önemlisi meal yazan insan yaptığı işin meşruiyetini, hatta kendilerine göre yaptığı işin zaruretini tatminkâr biçimde ortaya koymak zorundadır. Şimdi şu iki hususu birbirinden ayıralım; meal ve tefsir birbirinden yapı itibariyle farklıdır. Yani meal tefsir değildir, tefsir de meal değildir. Tarih boyunca ortaya konmuş binlerce tefsir açın, mukaddimelerine bakın, yazılış gerekçelerine bakın, müelliflerinin izahlarına bakın; “benim dışımdaki tefsirlerde şu ve şu arızalar olduğu için, ben bu arızaları gidermek için bu tefsiri yazıyorum.” gibi bir sunum yapmazlar. Herhangi bir müfessirde böyle bir takdim tarzı göremezsiniz. Ama meallerin hemen hepsinde bu vardır. “Benim dışımdaki meal yazarları şöyle şöyle yapmışlardır, yaptığı çalışmalar şu şu arızalarla maluldür, ben bu arızaları ortadan kaldırmak üzere yapıyorum bu çalışmayı.” Bu bir yapısal tespittir ve bir şeyleri ele veriyor. Bir de diyor ki “ benim dışımdaki meal yazarlarının size Kur’ân adına takdim ettiği şey ya da yaptığı bu takdim arızalıdır.” Bu tam, sağlıklı, yüzde yüz güvenilir, garanti edilmiş bir Kur’ân takdimi değildir. Bu kadar mealin hızlı bir şekilde dünyamıza girmiş olmasının temelinde de bu vardır. Bu ne demektir? “Benden önce şunların şunların meallerini okudunuz ya, aslında siz hata ettiniz, onlar size Allah kelâmını vermekten uzaktır, şu şu sebepler dolayısıyla en azından eksik yapmıştır bu işi, ben şimdi bu işi tamam yapacağım.”
Fakat gelin görün ki, bunu diyen meal yazarından birkaç sene sonra başka bir meal yazarı çıkıyor ve aynı şeyle onu itham ediyor. “Size şöyle şöyle demişti ya, kendisi de şu şu noktalarda arıza yaptı. Ben de şimdi onu ikmal edeceğim.” diyor. Peki din konusunda hassasiyet sahibi, Kelâmullah konusunda titiz, aidiyetleri, mensubiyetleri, imanı ve itikadı konusunda uyanık bir mümin şunu demeli değil midir? “Arkadaşlar ne yapıyorsunuz? Bu yüz elli küsur tane meal yazarı hep birbirlerini eksik ve yanlış yapmakla itham ediyor. Aslında siz beni yatırdınız masaya benim üzerimde ameliyat yapıyorsunuz. Bunun muhatabı benim, bu çalışmaların hepsinin muhatabı benim, bana yazıyorsunuz bunu. Durun yahu, bir okuyucu olarak benim düşüncemi bir alın bakalım. Bu kadar çok itham edilmeye, üzerinde bu kadar çok oynanmaya, çiğnenmeye, tepinilmeye benim rızam var mıdır? Ben bir okur olarak bunu kendime yapılmış bir aşağılama olarak görüyorum. Sizin böyle bir şey yapmaya hakkınız yok.”
Fakat bunu demiyor. Çünkü bunu deme dirâyetinden, kendimiz hakkında bile insiyatif kullanmaktan o kadar uzak durumdayız ki, zihnimiz öylesine teslim alınmış ki, bunu deme dirâyetini bile gösteremiyoruz. Yapılan iş bizatihi kendimize, bize, size, kamuoyuna ve bizim aidiyetlerimize yapılmış bir saldırıdır. Bir operasyondur, başka bir şey değil. Ama takdim, ama sunum, ama ambalaj; hiçbir diyeceğim yok, gâyet güzel. Yapılan işin aslı esası, özü budur. Onun için kamuoyuna Darû’l Hikme olarak bizim tavsiyemiz şudur: Meal okumaya başlayacak bir insan “Niye meal okumaya başlıyorum?” sorusunu sormalıdır. Kendine bu soruyu sormalı, kendini bu sorgunun muhatabı kılmalıdır. Ben bu muhtevadaki konuşmalarımızın bazı kesimlerde şöyle bir kanaate yol açtığını gözlüyorum:
“Biz falan hoca efendinin mealini okuyoruz, o da çok muteber bir mealdir. Yani siz de zaman zaman “Hangi meali okuyalım?” gibi bir soruya bunalıp da cevap vermek zorunda kaldığınızda “Falan hocanın mealini okuyun.” diyorsunuz. Biz yanlış bir şey mi yapıyoruz?”
