İnsan özel yaratılmış, yaratılışında hikmetler olan özel nitelik ve yetenekli varlıktır. Aynı zamanda insan küçük kâinat olabilecek kadar komplekstir. İnsanın gerçek anlamda varlığından söz edebilmek için, manen ve madden ne derece varlığını ortaya koyduğuna bakmak gerek. Allah'u Teâlâ kâinatta var olan her şeyi bir düzen, nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Bu düzeni kuran ve yöneten mutlak güç olan Allah'u Teâlâ kozmik bilime de ışık tutmuştur. Kozmik bilincin felsefi bilinçten farklı olarak asıl üzerinde durduğu, evrende var olan bu müthiş dengenin ve bu dengeyi yönetenin varlığını hatırlamak ve yaratıcılık boyutunu tefekküre dönüştürmektir.
Felsefik düşünce ve inanışlarda epistemoloji dediğimiz bilginin kaynağı akıl, deney, insan ve felsefik yorumlara dayandırılarak, vahiy akıl düşünce merkezini yok sayar. Oysa manevi hayatta, kişinin dengeyi istemesi fikri bir değerdir. Akıl ve içsel değerler de bu dengeyi arar. Aklın yönlendirilme merkezine göre ya tatmin olur, ya da yeni tatminlere yelken açar. İşte bu noktada ayrılıklar görülür. Çünkü akıl neyi baz alacak sorusu sorulur. Akıl vahyi baz alırsa; gönül ve akıl fıtrata uygun hareket eder ve bu refleksle kişi ruhsal dinginliğe ve hakikati bulmaya doğru ilerler. Akıl felsefik görüşlerdeki gibi maddeyi yani deneyi ya da ne idiği belirsiz üç beş filozof kimlikli şahısların yorumunu baz alırsa gönülde sapmalar olur. Denge merkezinden uzaklaştıkça kişi hakikati bulamaz. İnsanlardaki sapmaların nedeni genelde epistemolojiktir. Yani bilginin kaynağı meselesi ile ilgili. Şeriat ve onun getirdiği hakikatler, vahyi bilgiye dayandırırken, filozoflar için öncelik bu değildir, akıl ile gerçeğe ulaşmak isterler. Oysa beyninin çok küçük bir kısmını kullanan insanoğlunun sadece akılla gerçeği anlamaya çalışması komik bir duruştur.
İnsanı bu boş malayani şeylerden kurtarıp yaratılış amacına uygun yaşamasını sağlamak, maddi gözle görülmeyen bu fikriyatı mana gözüyle görmesini sağlamalıdır. Vahiyle ters ilişki, dinsizlik, reenkarnasyon gibi çıkmazlara insanları sürükleyen menfi güçler, kainat kitabındaki bu müthiş dengeyi karalamaya çalışmaktadır. Kur'an, kâinat ve insan; hepsi dengededir. Dengeyi bulmak hakikattir. İnsan özel yaratılmış, yaratılışında hikmetler olan özel nitelik ve yetenekli varlıktır. Aynı zamanda insan küçük kâinat olabilecek kadar komplekstir.
