FEYZ: Efendim, yakın zamanda gerçekleştirdiğiniz Rusya seyahatinizden bahseder misiniz?
Rusya seyahatimizde uzun bir tren yolculuğundan sonra Sibirya'ya ulaştık. Hava çok soğuk ve uzun bir yolculuktan sonra yorgun argın ulaşabildik. Bizi oradaki Müslümanların sıcak karşılaması ise görmeğe değerdi. Burada 200 sene önce yapılmış bir cami yeniden yapılıyordu. Cami yanında büyük bir külliye yapıldı. Çalışmalarımızı yerinde görmek için buraya kadar geldik. Yapılan bina dört bin beş yüz metrekare bir alan üzerine kurulmuş büyük bir külliye.
Bu bölgede yapılan faaliyetlerden rahatsız olmuş Rus yetkilileri ve devamlı gözlem altında tutmuşlar. Fakat bir yıl sonra şehirdeki suç işleme oranlarının düşmesinden memnun olacaklar ki desteklemişler.
Bu vesile ile Rusya'daki Müslümanlar adına İslam Konferansı Örgütüne gözlemci düzeyinde katılmışlar. İslam bu topraklarda yayılıyor. Ben onları samimi Müslümanlar olarak gördüm. Şimdilerde burada her gün 15-20 kişi Müslüman oluyor. Caminin kapısından çıktık, kısa bir mesafe yürümüştüm ki, bizim on altı on yedi yaşlarında iki tane genç çocuk birbirleri ile münakaşa yapıyorlardı. Yeni Müslüman olmuş genç diğerine konuşuyor, kendisi de dün Müslüman olmuş, bugün birisini Müslüman yapmaya çalışıyor. Selamün Aleyküm, dedim, Aleyküm Selâm, dedi. Bunlar Tataristan'dan gelmişler, Azerbaycan'dan gelmişler, Türkçe de biliyorlar. Sen nerelisin dedim. O bana Elhamdulillâh Müslümanım, dedi. Ben ona soruyorum Rus musun, Tatar mısın, Azerî misin, Türk müsün, o doğrudan doğruya ben Müslümanım elhamdulillâh, diyor. İyi, aferin, dedim. Bana yanındakini göstererek "Bak bu daha kâfir" dedi. Oğlum yüzüne karşı öyle deme dedim. O çocuk da hemen söze girdi ve "Müslüman olacağım dedim ya sana…" dedi. "Oğlum Kelime-i Şehadet getirinceye kadar kâfirsin," demeye kalmadan hemen ekleyiverdi daha sözünü bitirmeden arkadaşı. Konuşmaya devam ederek hükmü koydu "Kelime-i Şehadet getirdinmi o zaman Müslüman olursun." İnsanların öyle sert bir suyu huyu var. Ben o lafları işiten çocuk mahcup olmasın diye o soğukta başımdaki takkeyi çıkarttım onun kafasına geçirdim. Çocuk yatarken kalkarken günlerce takkeyi çıkarmamış kafasından, iki üç ay sonra haber geldi ki o çocuk Müslüman oldu, adını da "Kasım" koyduk.
Şu anda Türkiye'de sadece Bereketzade ile olacak şey değil bu. Allah (Celle Celalühü) hizmet edenlerin hepsine yardım etsin. Yakında Rusya din olarak İslamiyeti resmen din olarak kabul edecek, herkes istediği şekilde ibadetini yapacak. Bu söylediklerim yakında gerçekleşecek, işte o zaman bize eğitimli hoca gönderin diye taleplerle gelecekler. Türkiye'deki 70 milyonun 35 milyonu hafız, hoca olsa yetmez, öyle büyük bir nüfusa sahip Asya Kıtası. Büyük bir potansiyele sahip... Şimdi bak Avrupa Avrupa derken Rusya açtı pencereleri ticari olarak, 500 bin ton tavuk istiyor. Orada tavuk işi olunca Tarsus'taki Mısır üreticisinin de yüzü gülüyor. Anadolu bütün üretimini Ortadoğu'ya ve Asya pazarına satabilse ne patates kalır ne soğan kalır üreticinin elinde. Neler oluyor dünyada…
FEYZ: Türkiye açısından Rusya'daki gelişmeleri değerlendirir misiniz?
