İmam-ı Gazali İslam Dindarlığının Portresini Çizdi... Dr. Semih Ceyhan

Sizinle bugün 7,8,9 Ekim tarihlerinde yapılan “Vefatının 900. yılında Gazalî Sempozyumunu” ve bu sempozyumun önemini konuşmak istiyoruz. Bu sempozyumda Gazali’ye dair entelektüel perspektifler, özellikle insan psikolojisinde insanı tanımlatan düşünceleri ve daha pek çok konu konuşuldu. Gazalî’nin kendi dönemindeki insana dair tespitlerinin bugün karşılıkları olduğu yerler ve ahlakî açıdan günümüze kazandırdıkları boyutları okurlarımıza aktarmak istedik. Siz de özellikle zühd konusunda Gazalî’nin yaklaşımına dair bir tebliğ sundunuz. İmam-ı Gazali Hz.’nin önemi nedir sizce?

Gazali’nin seviyesine ulaşabilmek kolay değil

Gazali’nin vefatı 1111, 900 sene geçmiş ama Gazali’nin bütün İslamî ilimlere dair söylediklerinin seviyesini hali hazırda günümüzde tutturabilmek kolay bir şey değil. Maalesef şu anda, ilim ve irfan açısından konuşmak gerekirse, Gazali’nin gerisindeyiz. Gerisinde olduğumuz için, çıtası bu denli yüksek olan birisini de doğru dürüst anlayabilmek kolay bir şey değil. Önce böyle bir acziyet itirafıyla meseleye yaklaşmak lazım. Bazıların söylediği gibi “Gazali bu konuda yanlış düşünüyor, Gazali bu konuda şöyle düşünüyor, eksik düşünüyor” gibi kibir alametlerini gösteren şeylere de girmemek lazım. Kimse Gazali kadar şu anda -gerek ilahiyatçısıyla, gerek ilgilendiği diğer dallarda- yazamaz, yazamıyor da… Yani bu durumu görmek lazım, Gazali’yi doğru anlatmakta biraz keskin bir dille konuşmak lazım, bunda fayda var. Onun için Gazali’nin seviyesine ulaşabilmek kolay değil. Birincisi şu ‘ihtisaslaşma’ dediğimiz hadise günümüzde yüzeysel kalıyor ve başka acılardan birçok şeyi de görmemeye yol açıyor. Oysa Gazali gibi bazı büyük şahsiyetler fıkıhtan kelama, felsefeye, tasavvufa, tefsire, hadîse, bütün İslamî ilimlere dair çok esaslı şeyler söylemiş çok boyutlu âlimler. Bu anlamda Gazali kendisinden önceki İslam medeniyeti birikimini tevarus etmiş bir kimse, yani bu vuzûha, bu kuşatıcılığa erişmek için çok gayret göstermiş bir kimse. İkincisi, tarihi açıdan da baktığımız zaman şöyle bir şey yapılır Gazali için, hep söylene gelmiştir sempozyumda da; “berzah şahsiyet, berzah mütefekkir” yani köprü şahsiyet… Kendisinden önceki birikimi almış, kendisinden sonraki döneme intikal ettirmiş ve bir dönem açmış, bir çığır açmış bir kimse… Biz bu dönemlere “müteahhirîn dönem”, “mütekaddimîn dönem” diyoruz. Yani “ilk dönem, erken dönem İslam medeniyeti”, “geç dönem İslam medeniyeti” ki, burada kilit bir noktayı oluşturmakta gerçekten kendisinden sonraki âlimler hep Gazali’nin eserlerine başvurmuşlar. Gazali aynı zamanda kendisinden önceki âlimlerde birikimleri ortaya konulan şeyleri, İslam medeniyetinde ortaya konulan şeyleri, eserlerinde yansıtabilme, onları değerlendirme, tahlile tâbi tutabilme, onların çerçevelerini çizebilme, meselelerin ne olduğunu ortaya koyabilme gibi bir kuşatıcılığa sahip bir âlim. Yani bu anlamda önemi ortaya çıkıyor. Eserlerine baktığınız zaman fıkıh bulabiliyorsunuz, usûl-ü fıkhı bütün mesâiliyle bulabiliyorsunuz ve bu konularda içtihatta bulunmuş, yeni fikirler ortaya koymuş bir kimse…

İmam-ı Gazali Hz. günümüz açısından ne ortaya koydu diyebiliriz?