Bana göre yanlış bir şey yapıyoruz. Şöyle herhangi bir art niyet, her hangi bir yönlendirme vesaire olmadan samimane bir soru sorsak kendimize arkadaşlar; “Bizden önceki nesillerin üç yüz sene, yedi yüz sene, bin sene önceki nesillerin içinde bizim bilgi seviyemizde bulunan insanlar ne yapardı? Bunların Kur’ân’la ilişkisi nasıldı, hangi vasıtalarla, hangi vasatlarda ve ne seviyede cereyan ederdi?”
Günümüzdeki bu meal furyası bize iki şeyden birini söylemek zorundadır: “Bir, bu furya başlamadan önce ümmet-i Muhammed’in Kur’ân’la irtibatı kopuktu, en azından sağlıksızdı. İki, bu yapılan iş yeni bir iştir, eskiden yapılan iş dönemini doldurmuştur. Şimdi artık onu tekrar etmek mümkün olmadığı için bu işi yapıyoruz.” Bu ikisinden birini söylemek zorundadırlar. Peki, şimdi şu sorunun cevabını arayalım “Gerçekten meal okumayan, hayatında meal olgusunu tanımamış bizden önceki bu nesillerin Kur’ân’la irtibatı en azından bize göre, bizim irtibatımıza göre daha zayıf mıydı, daha sağlıklı mıydı, daha kavi miydi, nasıldı? Dolayısıyla Müslümanlığı nasıldı, daha kavi miydi, daha sağlıklı mıydı, daha sağlam mıydı, daha zayıf mıydı?” Kendimize, tarihe, hakikate karşı dürüst olacaksak eğer, şunu söylememiz lazım; “Bizden önceki nesillerin dindarlığı, takvası, Kur’ân algısı, teslimiyeti bizimkinden fazlaydı.” Peki bu insanlar meal okumadıkları halde nasıl böyle bir seviye yakaladılar, neyle yaptılar bunu?
Bunu bir takım vasıtaları ve vasatları kullanarak yaptılar. O vasıtalar ve vasatlar neydi? Birincisi, bir insan hayatında ne kadar şeyle amel edecekse o kadar şey öğrenirdi, fazla değil. Ne kadarını amele dönüştürebileceksek, ne kadarıyla amel edebileceksek o kadarını öğrenelim, fazlası bize yüktür. Bu da sorumluluktur. Çünkü öğrenme sürecinin temelini bu teşkil ediyordu. İkincisi, doğru yerlerden öğreniliyordu. Bilgi doğru adreslerden alınıyordu. Yani kendi kendine okuyup bilgilenme yerine bir adresten bilgi almak... Bu öyle sağlıklı işleyen bir süreçti ki, isterse talebe-i ulûmdan olsun fark etmez, test etmediği hiçbir bilgiyi kullanmıyordu bizim insanımız. Kendi kendine tevafuken, tesadüfen doğruya ulaşsa bile bugün bizim yaptığımız gibi onu kullanmazdı, onu satmazdı. Gider hoca efendiye, onu bir sorardı, bir test ederdi. Hoca efendinin onayından, testinden geçerse kullanırdı onu. Yoksa “Ben bilmem kardeşim gidin hoca orada, âlim orada ona sorun öğrenin.” der, işin içinden sıyrılmaya bakardı. Hoca efendi de, âlim efendi de böyle bizim yaptığımız gibi her soruya anında takır takır cevap vermezdi, bu da ayrı bir mesele... İşte çok sık yapılır bu bahis, İmam Malik’in tavrı çok sık gündeme getirilir. Ama Hanefi ekolü böyle yapmamıştır. Oturmuş takır takır meseleleri tartışmış, farazî bir takım meseleler ortaya koymuş onları tartışmış, onların cevabını araştırmış. Ben bilmiyorum diye bir şey yoktur Hanefi fıkhında, fukahasında, ekolünde; öyle zannederiz ama öyle değildir. Kaynaklar bize naklediyor ki bu kadar çok mesele hükme bağlamış olan -ki Kevserî merhumun naklettiğine göre, İmam Ebu Hanife’nin hükme bağladığı çözümlediği meselelerin asgari adedi altmış bindir, azamisini bir milyona çıkaranlar olmuş- bir imamın bile “Bilmiyorum” dediği meseleler olmuş. Kaynaklar bize diyor ki İmam Ebu Hanife yedi tane meselede “Ben bunları bilmiyorum” demiş.