Ben Rusya'dan geldiğim zaman dedim ki Allah inşallah Rusya'yı Müslüman eder de Türkiye'nin kapısı oradan açılır. Şimdi Türkistan, Kazakistan ondan sonra bazı devletler hepsi vizeyi kaldırdı. Osmanlı İmparatorluğu da aynen böyleydi. Biz Saray Bosna'ya gittik, adamlar Müslüman, beş vakit namazlarını kılıyorlar, ama Boşnakça konuşuyorlar. Makedonya'ya git, Müslüman Arnavutlar Arnavut'ça bilmem ama aynı camide namaz kıldık ve anlaştık onlarla... Filistin'e gittim, Müslüman Araplarla biraz Kuran aşinalığımdan dolayı anlaştık, beni Kürt eşrafından bir ailenin düğününe davet ettiler. Baktım ki bizde bile ön yargılar var, ne kadar samimi ve saygı ile bana davrandılar, el üstünde tuttular. Gelin hanım nereli dedim Rizeli dediler. Onlara siz açılımı yapmışsınız zaten dedim. Hepimiz gülüştük ve neşelendik. Dünya huzur ve saadet istiyor. Kürt fark etmiyor, tevhide inanmış, mesele tevhide inanmak… Onun için herkes bir çaba içerisinde. Maalesef ırkçılık bizi yıkıyor, İslam ise bizi kaynaştırıyor.
Diyanet İşlerine gittiğimde, oradaki yetkili kişilerle tanıştık. Ben tahmini olarak 38- 40 sene görev yaptım. Görevde iken ben de diyanet mensubu olduğum halde diyanete nasıl gidilir, yolunu bilmiyordum. Çünkü çekiniyorduk diyanetten… Kapısına gittiğimizde bir pundumuzu bulurlar da ayağımızı kaydırırlar diye. Şimdi emekli olunca daha çekinmiyoruz artık. Ama şimdi Diyanet İşlerine gittiğimde bu endişelerin yersiz olduğunu gördüm. Tabi onlar değişti… Ne muazzam çalışmalar yapıyorlar, hayran oldum. İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça gibi beş lisandan hoca yetiştiriyorlar. İşte böyle yetiştirmek lâzım, bunun içinde önemli zaman ve külliyetli para harcıyorlar. Öyle işler yapıyorlar ki; bir yere götürdüler beni, üç lisan üzerinden Kur'ân hazırlayan bir ekip. Bu Kur'anlar basılıp dünyaya dağıtılıyor. Kim rüzgârın önünü tıkarsa tıkasın, rüzgâr bu, geçer gider. İslam da aynen öyle yayılacak dünyaya. Onun için Allah daha çok kuvvet versin. Kastamonu'da diyanet görevlilerinin yetiştirildiği bir kurum var. Anadolu'nun çok vilâyetlerinden gelen hocalar orada kurs görüyor. Diyanet İşleri başkanı üniversiteden bir Profesör, İstanbul'daki büyük camilerde daha ehliyetli insanlar görev almaya başladı. Tabi yeterli değil. Büyük camilerde imamların diğer dilleri bilmeleri, hepsi olmasa da en azından böyle yetişmiş insanların olması gerekir. İmamlık bir geçim derdi için yapılınca, insan bu meslekte başarılı olamaz. İnsanı seveceksin, yardım etmeyi seveceksin, insanların hatalarına sabretmeyi bileceksin. İnsanların davranışları hususunda bilgi sahibi olacaksın, günümüzde ne diyorlar, insan psikolojisi diyorlar buna değil mi...
