Sosyoloji bölümünde lisans öğrencisiyiz. Hocalarımızdan birisi derslerde yeri geldikçe ateizm propagandası yapıyor. Ama sempatikliğini kullanan bir adam! Sınıfımızda bir cemaat mensubu (!) tipik bir öğrenci arkadaşımız var. O da hiç ama hiç sıcak ve sempatik bir tavır sergilemiyor. En azından öğrencilere karşı Hoca ne zaman propaganda yapmaya başlasa bu çocuk hiç yerinde duramıyor. Hocanın sözünü keserek başlıyor anlatmaya;
—Hocam şöyle bir bakın! Ağaçlar, kuşlar, denizler, kelebeklerin kanatlarındaki nakışlar, böceklerin üzerindeki renk ve desenler, yerler, gökler! vs. vs.
Bunları büyük bir pişkinlikle dinleyen hoca; bazen kahkaha atıyor, bazen tebessüm ediyor, bazen de "Anlat oğlum, anlat heyecanlı oluyor! Eee sonra ne olmuş, başka ne var?" türünden alaycı ifadeler kullanıyor. Biz ise bu iyi niyetli fakat yanlış bir yöntem kullanan dolayısı ile verimsiz ve lüzumsuz tartışmaları dinlerken strese giriyor, geriliyoruz. Ancak bizi sinirlendiren hoca değil, bu öğrenci! Aptal çocuk! Gülünç bir duruma düştüğünün farkında bile değil. Bu durum hemen hemen her derste tekrarlanıyor. Sözü kısa keselim, arkadaşlarla aramızda bir karar aldık; bu hocanın dersinde bu çocuk bir daha kelebeklerden, kuşlardan, yıldızların güzelliğinden bahsetmeye başlarsa, hemen gırtlağına çöküp onu susturacağız. Sözümüz söz, bunu mutlaka yapacağız...
Günlerden bir gün yine ateist hocanın dersi… Hoca daha konuya girmemişti ki bu heyecanlı çocuk vızıldamaya başladı:
—Hocam şöyle bir düşünün! Gökyüzündeki yıldızlar, arının bal yapması, ana rahmindeki çocuk... Demeye kalmadı ki hep birlikte çocuğun üzerine çullandık; derken hoca araya girdi ve çocuğu elimizden aldı. Ortalık biraz sakinleştikten sonra hoca, bu arkadaşımıza nasihate başladı:
—Bak Kardeşim! Bir ateist olarak sana bir sır vereyim: Ateist olduğunu söyleyenlerin ontolojik bir problemi yoktur. Bizimkisi düpedüz psikolojik bir meseledir. Konu bir Tanrının varlığı/yokluğu değil, birilerinin niçin bunu kabul edip/etmediğidir. Benim var olan bir Tanrıyı, çeşitli itirazlar yükselterek yok etmem mümkün değil ki! Bizim psikolojik sorunlarımız var ve sen şu halinle bizim sorunumuzu daha da aşılamaz hale getiriyorsun! Bir kere iticisin oğlum! Şu haline bak! Suratsızın birisin! Yüzün turşu satıyor! Somurtkansın! Seni yalnızca ben değil arkadaşların da itici buluyor! Sempatik değil, antipatiksin! dedikten sonra bizlere dönerek şunu söyledi; "Çocuklar! İnsanların sizi sevmeden, sizin anlattıklarınızı sevmesi, -ne kadar etkili ve mantıklı konuşursanız konuşun- mümkün değildir!"
Konumuzu Berat dostumuzun bu hatırası üzerine kurduk. Gerçekten de olumlu ve hayırlı hizmetleri nedeniyle ismini belirtmek istemediğim bu cemaatin mensuplarında ben de bu eksikliği üzülerek müşahede ediyorum. Davranışlarında pozitif enerji ve sıcaklık yok. Jest ve mimikleri, beden dilleri, söyledikleri güzel sözlere eşlik etmiyor, edemiyor. Kendilerine uygun gördükleri bir kibir ve gurur makamında oturuyorlar. Ancak işgal ettikleri o sentetik makama gelirken gerilerinde kaç tane "fethedilmemiş kale" bıraktıklarının farkında bile değiller!