Bu tabir doğru mu bilmiyorum ama âlimliğin şanındandır “Ben bilmiyorum.” demek. Bilmiyorum demek, insanın ahireti için de en eslem yoldur. İnsan her şeyi bilmekle mükellef değil ki... Ama günümüzde bilgiyle ilgili, bilginin öğrenimiyle ilgili, kullanımıyla ilgili, bizde hâsıl edeceği neticenin ne olması gerektiği meselesiyle ilgili olarak tam bir tepe taklak durum yaşıyoruz. Her şey baş aşağı durumda, onun için meal meselesini tartışıyoruz, onun için bilgi meselesini tartışıyoruz, onun için fıkhı, hadisleri, usulleri, ahkâmı, içtihatları vesaireyi yenilemekten ve böyle bir zaruretten bahsediyoruz. Her şey tepe taklak olmuş durumda.
Evet, bizden önceki nesiller meal meselesini tanımadıkları halde, meal olgusuyla karşılaşmadıkları halde onların dindarlığı bizimkinden fazlaydı. Onların takvası, Allah korkusu, istikameti bizimkiyle gayri kabili kıyas bir kıvamdaydı. Peki, onlar bu olguyu tanımadıkları halde bunu nasıl yakaladılar? İşte yapmamız gereken, yapacağımız şey bu; biz bu süreçleri, bu mekanizmaları yeniden ihya etmek zorundayız.
Evet, onların hiç birisinin baştan sona açıp, okuyup, anlayıp üzerinde düşünüp tefekkür edip, hatta üzerinde bir tasavvur inşa edecekleri bir mealleri yoktu. Biz bugün böyle bir “imkân”a sahibiz. Elimizde istemediğimiz kadar meal var. Âyetler arasında kendimiz ilişkiler kuruyoruz. Tıkandığımız yerde o meali elimize tutuşturan insanın yönlendiriciliğinde, rehberliğinde kendimize bir çıkış yolu da buluyoruz. Fakat şunu itiraf edelim, yaptığımız iş müslümanlığımızın kalitesini artırmıyor. Bu bir yana, yaptığımız işin bize istikamet verdiğine dair de elimizde bir garanti yok.
Şimdi “Biz doğru bir iş mi yapıyoruz?” sorusunu nasıl cevaplandıracağız? Meal okumakla, müslümanlığını meal üzerine bina etmekle bir adam doğru bir iş mi yapıyor? Bunu kim cevaplandıracak? Bu soruyu cevaplandırmanın -benim acizane bulabildiğim- en emin yolu arızaları ortaya koymaktır. Arızaları ortaya koyarsak bu gidişin, önüne çıkan her şeyi önüne katıp götüren bu seyl-i huruşanın yanlış bir istikamette yanlış bir gidiş, yanlış bir akış olduğunu fark edebileceğiz. Temenni etmem, arzulamam ama, az önce bir tek örneğini verdiğim türden bir Şii, bir meal yazsa, dünyamıza bunu soksa, belki bu bizim için bir uyarı olacak, uyarı ateşi olacaktır. Diyeceğiz ki , “Durun, burada bir arıza var, burada bir yanlışlık var.”.