Camiler sadece namaz kılma yeri değildir. İnsanların sorunlarının çözüldüğü yerlerdir. Cemaatten biri namaza gelmediyse, acaba neden gelmedi, bir sorun mu var diyerek cemaatin ona koşması gerekir. Tabi burada imamların fedakârlık yapmaları lazım. Tabi hocam bizim durum zaten kötü diyen imamlara diyorum ki, fazla sesinizi çıkarmayın, şükredin, şayet çok para verseler imamlara, siz işsiz kalırsınız diyorum. Allah mihraba geçene yardım eder. Kimseye de muhtaç etmez. Ben evveliyatta mihraba geçmiş, sonra da o vazifeyi terk etmiş kişilerin başına gelen acı halleri gördüm. Ben bile birkaç defa niyet ettimse de sonra manevi ikaz aldım ve sabrettim. Elhamdulillah kimseye muhtaç olmadım. Bu Allah yoluna hizmet eden bir çok kişi için de geçerlidir. Herkes "bana ne!" derse olmaz, onun için bu meslek ilim sahibine ve ahlaklı insanlara çok güzel yakışır. Tabi şunu da bilmek gerekir ki, biz ne kadar söylersek söyleyelim, insanın içinden gelmesi gerekir. "Yaratılanı severim yaratandan ötürü" düsturu gereğince amel edecek insanlara ihtiyaç var. Bu da bir eğitim işi, ama maalesef bu konu göz ardı ediliyor. Efendimiz "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" diyor. İnsan cömertlik hadisi bilince ve bunu anlatınca cömert olmuş olmuyor. Vermek Efendimiz "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" diyor. İnsan cömertlik hadisi bilince ve bunu anlatınca cömert olmuş olmuyor. Vermek zordur, kendi ihtiyacın ola ola başkasına vermek zordan da zordur. zordur, kendi ihtiyacın ola ola başkasına vermek zordan da zordur. Nefs bunu kabul etmez. Sen nefsine muhalefet etmeyi bilmezsen, nefsi tanımazsan, nasıl olacak da insanlara cömertliği anlatacaksın. Bazen bizim buraya geliyorlar, "ruh doktoruna gittim" diyor. Ben de diyorum ki "Ruhu gören mi var, ruhu bilen mi var?", "Ruhu bilen gelsin meydana…"
Bunun yanında Arapçayı bilen ve konuşabilen imamların olması yine çok önemli. Böyle yaptığınız takdirde dininizi siz anlatırsınız siz temsil edersiniz. Ben bu yaşa geldim, bizim Cemil Hoca'dan Arapça dersi alıyorum. İlmin yaşının olmadığını göstermek için yapıyorum bunu. Beni görerek birçok insan da "demek ki bizde yapabiliriz" diye başladılar Arapça öğrenmeye… Vaktim olsa İngilizce de öğrenirim. Çünkü gençler yabancı dil bilmeyince, okullarını bitirince de bir kıymeti yok…
FEYZ: Kastamonu ziyaretiniz vesilesiyle Pir Şaban-ı Veli Hz.'nden de bahseder misiniz?
Pir Şaban-ı Velî Hazretleri'nin irşadı o dereceyi bulur ki, dâr-ı bekaya erinceye kadar üç yüz atmış halife yetiştirir. Şu anda Hz. Pir Külliyesi içinde medfundur. Kabr-i şerifleri, çok müzeyyen olmakla beraber, kabrinin etrafında kendinden sonra gelen, ondan fazla azizânın kabirleri, aynı kubbe altındadır. O cami etrafında yapılan yeni çalışmalar artarak devam etmektedir. Bu çalışmaları her zaman destekledik. Bundan sonra da desteklemeye gayret edeceğiz inşallah…
Yalnız benim dikkatimi çeken bir şey oldu, meselâ Konya'yı bir çekim yapıyorlar, çekimde nereyi gösteriyor, Mevlâna'yı gösteriyor, Şems-i Tebrizi'yi gösteriyor. Ankara'da Hacı Bayram Veli gösteriliyor. Geçen Kastamonu'da çekim yapmışlar. Gözüm Pir'in camisini aradı. Her yeri gösterdiler, bir Pir'i göstermediler. O çekimi yapanların ya oradan haberi yok yahut da daha henüz Hz. Pir'in varlığı orada halk tarafından iyice kabullenilmedi.