İnsanın gerçek anlamda varlığından söz edebilmek için, manen ve madden ne derece varlığını ortaya koyduğuna bakmak gerek. Allah'u Teâlâ kâinatta var olan her şeyi bir düzen, nizam ve intizam içinde yaratmıştır. Bu düzeni kuran ve yöneten mutlak güç olan Allah'u Teâlâ kozmik bilime de ışık tutmuştur. Kozmik bilincin felsefi bilinçten farklı olarak asıl üzerinde durduğu, evrende var olan bu müthiş dengenin ve bu dengeyi yönetenin varlığını hatırlamak ve yaratıcılık boyutunu tefekküre dönüştürmektir. Felsefik düşünce ve inanışlarda epistemoloji dediğimiz bilginin kaynağı akıl, deney, insan ve felsefik yorumlara dayandırılarak, vahiy akıl düşünce merkezini yok sayar. Oysa manevi hayatta, kişinin dengeyi istemesi fikri bir değerdir. Akıl ve içsel değerler de bu dengeyi arar. Aklın yönlendirilme merkezine göre ya tatmin olur, ya da yeni tatminlere yelken açar. İşte bu noktada ayrılıklar görülür. Çünkü akıl neyi baz alacak sorusu sorulur. Akıl vahyi baz alırsa; gönül ve akıl fıtrata uygun hareket eder ve bu refleksle kişi ruhsal dinginliğe ve hakikati bulmaya doğru ilerler. Akıl felsefik görüşlerdeki gibi maddeyi yani deneyi ya da ne idiği belirsiz üç beş filozof kimlikli şahısların yorumunu baz alırsa gönülde sapmalar olur. Denge merkezinden uzaklaştıkça kişi hakikati bulamaz. İnsanlardaki sapmaların nedeni genelde epistemolojiktir. Yani bilginin kaynağı meselesi ile ilgili. Şeriat ve onun getirdiği hakikatler, vahyi bilgiye dayandırırken, filozoflar için öncelik bu değildir, akıl ile gerçeğe ulaşmak isterler. Oysa beyninin çok küçük bir kısmını kullanan insanoğlunun sadece akılla gerçeği anlamaya çalışması komik bir duruştur.
İnsanı bu boş malayani şeylerden kurtarıp yaratılış amacına uygun yaşamasını sağlamak, maddi gözle görülmeyen bu fikriyatı mana gözüyle görmesini sağlamalıdır.
Vahiyle ters ilişki, dinsizlik, reenkarnasyon gibi çıkmazlara insanları sürükleyen menfi güçler, kainat kitabındaki bu müthiş dengeyi karalamaya çalışmaktadır. Kur'an, kâinat ve insan; hepsi dengededir. Dengeyi bulmak hakikattir.
Her şeyin, güç ve kuvvetin Allah'ın olduğuna, başka hiçbir şeyde güç ve kuvvet olmadığına iman etmekle imandaki denge kurulur ve hakiki iman elde edilir. Hakiki iman, fiziki, sosyal, manevi dengenin oluşmasında motor güçtür.
Davranışlardaki denge, sosyal hayattaki denge, manevi hayattaki denge ancak Kur'an ve sünnetin, Allah'a imanın her alanda yaşanmasıyla mümkündür. O halde insanın; sevinç ve korku, gayret ve hırs, gıpta ile haset, korku ile ümit, öğrenme ve öğrendiklerini hayata geçirme, bilgi – bilinç, duygu duygusallık arasındaki dengeyi yakalaması için manevi dengeyi yakalaması gerekir.
Bugün bilim insanda dört denge unsurundan bahsediyor. Biyolojik, psikolojik, ruhsal ve zihinsel dengeler. Bizim motor gücümüz iman olduğuna göre ruhsal ve psikolojik dengenin tam sağlanması durumunda, diğer denge merkezleri buna eşlik eder. Çünkü iman, her dengeye iman eden aynı zamanda fikri bir değerdir. Allah'u Teala Kur'an-ı Kerim'de insan psikolojisine önem verdiğini açıkça gösterir. Müminûn Suresi 97. Ayet, Hicr Suresi 56. Ayet, Rad Suresi 28. Ayetlere bakıldığında insanı motive edici, psikolojisini düzenleyici olduğu görülür. Allah'u Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de sırat-ı müstakimden, orta yolculuktan bahseder. Tefrit ve ifrat noktasında olmaktan insanları sakındırır.