Biz Rıhle Dergisi’nin arka kapağına İmam Şatibî’nin bir sözünü koymuştuk, bir tespitini koymuştuk “Siz Hakk’ı tanıyın; kimin hak söylediğini, kimin doğru söylediğini bilirsiniz.” Bu Hz. Ali’den (r.a.) nakledilen bir söz. Fakat İmam Şatibî buna bir ekleme yapmış. Bu söz doğru ama biz hakkın ne olduğunu, nerede olduğunu da insanlar vasıtasıyla biliyoruz öğreniyoruz. Hakk’ı bize tanıtan, bizi Hakk’la tanıştıran da insanlardır sonuçta. Dolayısıyla özellikle günümüz Müslümanının şöyle bir ikinci problemi de var, eskiden bu yoktu: “Bizi Hakk’a götürecek olan kimdir?” Hakk vardır, Hakk diye bir şey var muallakta, soyut, perdeli bir şey, bilmiyoruz. Nasıl ulaşacağız bilmiyoruz. İnsanlara başvuruyoruz. Birileri bize kitap oku diyor, kitap okuyoruz. Fakat kafamız karışıyor, okudukça kafamız karışıyor. Bizi Hakk’a vasıl edecek ismi, kim olduğunu, neresi olduğunu tayin ve tespitte de sıkıntı var. Yani tuz kokmuş durumda. Böyle bir durumda yapılması gereken bir tane iş var. Eğer bu ümmetin selefi İslâm’ı Efendimiz (sav)’in tebliğ ettiği gibi anladı ve yaşadıysa, yapılacak iş bu ümmetin selefinin yaptığını yapmaktır. Eğer bu ümmetin selefi İslâm’ı doğru biçimde algılayıp yaşamadıysa bizim bugün İslâm diye bir şeyden bahsetmemiz zaten mümkün değil. Yani teorik olarak, mantıkî olarak mümkün değil. Kabul etmek zorundayız ki bu ümmetin selefi bu dini doğru biçimde anlamış ve yaşamıştır. En azından bütünü itibariyle dışarıda yaşanan hayat olmasa da, kitabî İslâm, kitaplara kayıtlara geçmiş olan İslâm, doğru İslâm’dır. Allah Teala’nın razı olduğu İslâm’dır. Bu bir ipucudur, bu ipucunu yakalamış olan insan asla elinden bırakmaz, bu bir garantidir. Bizim selefimiz İslâm’ı yanlış anlamıştır gibi bir tespitle yola çıkan modern hareketlerin, modern fikriyatların sonucunun nereye çıktığını hep birlikte görüyoruz. Elbette sonuç bizatihi mahiyeti tayin eden bir şey değildir fakat önemlidir. Sonuca bakarız, söyleyen insanın dindarlığına bakarız, yaşama tarzına bakarız, fikrini, fikriyatını takdim etme biçimine bakarız, bunun elimizdeki ölçülerle uyuşup uyuşmadığına bakarız, bütün bunlar önemlidir ama sonuç da önemlidir. Nereye gidiyor bu? Eskiyi kusurlarken, yanlışlarken, tahlil ederken nasıl bir zemin üzerinde hareket ediyoruz, bu önemli.
Bütün bunların hâsılası olarak günümüzde Ümmet-i Muhammed devasa problemler yaşıyor. Tarihinde hiç yaşamadığı arızalar yaşıyor, hiç yaşamadığı haller yaşıyor ve bu hallere, bu arızalara çıkış yolu olarak da çok muhtelif, mütenevvi çözüm yolları, bakış açıları, teoriler, okumalar, tespitler, çareler öneriliyor. Bunların hepsini bütüncül bir gözle değerlendirmek, okumak; tarihle ve bugünle bağlantılarını kurmak ve buradan sağlıklı bir çıkış yolu tespit etmek, tayin etmek, düşünen ve okuyan herkesin işi değildir. Bazı insanların işi olmalıdır. Çünkü düşünmeye ve okumaya teşvik edilmiş milyonlarca insan kadar milyonlarca problemli algı var, tasavvur var, beyin var. Sağlıklı yolu bize gösterecek olan; selefimizle, geçmişimizle sağlıklı köprüler kurabilen insanlardır.
Neden bahsediyorum, aslında şundan bahsediyorum. Biz eğer burada yaptığımız iş hedefine ulaşırsa şu noktaya varacağız: Bizden bu ümmetin dertlerine, problemlerine, hastalıklarına çare üreten beyin çıkmaz, bu noktaya varırsak doğru bir yere varmış olacağız. Biz belki hastalığı doğru tespit edersek bizden sonraki nesiller içerisinde tıpkı selefimizin yaptığı gibi İslâm’ı bir bütün olarak anlayan, bütün ilimleriyle ihata eden ve yaşayan örnek insanlar çıkacak, örnek kadrolar çıkacak ve bu ümmete yolunu istikametini onlar gösterecek. Bizden Ebu Hanife olmayacağını, günümüze hâkim olan bilgi ve algı seviyesinin Ebu Hanife yetiştirmeye uygun olmadığını tespit edersek, doğru bir başlangıç yapmış olacağız. Ebu Hanife yetiştirmek için gerekli ortamın, müesseselerin, yapının, algı durumunun, feragatin, fedakârlığın vesairenin bu günkü ortamda mevcut olmadığını, ne zaman bunlar mevcut olursa o zaman bunların yetişmeye başlayacağını ve işte nasıl Ebu Hanife bir primus inter pares idi -eşitler arası bir adım önde birisiydi- işte öyle bir kadro, öyle bir nesil yetişecek. Onların arasından da primus inter paresler çıkacak ve bu ümmete istikametini gösterecek.