Herkes şeyhini metheder bak, kimse benim şeyhim namussuz, demez. Eğer şeyhi namussuzsa mürid de namussuzdur. Hazreti pirin makamında onun manevî derecesi de üstün. Sadece hazreti Pir'dedir hem insanlara hem cinlilere tasarruf. Cinlere mürşitlik yapmak ancak Pir-i Şaban-ı Veli'ye mahsustur. Onlardan da atmış tane halife yetiştirmiştir. Bazen geliyorlar buraya, cin demiyorlar da üç harfliler diyorlar. Ben de diyorum ki oğlum eğer sende cin işi varsa onu ben akşama iyi ederim, çünkü biz onlarla akrabayız. Söylerim, bırakın yakasını, derim…
FEYZ: Kastamonu evliya yatağı olması hasebiyle ne tür bir ayrıcalığa sahip? Biraz Kastamonu evliyalarından da bahsedebilir miyiz? İlim dünyasına katkıları nasıl olmuştur?
Bu konuda Kastamonu çok hizmete lâyık bir şehir. Kastamonu'da eskiden çok büyük âlimler yetişmiş, çok tarihi yerler var. Tarihi yerlerin üzerinde o tarih kurulmalı, yani kilise duvarının üzerine kilise yapılıyor, caminin yıkıldığı yere de cami yapıyorlar.
Ben her yıl en azından üç beş defa Kastamonu'ya giderim. Orada birçok tarihi yerler ve önemli mekânlar var. Onların tanıtılması ve gün yüzüne çıkartılması gerekiyor. Bir kere, âlimler adına kültür müessesesi kurulması lâzım, öbür tarafta bir arif zatın adına başka bir müessese kurulmalı. Yani insanlar zamanında medreselerde yatıp uyumak, yiyip içip yatmak için o kurumları kurmadılar. Onlar İslâm'a hizmet etmiş ve insan yetiştirmişler.
Milâdî 1512 senesinde vefat ettiği bilinen Veli Bin Osman Efendi, saat kulesi altında Abdürrezzak Camii bitişiğindeki aynı adlı türbede medfundur. Hoca Veli bin Osman hazretleri, Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Velî hazretlerinin hocalarından olup, kendisine icazet verdiği bilinmektedir. Hoca Veli bin Osman ki, tefsir ve hadis sahalarında mühim bir âlim olduğu bilinmektedir. Bu zatın ismi neden unutulsun, tefsir yazmış bir alim. Bu zatın adına bir müessese kurulmalı. Mesela o kurulacak yer, tefsir dersleri verilen bir yer olabilir.
Bu konuda Kastamonu'ya çok önceleri gelen kişilerden birkaç örnek verelim. Kastamonu merkezinde Nasrullah Câmii yakınında bulunan ve tekkelerin kapatılmasından evvel Kâdirî dergâhı olarak kullanılan Yılanlı Darüşşifası içindeki türbede medfun büyük bir zat var. Abdülkadir Geylanî hazretlerinin evlâdındandır. Kâdirî şeyhi olduğu bilinen Abdülfettâh-ı Velî'nin on üçüncü yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir. Bağdat'taki zulümden dolayı bin kişilik bir toplulukla Kastamonu'ya hicret ettiği bazı kaynaklarda anlatılmaktadır. Demek ki bu bölge bir cazibe merkeziydi, bir ilim merkeziydi o zaman. Bu zatların Anadolu'da İslam'ın yayılmasında büyük katkıları var.