Bu, aksiyon boyutunda insanın hayatını şekillendirmesinde çok önemlidir. Mümin vakar sahibidir, gururu sahiplenmez. Tevazu sahibidir, zillete düşmez. Mümin hüzünlenir, kasvetlenmez. Nasıl ki çok cesaretli birinin, yoldan hızla geçen arabanın önüne atlaması aptallık sınırında ise, manen de Allah, kitabında her şeye bir ölçü ve sınır koymuştur. Allah aşırıya gidenleri sevmez. İşte kişiye düşen, belirtilen sınırlar dairesinde ve müspet iç itmeleriyle -ki biz buna fıtrat diyoruz- dengeyi kurmasıdır. Kişinin en büyük psikolojik rahatsızlıklarının sebebi, bu dengeli yaratılışla bir dengeyi yakalayamamasıdır. Ve bu da beraberinde psikosomatik dediğimiz, kökeni psikolojik olan birçok fiziksel rahatsızlığı beraberinde getirir. Zaten ahlaki dengeyi yakalama özürlü olan insanımıza bir de alelade ahlaksızlıklar gösterilip, yetmezmiş gibi ahlaksızlığın avukatlığı yaptırılarak sunulması, büsbütün kafaları ve içsel dengeleri "çorba" yapmıştır. Böylelikle duygusal kaosa insanları sürüklemektedir. Bu konuda Kur'an ve hadislerle Allah'u Teâlâ ve peygamber efendimiz "Kötülüklerinizi meşrulaştırmayın" diyor. Efendimiz ise "İşlediği günahları açığa vuranlar dışında ümmetimin tamamı affedilmiştir ." buyuruyorlar. Böylelikle menfi güçler empoze ettikleri dengesizlik sayesinde, bizlerin affedilme şansını da daraltmaya başlamışlardır. Her günah bir dengesizlik olduğu gibi, meşrulaştırma sayesinde dengesizlik halkası her geçen gün büyümektedir.
Allah kuluna çok değer vermesine rağmen, kulun egoları ile kendi dengesini kurmaya çalışması ne boş ve hayırsız bir iştir. Bu "Ben varım"ın yanlış ölçüsü ve dengesizliği olan, temeli hiçbir yere dayanmayan bir paradokstur. Buradaki denge Allah'ın rızasıyla var olma bilincidir. Her insanın parmak izi birbirinden farklı ve orijinal olduğu gibi, şahsiyet ve ruhlar da o kadar orijinaldir. Günümüzde bu orijinalliğin farkına varamayan, Hz. İnsan olduğunu algılayamayan insanın bir de yetmezmiş gibi marjinal olma fikri devreye girince, hem şekil hem de fikriyat anlamında bir sürü ucube tip ortaya çıkmaktadır. Asıl orijinal ve bu marjinal olmayı, dengede yakalamak önemli. Örneğin tıpta okuyan bir insanın doğal olarak doktor olması beklenir. Kişinin kalkıp da hiç alakası olmayan bir meslekle uğraşması onun bocalamasına ve mutsuzluğuna zemin hazırlar. Kulluk da tıpkı bunun gibidir.
Kişi kul olma sıfatıyla donatılmış ve yaratılmıştır. İnsan bu fıtri değerleri yok gibi sayarak kul olma bilincinden uzaklaştığı için bocalamalar, sendelemeler ve bunalımlar yaşar.
Görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz asıl gerçek, maddeye güç ve anlam veren Allah'u Teâlâ'nın her alandaki tasarrufu ve dengesidir. Göz görmez, ayak yürümez, ya da dil tad almaz, çünkü vücudu oluşturan Proteinlerin, Karbonhidratların, minerallerin ne görme ne duyma ne tad alma yetenekleri vardır. Maddenin ötesindeki bu hikmetler de yaratıcı olan Allah'u Teâlâ ile kurulan bağdan ileri gelir. Her şey Efendimizin " Ya Rabbi bana eşyanın hakikatini göster" sözündeki deruni anlamda gizlidir. Görünen her şey sahtemidir ki? Allah'u Teâlâ " Ben malı istediğime, ilmi ise isteyene veririm" buyuruyor. Gerçek anlamda ilmi anlamak terakkiye bağlıdır. Tefekkür de bu ilim boyutunu meşrulaştırır ve kişiyi denge merkezi olan kulluğa taşır.
Allah'a ulaşmayan ve Allah'la bağdaşmayan hiçbir denge meşru bir denge değildir.