Bugün çıkan yazımda bahsetmiştim, her birimiz kendi iştigal alanımızla ilgili olarak okuyoruz geçmişi. İlmî faaliyet yapıyorsak geçmişte yapılmış ilmî faaliyetlerle ilgili oraya münhasır bir pencere açacağız zihnimizde ve sadece salt onu okuyoruz, ağırlık merkezi olarak geçmişteki ilmî faaliyetleri görüyoruz. Tasavvufla iştigal ediyorsak, geçmişte tasavvuf merkezli, zühd merkezli hareketleri, insanları referans noktası olarak alıyoruz, merkeze onları koyuyoruz. Cihadla iştigal ediyorsak cihad hareketlerini merkeze koyuyoruz. Siyasetle iştigal ediyorsak siyasî hareketleri merkeze koyuyoruz. Fakat bir noktayı algılayamıyoruz, bu da belki içinde bulunduğumuz durumla alakalıdır. Geçmişte bunların hepsi at başı beraber gidiyordu. Ebu Hanife ve ekibi -Allah onlara rahmet eylesin ve onlardan razı olsun- onlar hayatlarını Kûfe’de bir medresenin içinde geçirmiş olsalar bile, bu, toplumun, ümmetin hayatında bir aksaklığa yol açmıyordu. Ya da bir adam ömrünü cepheden cepheye, ribattan ribata gaza ederek geçirmiş olsa bu ümmetin hayatında, maslahatında herhangi bir arızaya yol açmıyordu. Ya da bir zahid dünyadan el etek çekse arkadaşlarıyla, ihvanıyla; bu ümmetin diğer işlerinin, diğer maslahatlarının aksaması gibi bir sonuca yol açmıyordu. Çünkü bunlar hep bir arada yürüyordu ve böyle olmak zorundaydı. Biz de ne zaman ki İslâm’ı, onun hayata açılımını öyle bir ihata çerçevesinde algılayabileceğiz, bu ihata kabiliyetine ulaşacağız ve bunu hayata aksettirebilme yetisine, seviyesine ulaşacağız; belki işte o zaman hayatımızda arzu edilen dönüşüm gerçekleşmeye başlayacak.
İmam Buharîlerin hocası durumunda olan Abdurrahman bin Mehdî diyor ki; “Eğer ben konulu bir kitap yazsaydım, her konunun başına niyet hadisini koyardım.” Çok önemli, çok ehemmiyetli bir rivâyet. Dolayısıyla biz de niyetimizi bir kere daha kontrol edelim, bir kere daha tashih edelim. Buraya gelip bu kürsünün arkasından konuşan adam niye konuşuyor, siz niye dinliyorsunuz, niyetlerimizi bir kere daha gözden geçirelim ve varsa arızalar, varsa pürüzler, kıymıklar onları süpürelim temizleyelim, bir tornadan geçirelim; bu işin münhasıran ve münhasıran Allah Teala’nın rızası için yapılması gerektiğini onun rızasına ulaştırmayacaksa, başka niyetler varsa işin içinde bir netice hâsıl etmeyeceğini hep beraber bir kere daha hatırlayalım.
Efendimiz’e (sav) birisi sormuş: “Bir adam cihada gidiyor, Allah rızası için cihad ediyor, ila-yı kelimetullah için cihad ediyor fakat bir miktar şecaat gösterisi de var.” Efendimiz (sav) “Onun ameli makbul değildir.” buyuruyor. Yani dini Allah’a halis kılmak diyoruz ya, içinde başka hiçbir şey olmayacak, hiç, hiç, asla bir nokta kadar bile başka bir şey olmayacak, münhasıran Allah rızası olacak. Ben burada öğrendiğim şeyleri gider başka bir yerde başka birilerine satarım, ya da işte bir takım mevzular konuşulduğunda ben de yabancı kalmayayım, bir iki şey de ben söyleyeyim, ya da burada öğrendiğim mevzulardan habersiz insanlara bunu anlatırken bir miktar, hafif bir çalım satayım şeklinde… Bunların hepsi ameli alıp götürüyor. Dolayısıyla sadece ve münhasıran doğru bilgiyi bizi Allah rızasına ulaştıracak bir vasıta olarak görmek zorundayız, böyle görerek buraya gelmek zorundayız. Ben böyle görerek konuşmak zorundayım, siz böyle görerek dinlemek zorundasınız. Efendimiz’in (sav) özellikle ilim öğrenimi konusunda çok vurucu ikazları var. Alimlere bir övünç vesilesi ya da cahillere hava atma vesilesi ya da birilerine riyakârlık, gösteriş yapma vesilesi kılınırsa bir ilim, bir insan bu gibi amaçlarla ilim öğrenirse, Efendimiz (sav) buyuruyor ki; “ O ilmin onu götüreceği yer ateştir, cehennemdir.” Aman ha bizde bir arıza görürseniz lütfen ikaz edin, birbirinizde bir arıza görürseniz lütfen ikaz edin, lütfen diyorum ama bu lütuf değil bu ısrar anlamında bir lütfendir; lütuf olarak değil, bir kardeşlik görevi olarak bunu yapmak zorundayız. Az önce dedim ya, niye öğreniyoruz; bu mesele üzerinde çok durulmamış. Bir meseleyi herkes öğreniyor, öğrenmeye çalışıyor, böyle bir akım var, böyle bir cereyan var, böyle bir gidiş var, herkes bir yere doğru akıyor. Japonya’da senede bilmem kaç milyon kitap basılır satılır okunurmuş, Azerbaycan’da bilmem ne kadar gazete basılırmış, biz okumayan bir toplumuz. Evet okuyalım da niye okuyalım?