Ali Senâî Efendi… Sırtlı Ebubekir Efendi'nin oğlu olan ve Kastamonu Semhiyye Medresesi müderrislerinden Ali Senâî Efendi de 13. asrın büyük âlim ve velilerindendir.
Mühim bir müfessir olan Ali Senaî Efendi tefsir, fıkıh usûlü, hikmet, kelâm, meâni ve mantık sahalarında üstad kabul edilmiştir. Nebe sûresine kadar tamamladığı bir de tefsir yazmıştır.
Maden Dede'nin asıl adı, Ebû Sâlih El-Müncî dir. Yine evliyânın büyüklerinden Yusuf Horasanî Hazretlerinin halifelerindendir. 12. yüzyılda hayatta olduğu bilinen Ebû Sâlih, Mâverâünnehir ulemâsındandır. Mâden ilmindeki ihtisası sebebiyle Maden Dede denmiştir. Çeşitli madenler keşfettiği, bunları devletin hizmetine sunduğu ve manevî sahadaki yüksekliği sebebiyle zamanın hükümdârı Hüsâmeddin Çoban'ın da kendisine Atabey Gazi câmiinde imâmet ve irşad hizmetini verdiği bilinmektedir. Şimdi siz böyle bir zatın adına bir ilim merkezi kurmazsanız o ismi yaşatamazsınız. Ben Anadolu'da birçok dağ başında eski maden ocakları gördüm. Madenleri işlemişler, yüzlerce yıllık bu eserler. Niçin kayıt altına alınmıyor. Ne yapar bu ilim adamları…
Seyyid Şeyh Mustafa Efendi 17. asır velilerinden, Resulzâde olarak da bilinen Mustafa Efendi, Aziz Mahmud Hüdâî Hazretlerinin halifelerindendir. Seyyiddir. Türbesi ve külliyesi (cami, kütüphane, tekke) Kırkçeşme mahallesindedir. Külliyenin bazı bölümleri virane halde iken, yakın zamanlarda imar edilmiştir.
Kastamonu, Anadolu'nun evliya denizi olduğu gibi, geçmişte önemli ilim merkezlerinden biri olarak da karşımıza çıkar. Yalnız tasavvuf ve medrese ilimleri sahasında değil, fen ilimlerinde de seçkin bir yeri vardır. Özellikle kendisi de önemli bir âlim olan Candaroğlu İsmail Bey, ilme ve ulemaya hürmeti, onları himayesi ve teşviki ile döneminde şehri büyük bilginlerin ilgi odağı yapmıştır. Fethullah Şirvanî de bu vesileyle Kastamonu'yu şereflendirmiş bir âlimdir.
15. Asır Osmanlı Döneminde Anadolu'da matematik, astronomi ve coğrafya öğretimini başlatan en önemli iki bilginden biri Ali Kuşçu, diğeri de Fethullah Şirvanî'dir. Fethullah Şirvanî ‘nin kabri ise Evrenye (Gemiciler) üzerinde Ayvat köyü'nde Şirvan mahallesindedir. Mahallenin ismini de bu zattan aldığı rivayet edilmektedir.
Kastamonu'nun sembolü haline gelmiş Nasrullah Camii-i şerifinin de bânisi olan Kadı Nasrullah Efendi, 15.-16. yüzyıllarda yaşamış önemli âlimlerdendir. Karamanlı müderris Yakub Efendi'nin oğludur. Şakaik-ı Nu'maniye'de kendisinden, " Hazırcevaplık ve nüktedanlıkta Nasreddin Hoca, dünyevî işlerde İbn-i Sina gibi idi." diye bahsedilmektedir.
Kastamonu'da ve İstanbul'da müderrislik, İstanbul, Manisa, Diyarbakır ve Belgrad şehirlerinde de kadılık yapmıştır.