Somurtkan olanlar yalnızca bu mezkûr cemaat mensupları da değil! Şimdi hep onlara yüklenmeyelim. Babalarımız, annelerimiz, dedelerimiz ve din görevlileri sanki çok mu sevimliler! Onlar da suratsız, kaba ve görgüsüzler. Biz aslında onları sevemedik; yalnızca korktuk ve yaşlarından, makamlarından dolayı saygı gösterdik.
Allah Dostları ise sevgi ve merhametle yoğruldukları için gönlümüz hemen onlara akıyor. Onların yüzlerinden gülücük, tebessüm hiç eksik olmaz. Onları sevmemek mümkün değildir. Sevgi ve merhametin kaynağı ise hiç kuşkusuz Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizdir.
Güzel ahlak, başlangıçta kolay ele geçmezse de sonuç olarak kolaylıklara ulaştırır; Kolay algılama, kolay anlatma, kolay yaşama hatta hayatın sonunda kolay ölme vs. Kötü ahlaklı insan, hem kendisi hem de başkaları için hayatı çekilmez hale getirir. İşkence ve ızdıraplar içinde yaşar. Aslında zoru seçmiştir de haberi bile yoktur. Ahlaklı olmanın kısa vadede ve uzun vadede insana büyük kazanımları vardır. Lakin insanlar anlık menfaatlerine tevessül ederek kalıcı menfaatlerini göz ardı etmiş oluyorlar.
Bilimsel bir tespittir: Tebessüm etmek somurtmaktan daha kolay ve daha az enerji gerektiriyor. Bir tebessüm esnasında insanın yüzünde 17 kas kasılıyor, somurttuğumuzda ise toplam 43 kas kasılıyor. Daha çok kasın kasılması daha çok enerji tüketmek demektir. Ayrıca tıbbî olarak hastaların tebessüm etmeye başlaması, tedavinin iyi sonuç verdiğinin belirtisi olarak kabul edilmiştir. (Wheeler belirtisi) Tebessüm iyi ve sağlıklı olmanın bir işaretidir. Bitki ve hayvanların, okşanmaktan ve güzel sözlerden hoşlandığı da yine bilimin tespit ettiği gerçeklerdir. Kötü muamele ve kötü sözden de hoşlanmıyorlar.
"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et." (Ali İmran 159 )
Konu ateist bir hocadan açılmıştı. Şimdi de hidayete ermiş eski bir ateistin itiraflarını dinleyerek sohbetimize devam edelim. Ona sorular soralım ve cevaplarını alalım:
Bir ateistin gerçek sorunu nedir?
Dışardan bakıldığında varlık/yokluk meselesi gibi görünür ama temel sorun bu değil. Takınılan septik tavırların ardında psikolojik bir arka plan var. Dikkat çekmek, sevgisizlik, dışlanmışlık, kişilik arayışı, dinî ve ahlâkî sorumluluklardan kaçmak gibi şeyler.
Yani bir ateistle öncelikle dinî konuları konuşmaya gerek yok mu?
Ayrıntıya girmeye pek gerek yok! Asıl konuşulması gereken şey insanların neden inanmak istedikleri veya istemedikleri olmalı. Yoksa insan zihni, inanmak istediği şeye saçma da olsa delil bulmaya çalışıyor. Kendisini kandıracak ve avutacak kanıt kırıntıları da bulabiliyor.
Önceleri Allah'ın varlığı konusunda neler düşünüyordun?
Agnostik bir tavır sergiliyordum. Toplumda dikkat çekmek için netametli ve soyut konular bulmalıydım. Kur'an okurken, Allah'ın kendisi hakkında bilmediğimiz şeyleri söylememizin yine Allah tarafından yasak edildiğini gördüm. (Bakara 169) Tartıştığım şey zaten yasak edilmiş bir konuydu. Bu noktadan sonra kendime "neden inanmıyorum?" sorusunu sormak zorunda kaldım.
Nasıl bir cevap aldın?