Bu sorunun cevabı, Gazali İslam dindarlığının portresini çizdi. Yani İslam dindarlığı nasıl yaşanmalı, bunun prototipini ortaya koydu bizim için. Bu çok önemli. Nitekim kendisinden önce kelam âlimleri; “nasıl inanmalıyız veya İslam’ın inanç ilkelerine karşı diğer dinlerden yapılan bazı inanç saldırılarına, eleştirilere, tenkitlere karşı İslam itikadını, inanç esaslarını nasıl savunmalıyız?” konularının savunulması, izah edilmesi derdinde oldular. Fakihler “bir Müslümanın davranışı, fiilleri nasıl olmalıdır?” sorusunu sordular, yani zahire yönelik bazı şeyler söylediler. Filozoflar bir hakikat talebinde bulundular, “Allah’ın bir nimeti olan aklımızla biz hakikate ulaşabilir miyiz ulaşamaz mıyız, hakikat nedir, en külli, en üst ilke nedir?” bunun derdine düştüler, “Allah’a akılla ulaşabilir miyiz, akıl bu konuda bize yol gösterici midir, aklın ilkeleri ve ortaya koyduğu delillerle Allah’ı bulabilir miyiz?” konularıyla ilgilendiler. Tasavvuf ne ile ilgilendi? Tasavvuf eğer şeriat-ı Muhammediye, sünnet-i seniyyeye sıkı bir şekilde bağlandığımızda, Peygamber efendimizin hallerini tecrübe ettiğimizde biz hakikate ulaşırız düşüncesiyle hareket ederek, bu yolda yapılması gereken şeylere “seyr-i sulûk” dediler, bu yolda gidene “derviş” dediler. Burada bazı haller yaşadılar, bazı zevkleri tattılar, bazı tecrübeler yaşadılar. Bunlar ne anlam ifade ediyordu, bunun ilmini yaptılar ve mutasavvıflar bunları eserlerine de kaydettiler. Gazali fıkıhçıların, fakihlerin, kelamcıların, filozofların, mutasavvıfların birikimini esas aldı ve temel bir ilkeler bütününü ortaya koydu. Sadece sıradan bir Müslüman için değil bu sıradanlığı aşan yani “havas” dediğimiz dinde ilerleme kaydeden kimseler için de ilkeler ortaya koydu ve bunların bir üstü için “havasü’l havas” dediğimiz, “seçkinlerin seçkini”, artık dinde iyice derinlik sahibi olan, dindarlıkta en üst noktaya varan Salih kimseler için de çeşitli esaslar ortaya koydu. Bütün bu saydığımız gruplar için nefsin düştüğü afetler ve kurtuluş yollarını ortaya koydu.

İmam-ı Gazali’nin en önemli kitabı hangisidir, en önemli projesi nedir?

İhya-i Ulumi’d-din’inönemi nedir?