Bu ismini zikreddiğimiz zatlar devlet adamı, tefsir yazacak kadar ilmi olan âlim, asronomi ve fizik gibi müsbet ilimlerle uğraşan bilim adamları, halkı meslek sahibi yapan insanlar, fakirlere kol kanat geren, onları doyuran insanlar… yetmedi devletin bekası için gereğinde savaşan insanlar…
Şimdi kendini bilmez cahil, "âlimim!" diye televizyona çıkıp utanmadan, "tarikatlar uydurmadır" demek cüretini kendinde buluyor. Anadolu'daki bunca cami, medrese ve dergâhlar ve bunların yaptığı hizmetler, yazdıkları eserleri sen nasıl inkâr ediyorsun? Hangi akıllı bu senin söylediğin saçmalıklara inanır. Hatta daha da ileri giderek İbrahim Ethem -Hazretleri de demiyor- İbrahim Ethem'in yakasında bin tane bit vardı, diyor. Ben de Manisa'da Yiğitbaş Ahmet Efendi'nin orada bir televizyon çekimi yaptım, ona cevaben dedim ki; " Yahu sen ne biliyorsun İbrahim Ethem Hazretleri'nin yakasında bin tane bit olduğunu, saydın mı? İbrahim Ethem Hazretleri ayağa kalksa senin yüzüne tükürür. Bu insanlar mesnetsiz, art niyetli ve milletin kalbini bulandırmayı kendilerine şiar edinmiş insanlar…"
Osmanlı zamanında bir Yiğitbaş Ahmet efendi diye bir zat var evliyânın büyüklerinden. Halvetiyye tarîkatında "orta kol" olarak bilinen Ahmediyye şûbesinin kurucusu. 1435 yılında Akhisar'ın Göl Marmarası veya Marmaracık adı ile bilinen köyünde doğmuş bu kişi. Babası Îsâ Halîfe, Halvetiyye şeyhlerindendir. Halk arasında Yiğitbaş Velî diye meşhûr olmuştur. Manisa'da tahsil yapmış, ondan sonra Bursa'ya gitmiş, Bursa'da müderris olmuş ve onun kurduğu tarikat Halvetiye'nin bir kolu, işte Ramazaniye, Cerrahiye ondan sonra Şakiriyye gibi bir çok kollar kurulmuş onun talebeleri tarafından. Bu adam ilim erbabı, bu adam müderris. Ahmed Şemseddîn Hazretleri Manisa'da hocasının isteği doğrultusunda talebeler yetiştirmekle meşgûl olmuş. Ancak bu sırada Şâh İsmâil de, Ehl-i sünnet îtikâdını, müslümanların Peygamber Efendimizden gelen doğru inancını yıkmak için harekete geçmişti. Bu gâye ile Anadolu'ya "dâî" adı verilen halîfeler göndermiş, sahte şeyhler eliyle bozuk ve yanlış tarikatlar kurdurmuş. Ayrıca Antalya'dan Bursa'ya kadar pek çok yerde isyanlar çıkartarak, halkı silâh gücü ile de sindirmek istemişler. Yani karışıklık had safhada idi. Öyle ki bu sahte şeyhler Osmanlı merkezine kadar sızdılar. İstanbul sahte şeyhlerle doldu ve halk kime inanacağını şaşırıyor.
Sofi pâdişâh İkinci Bayezîd Han, sahte tarîkatlerin ayıklanarak kapatılmasını ister. Böylece halkın yanlış inanışlara kapılıp Ehl-i sünnet îtikâdından uzaklaşmasına mâni olmak üzere harekete geçer. Kurulan bir mecliste şeyhlerin imtihana tâbi tutulmasını ister. Bu düğümü çözmek için de Ahmed Şemseddîn Hazretlerini Manisa'dan İstanbul'a dâvet eder.