Çok ilginç bir sonuçla karşılaştım: Aldığım cevabın ontolojiyle hiçbir ilgisi yoktu! Neden inanmıyormuşum biliyor musunuz? İnanırsam sorumlu olacaktım, dünyanın zevklerini yaşayamayacaktım, din adına hareket eden insanların birçoğunun pek de samimi olmadıklarını görüyor bende böyle mi inanacağım diyorum. Zararlı olduğunu bildikleri halde sigarayı bırakmak istemeyen hastalıklı insanlar gibiydim. Dinciler gibi saf görünmek istemiyordum. Ateistlik daha radikal geliyormuş bana meğerse. İnsanlar etrafımda "niye inanmıyorsun ki, bak şu şöyle, bu böyle" diye dönüp duruyorlar benimle sürekli ilgileniyorlardı. Kadınlarla/erkeklerle/insanlarla ilişkilerimi, bir de Tanrı gözeterek yani din endeksli yürütmek istemiyordum. Ahlak kurallarının kelepçesini kuşanmak çok ağır geliyordu. Tanrıya inanıyor görünmek işime gelmiyor, iş ve dünya çıkarlarımı zedeliyordu. Ben başarılı, aktif bir hayat yaşamayı düşünüyor ve inanırsam inancımın buna engel olacağını zannediyordum. İnanmamaya hiçbir delilim olmadığını tespit ettiğimde çok şaşırdım. Elim ayağım düştü, perişan oldum. Trajikomik bir durumla karşı karşıyaydım. Çünkü bu saydığım nedenlerin hepsi de psikolojikti! Elle tutulur bir delilim olmadan nasıl kendimi bile bile ateşin içine atarım?
Psikolojik olarak dindarlara karşı nasıl bir savunma mekanizması geliştirmiştin?
Evet, ateistliğimin bir bahanesi de bu açıdan kendisini gösteriyordu. Din adına işlenen kötülükleri gördüğümde inançsızlığı tercih ediyordum. Yaptıkları samimiyetsiz bir oyun gibiydi sanki. Herkes bir şeyler kovalarken birileri de Allah'ın dinini ve adını kovalıyordu. Kimisi takım tutuyor, kimisi hayatın zevkleriyle sarhoş oluyor, kimisi paraya tapıyor, kimisi de kendisini Tanrıyla uyuşturuyordu!
Dönüş kararı alırken neler hissettin?
Doğru olmak istedim. Hakikate karşı, samimi bir tavır sergilemekle sorumlu olduğumu hissettim. Sakin bir bakışın göstereceğim tek tepki olduğunu gördüm. Tam bir rahatlık içinde Allah'a teslim olmak gerektiğini anladım. Ve uygulamaya geçtim! Sonuç olarak bende meydana gelen değişikliğe ben bile inanamadım! Gelecek endişem kalmadı. Geçmişimi affettim ve Allah'a "bizleri doğru yola ilet" derken içim, yüreğim titredi. Hayatımda ilk kez göğsümde yanan bir fırın, bir ateş hissettim. Allah'ın nimet ve hidâyeti, sağanak halinde yağan nisan yağmurları gibi üzerime indi... Şimdi Allah'ın varlığına kendi varlığıma şâhitlik edermiş gibi şâhitlik ederim. Artık Allah'ın varlığını tartışmam kendi varlığımı tartışmam olur ve böyle bir tartışmanın hiç bir anlamı yoktur. Çünkü ben varım ve beni ve bütün kainatı yaratan "O" da var. İnanılmaz bir sevgi akışı, inanılmaz bir güven.
Kötülük problemini nasıl hallettin?
Bunun Kehf Sûresi'nde anlatılan Musa ve Hızır kıssasında cevaplandığını farkettim. Allah'ı yok kabul ettiği için bir ateist; "Tanrı nasıl olur da henüz bir bebeğin öldürülmesine göz yumar? Bebek öldürülmese büyüdüğünde nasıl bir insan olacağını kimse bilemez ki! " diyebilir. Ama artık rahatlıkla "Allah bilir" cevabını verebiliyorum. Ayrıca Allah'ın isimleri arasında "Kahhar," "Müntekim" gibi insanlar için kötülük çağrıştıracak isimlere takılırdım. Hâlbuki en güzel isimler onundu ve ben onları görmek istememiştim. Şimdi kahrının da intikamının da çok güzel ve gerekli olduğunda şüphem yoktur.