Belki buradaki bir tashih-i niyet arızası dolayısıyla beklenen, umulan neticeyi göremiyoruz. Niyet çok önemlidir. Ulemadan birisi diyor ki “Efendimiz’in (sav) iki tane hadisi var ki, bütün dünya ve ahiret umurunu Efendimiz (sav) bu iki hadiste toplamıştır. Bunlardan dünya ile ilgili olan “Kim bizim dinimizde, emrimizde olmayan bir şey ihdas ederse o ihdas ettiği şey merduttur” hadisidir. Öbürü de niyet hadisidir. Şimdi bu iki rivâyet arasında gerçekten hayatî bir irtibat var. Yani bir insan bu dinde olmayan, selef-i salihînde görülmeyen bir yaklaşım tarzıyla size İslâmî ilimleri bile öğretse, o yaptığı iş merduttur, netice hâsıl etmez ve o doğrudan niyetle bağlantılı bir problem haline gelir. Bu ne demek? Bu şu demek: Allah-u Alem bir insan yanlış bir şeyi doğru bir niyetle yapamaz, yanlış bir şey doğru bir niyetle yapılmaz, yani bidat bir iş benim niyetim hâlis, ben münhasıran İslâm’a hizmet için yapıyorum bunu!.. Ama yaptığım iş bidat ise, bu, netice hâsıl etmez. Doğru biçimde yapmak zorundayız ve doğru niyetle yapmak zorundayız.
Önümüzdeki seminerlerde bid’at meselesi üzerinde durmak istiyorum. Aslında hayatımızı kuşatmış bir şey bu bid’at. Efendimiz’in (sav) uyarıları asr-ı saadet’ten itibaren sahabede ve selefte çok temel bir yer tutmuş, merkezi bir yer tutmuş bidat meselesinde. Hatta Abdulgani en-Nablusî diyor ki “Bir insan bir sünneti yerine getireceğim derken hatta bir sünnet-i müekkedeyi yerine getireceğim derken bidate düşme tehlikesi olsa o sünnet-i müekkedeyi terk etmelidir.” Bu çok önemli bir tespit.
Bizim şu anda hayatımızda fikriyatımızda pek çok bidat aktif halde, faal halde icra-i faaliyet ediyor. Belki temel yönelimlerimizin bizatihi kendisi bidatlerle örülmüş durumda fakat bunu fark etmiyoruz, fark edemiyoruz. Bid’at şuuru hayatımızdan çıkmış gitmiş durumda. Bid’at şuurunu yeniden ihya etmek zorundayız. İslâm adına üretilmiş pek çok fikir, pek çok ideoloji, pek çok yaklaşım bizatihi bid’at. Fakat hayatımıza öyle bir girmiş ki, sorgusuz sualsiz onu kalbimize, bilincimize öyle bir misafir etmişiz ki, bid’at bir yönelimle gidiyoruz, farkında değiliz. Kısmet olursa bundan sonraki süreçte “Nasıl bir Kur’ân anlayışına sahip olacağız, Kur’ân bize ne söyler, hayatımızda nerede durur, onun bizde netice hâsıl etmesi ne sûretle olur.”
Bu meseleleri bir kaç seminer boyunca işleyeceğiz.
Not: Dâru’l-Hikme de verilen konferanstan alınmıştır.