Ahmed Şemseddîn Hazretleri derhal bu ulvî görevi kabûl edip İstanbul gelir. O gün Ahmed Şemseddîn Hazretlerinin tuttuğu Kuran ve sünnet ölçüsüne göre imtihan eder. Hak ve doğru yolda bulunan şeyhler rahatlıkla geçerken, sahteleri mahcup ve perişan olurlar. Tekkeleri kapatılır ve yaptıkları işten men edilirler. Ahmed Şemseddîn Hazretlerine, imtihan sırasında gösterdiği kemâl, dirâyet ve olgunluk sebebiyle "Yiğitbaşı" lakabı verilir. Pâdişâh çok hoşnut kaldığı ve takdir ettiği bu büyük velîyi hediyelerle taltîf etti. O ise bu hediyelerin tamamını fakirlere dağıttı. Yiğitbaş Ahmet Efendi bütün sahte şeyhlerin sarıklarını toplayıp kayıkla Marmara'ya attırdı. Bütün denizin üstü sarıklarla doldu. O günkü müderrislerle bu günkü müderrisler de bir değil. Bugünde bir yiğitbaşı'na ihtiyaç var bu bir gerçek. Bir yiğitbaş çıksa yine Marmara sarıklarla cübbelerle dolar bu gün fazlası bile var. Bazı şeyh geçinenler Mehdi'den bahsediyor İsa'dan bahsediyor. Bende onlara haber gönderdim sakın ha onlardan bahsetmeyin O gelince önce sizin altınızdan postunuzu alacak, durumunuz tehlikede dedim. Osmanlıda denetim vardı kontrol vardı. Osmanlı tarihini bilmeden yapılan yorumlar isnatsız ve mesnetsiz oluyor. Onun için tarih yeniden canlanırsa Türkiye'de yeniden ihya olur. Bunlara da çalışmak lâzım, yılmamak lâzım. Ben bir çok önemli temeller attım. Bir çok önemli başlangıçlarda bulundum, "yapılmaz bu" dediler, ama yapıldı. Şimdi bizden ilham alan bir çok kişi fazlası ile yapıyor. Bunları anlatmaya gerek yok.
Konumuza dönecek olursak tarikatlar insanlara sadece zikir yaptırmak için kurulmadı. Terbiye vermek için kuruluyordu, sanat öğretmek için kuruluyordu, ilim öğretmek için kuruluyordu, ahlak öğretmek için kuruluyordu. Bugün ahlak öğretiliyor mu? Sadece öğretim yeterli değil. Ne bilgisi verirseniz verin önce edep gelir. Yunus Emre "Ehl-i irfan meclisinde aradım, kıldım talep. İlim geride kaldı, illâ edep illâ edep" diyor. Yani Hazreti Pir'in pir olduğuna inanıp, bir mürşid olduğuna inanıp, onun bir Allah Dostu olduğuna inanıp da oraları hor kullanmanın iyi olmadığını her Müslüman bilmeli…
Biz küçükken, siz de yapmışsınızdır, böyle büyük büyük sinekler vardı. Onları yakalardık, arkasına saman çöpü sokardık. Şimdi sinek havalanır ama istediği istikamete gidecekken arkasındaki çöp bir dümen vazifesi görür onu istediği yönün dışında başka bir yere götürürdü.
Bugünkü tasavvufu da aynen bu şekle çevirdiler. Bu işin içerisinde Siyonizm teşkilâtı da var, bu işin içerisinde münafıklar da var, bu işin içerisinde zalimler de var. Tarikatların, hizmet eden müesseselerin arkasına bir çöp sokmuşlar, istedikleri yöne çeviriyorlar. Tarikat kendi mecrasında istedikleri yöne giderken, içlerinden bazıları dümen kıvırıyor istedikleri yöne çeviriyor.