Hayatın absürd olduğu iddiasını nasıl çözümledin?
Kur'an'ın "gayba iman" konusuna bu derece önem vermesinin sebebi bence bu "anlamsızlık" sorununu çözmek için. Problem insanın anlayıp/anlamaması değil bir gaybın varolduğuna iman edilmesidir. Sonuç olarak kâinat insanın anlayabileceği bir şey için de yaratılmış olabilirdi. Gayb; "akıl sır ermez" demek yerine basitçe Allah'a ve insan bilgisinin dışında şeyler olduğuna inanmaktır. İşte bu bilinmezlik içinde insanoğlu kendine çeşitli planlar, teoriler, anlayışlar geliştirip bunları takip eder. Ateizm'de insanın bir tanrıyı kabul etmek istememesi olarak işte bu anlayışlardan biridir. Ama ısrarla tekrar vurgulamak istiyorum ki bunların bir tanrının var olup olmamasıyla hiç ilgisi yoktur...
İman hakikatlerini ispata çalışanlar hakkında ne dersin?
Dikkat edilirse bu konunun üzerinde durmadım. İmanla ilgili asıl problemin ispat değil, özendirme olduğu kanaatini uzun süredir yaşıyorum. Müslümanların hakikati ispata değil, özendirmeye ve sevdirmeye ihtiyaçları var. Çünkü hakikat kendisini ispat etmeye muktedir. Çünkü yaratan her şeyi sergilemiş. Bunu yedi yaşındaki bir çocuk bile anlar! Bir manava girdiğinizi düşünün. Sizin hiçbir şey söylemenize gerek yoktur. Yan yana dizilmiş yüzlerce meyveler, sebzeler nasıl bir İlâhî kudret ve rızık verici merhametle yaratıldıklarını size haykırırlar. Kör değilsiniz ya! Bunu herkes görür.
Bu durumda ateizmin psikolojik bir rahatsızlık olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aynen öyle! O halde birisi inanmadığını söylediğinde, "ontolojik delil", "ezelî sebep kanıtı" gibi lafları sıralamaktan ziyade bu adamın "inkârının altında yatan sebepleri" anlamaya çalışmak lazımdır. Sevgisizlik, ilgisizlik, farklı olma isteği gibi psikolojik sebeplerin yanında nefsinin hoyratça ve kuralsız olarak bu hayatı sürmesi diyebiliriz.
Burada mü'minlere düşen görev nedir?
İmanına yakışır hareket etmeyen her mü'min birilerinin inkârından sorumludur! İman etmek istemeyen birçok ateist; Müslümanların birçoğunun yalancı, sevgisiz, kaba, aslında bir takım menfaatler için inanan, anlayışı kıt, cahil, zalim ve haksız kişiler olduğunu görmekteler. Bu ateistlerin ateizmde kalmalarına neden oluyor. Çünkü ateistin hiçbir delili yok ki. Dolayısıyla bazı inanan insanların sevgisiz davranışları onları olumsuz etkiliyor. Evet, tekrar ediyorum " imanına yakışır hareket etmeyen her Mü'min birilerinin inkarından sorumludur!" Günah işleyen imanından olmaz lakin iman güzel ahlakı beraberinde getirir. Dolayısı ile inananlar ahlaklı olma mücadelesi vermek zorun her şeyden önemlisi kendisi için bunu yapmalılar. Bunun yanında örnek bir Müslüman modeli olmak için bunu yapmalılar. Çünkü insanlar yine insanlara bakıyor inanmak ve amel etmek için yada inkar etmek için. Allah öylece duruyor yarattıkları ayan ve beyan. Burada inanan insanların pozisyonu çok önem arz ediyor. İnsanlar ahlaksızlıklarından dolayı iki cezaya çarptırılacaklar birincisi işlediği fiil ikincisi ise toplumda o ahlaksızlığı meşrulaştırması ve kötü bir örnek olması. Allah'ın huzuruna çıkıldığında azap görmek istemeyen her Müslüman kötü ahlakını düzeltsin ve iyi örnek olsun. Allah rızası için kendisini sevimli hâle getirsin, sempatik ve güler yüzlü olsun!