Şimdi türbelere gelenler de bi acayip. Hemen hemen bütün türbelere gelenler aynı. Kim yaptıysa bu bidatleri yaymış; "hey mübarek bizim kız 35 yaşına geldi, koca bulamadı, sen şuna bir koca versene." Öbürü geliyor, "yarın biz maça çıkacağız bize bir gol ver" diyor. Arkadaş sanki Hazreti Pir orada çelik çomak oynayan birisi gibi, şirke giriyorsun, küfre giriyorsun haberin yok…
Yani bugün Türkiye'deki türbelerin aslından çıkıp, aslını bozup sanki bir yerde bu işi putperestlik gibi bir hale çevirmeleri kabul edilir bir şey değildir. Bu günkü tasavvuf ehlinin yaptıkları bir çok şeyi de kabullenmek mümkün değildir. Onun için ben diyorum ki Pir-i Şabanı Velinin üniversitesi olması lâzım. Eğer onu seviyorsak, üniversitelerde Hazreti Pir'in bir kürsüsü olması lâzım. Ben Hazreti Pir'i öyle seviyorum ve ona öyle çok değer veriyorum. Bu insanların anlaşılması için bu söylediklerimin hayata geçirilmesi ve vakıf üniversiteleri kurulması lazım… Bu çalışmalar yapılmadan bu konudaki dedikoduların önüne geçmek mümkün değil.
FEYZ: Dünyayı dolaştık, Kastamonu'ya uğradık. Şimdi de İstanbul'a dönüyoruz. İstanbul'daki hizmetlerinizden, özelde Bereketzade Vakfı'ndaki eğitim hizmetlerinizden de bu vesileyle bahseder misiniz?
Eğer bir kişi ahlaklı ve terbiyeli yetişmişse, karşısına gelene "Bey amca gel otur, bir isteğin mi var, niye böyle mahzun duruyorsun ki... Ben halka hizmet için geldim, ben de halktanım, derdini rahat anlat." diyor. İşte vatana ve millete hizmet böyle vicdan sahibi kişilerle olur. Yani hizmet böyle olursa memleket o zaman kurtulur. Bizim davamız milletimizin hem ülkemizde hem de dünyada hor ve hakir görülmemesi. Benim reis-i cumhurlukta gözüm yok, başbakan da olamam, siyasî bir partinin üyesi de olamam, benden başka ne olur derseniz, benim de bir isteğim var tabi ki… Allah Dostlarından çoğu ölümüne bir ay kala, bir hafta kala Peygamber Efendimizi rüyasında görürmüş. İnşallah biz de onlardan oluruz. Benim bundan sonra heves edeceğim iş bu. Ne yapacağım dünyanın makamını mevkisini, zaten yaşım gelmiş.
Geçen sene talebelere burada burs vereceğiz, seçiyoruz önceden bakıyoruz boyuna posuna, baban ne iş yapıyor? Şu işi yapıyor. Sen ne iş yapıyorsun? Şu işi. Bundan hayır çıkar, yaz oğlum. Şimdi bir de bu seyyahlar var ya, tebligatçılar!... Orada da iki kişi oturuyor. Şöyle yaptı, "boşuna veriyorsunuz bu bursları, boşuna boşuna, esas davaya yardım edin" dedi. Neymiş dava? Hindistan'a gideceğiz de orada Müslümanlığı anlatacağız!.. Oğlum, televizyon var, otur televizyonun başına anlat dünyaya. Hemen "Bunlar evde namaz kılıyor mu sordunuz mu?" dediler!.. Ben de oradan sen sen sen gel oğlum dedim. "Nerelisin?" Yozgat. "Sen nerelisin?" Tokat. "Sen nerelisin?" Çorum. "Haa oğlum dedim, cenabet olduğunuz zaman yıkanıyor musunuz?" deyince, ne diyorsunuz hocam dediler, biz Müslümanız, yıkanmadan olur mu? "Sizin Müslümanlığınız bu kadar yeter bana" dedim. "Sonra ilerde inşallah kılarsınız namazlarınızı, gencin bu kadarlık imanı bana yeter" dedim.