Eski bir ateist olarak son sözleriniz neler?
Müslümanların kötü örnek olması, inkârcının inkârdaki sorumluluğunu elbette ki ortadan kaldırmaz. Bunu itiraf etmeliyim. Ayrıca bir ateistle tartışmak niyetinde iseniz konuya insanları severek girmenin, diğer bütün ispat metotlarından daha önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Onları sevdiğinizde, birçoğunun çırpınan zavallılar olduğunu, yolunu şaşırmış, hayat yükünü çekmek istemeyen, tek meselesi kendinden kaçmak olan fakirler olduklarını fark edeceksiniz! Bu zavallı çok bilmiş bakışların arkasında korkaklık, zilletin dibinde çırpınan bir ruh göreceksiniz. Bu durumda yapacağınız şey, onlara bir merhamet eli uzatmak. Kesinlikle onlarla tartışmayın. Çünkü neyi tartışacaksınız ki, bir ateistin tartıştığı konu ile içinde bulunduğu sorun farklı farklı şeylerdir. Ortadaki sorunun psikolojik olduğunu asla unutmayınız! İman ve hakikat, her ikisi de muhabbet sütunlarının üzerinde duruyorlar. Hepimiz güneşin var olduğunu biliriz. O üzerimizde, tepemizdedir. Ancak hiçbirimiz güneşe bakmayız, bakamayız. Çünkü bakarsak kör oluruz! Aslında gündüzün aydınlığına bakıp güneşin varlığını hissetmek de mümkün. Dünyanın karanlıkta kalan diğer tarafındaki insanlar da güneşin var olduğunu ve bir zaman sonra doğacağını biliyorlar. Felaket insanların ağızlarıyla, dilleriyle Allah'ı reddetmelerinden doğuyor. Bu tabiri caizse "benim senin gibi bir babam yok!" demek gibi bir şey! Aslında kişi reddettiği adamın babası olduğunu bal gibi bilir ancak kızgınlık, öfke gibi nefsânî duygularla bu hakikati reddetmektedir. Arapça da -kefera- "örtmek, gizlemek" demektir. Hakikatleri örten kişiye de "kâfir" deniyor. Böylece ateistlik sendromu, Allah'ı nefsanî duygularla reddetmek anlamına geliyor. Ancak ateistin adı çıkmış! Özellikle gençlerimizi küfre sürükleyen bu -reddetme refleksi- günümüzde korkunç bir hızla yayılıyor. Ahir zamanın eğilim ve trendi bu yönde... Rabbiyle hiç bir tanışıklığı olmayan, dinine emek harcamamış, kutsal kitabını hiç okumamış sürülerce savruk insan; nüfus cüzdanının din hanesinde "Müslüman" ibaresi yazılı olduğu halde hızla kâfirleşiyor!
Ateist; bunalım geçiren, acı ve ızdırap içinde kıvranan, sevgiye hasret kalmış, dünyadaki kötülük problemini bir yerlere oturtamamış ve bu yüzden yaradanına sitem eden sancılı bir insan. Bu ateistin coşkun isyan denizi, içinde kopan fırtınalar, Rabbimizin rahmet ve şefkatiyle bir gün sükûn bulabilir. Bu melenkolik vakalar arıyor, üzülüyor belki de için için ağlıyor olabilir.
Ne güzel söylemiş muhterem:
Şâm-u seher ağlar isen
Sular gibi çağlar isen
Kulluğa bel bağlar isen
Tez bulunur umman sana
Yüce Rabbim şu kötü zaman diliminde bizleri şeytanlaşmaktan korusun. Her şeye rağmen en önemli hareket noktamız, gücümüz, enerjimiz ve kurtuluşumuz olan sevgiyi kalbimizden eksik etmesin. (Âmin)
Eksik etmesin ki hayvanlaşmış gençlere yardım edebilelim.