“İhya-i Ulumi’d-din”dir... Ne demek bu, dini ilimlerin ihyası, yeniden diriltilmesi, canlandırılması… “12. Asırda bu canlandırmayı nasıl gerçekleştirebiliriz?” Gazali bu soruyu sordu ve İhya-i Ulumi’d-din’i yazdı. İhya-i Ulumi’d-din’de bütün ilmihal konuları vardır; abdest, namaz, hac, zekât, oruç bütün konular vardır. Ayrıca insanın organlarıyla yaptığı, bedeniyle yaptığı davranışlar, din tarafından belirlenen davranışlar… bunları yazmıştır. İkincisi sadece organların değil kalbin amelleri, -bütün bedenin merkezi olarak, insan varlığının merkezi olarak- üzerinde durdu. Ruhun amelleri, nefsin amelleri üzerine de Gazali konuşmaya başladı. Bu amelleri gerçekleştirirken insan nereye ulaşacak, hangi afetler, hangi derekeler var bu konuda, bunları yazdı; nefsin afetleri, nefsin kurtuluş yolları, bütün bunları yazı. Yani hem dince emredilen bedenin davranışlarını hem de kalbin davranışlarını, kalbin amellerini, hallerini zikretti. Bütün bunlar; bedenin davranışları ve kalbin davranışları aslında bir Müslümanın davranışı olarak ortaya çıkmakta değil mi? Gazali işte bu İslam dindarlığını, dindar kimsenin bütün davranışlarının portresini, çerçevesini ortaya koyuyor. İhya-i Ulumi’d-din böyle bir kitaptır. Yani kendisinden önceki bir bölünmüşlüğe, kafa karışıklığına cevaplar vermeye çalışıyordu. Görebildiğim kadarıyla İhya-i Ulumi’d-din’de en önemli bahislerden bir tanesi “kitabü’l fakr” ve “zühd”, bu da münciyât yani İhya’nın son cildi… Biliyorsunuz dört cilt, bu da dörtte birinin sonu oluyor, bu onun ilk kitabı kitabü’l fakr ve zühd hakkındaki bölümdür. Münciyât ne demek; insanı kurtuluşa götüren şeyler. Bunun da en başında “fakr” hali gelir. “Fakr” muhtaç, nasıl ki Türkçemizde de fakirlik ne demektir; muhtaçlık hali, yokluk hali, yani mutlak bir yokluk halinde bulunmak, bu da kulluk demektir zaten. Yani Allah’a karşı fakr u ihtiyacını mutlak bir yoksunluk halinde bulunma haline biz “fakr” diyoruz. Bunun da en üst zirvesinde zühd yer alır, yani bu halimizi biz nasıl ifade edeceğiz, bu halimizi, Allah’tan başka her şeyin yokluk halinde bulunduğunu… Bilerek inanarak, bunu hal olarak yaşayarak, yani nefsimizde, ruhumuzda, kalpte bunu hal olarak yaşayarak, bunun gereği olarak amelleri yerine getirmekle… Demek ki zühd dediğimiz şey aslında İslam dindarlığının başı olmuş oluyor yani kalpten dünyayı terk etmek. Dünya ile kastettiğimiz şey; altın, mallar, binekler, yiyecekler içecekler, oturduğumuz ev vs. değil. Dünya ile kastedilen şey Hakk’ın dışındaki her şey... Bu önemli bir şeydir, Mevlâna da bunu vurgular. Masiva deriz, yani Hakk’ın dışındaki her şeyi kalpten çıkarmak ve işte tasavvufta da çok sıklıkla vurgulanan bir şey var; “ilahi ente maksûdi ve rıdâİke matlûbi” yani “Allah’ım sen benim maksadımsın, başka maksat yok, ne yiyecek ne giyecek, ne araba, ne mesken, ne şu ne bu.” Hakk’ın dışında bir maksat belirlememek... Dindarlığın ilk açılan kapısı zühd kapısıdır yani tek bir niyet, tek bir maksat, yönelecek, rağbet edilecek tek bir şey var ki, o da Hakk’ın kendisi. O’nun dışındaki bütün her şey ahiret ve içindekiler de dahil olmak üzere her şeyi kalbimizin zihnimizin ruhumuzun arka tarafına atıp himmeti tek bir yöne toparlamak. İşte zühd, dünyayı terk fiiliyle başlar ve dünyadan daha hayırlı olan ne ise, o da şeriat tarafından, Peygamberimiz tarafından bildirilmektedir…Biri ahret, ikincisi, ahiretten de daha hayırlı olan bir şey vardır o da “Zât-ı İlahî”, yani Hakk’a yönelmek. Demek ki dünyayı terk fiilinin gereğini yerine getirmek ki Gazali buna “rağbet” der, “muhabbet” der, üç aşamada ortaya çıkıyor… Birincisi dünyayı terk edenler yani “terk-i dünya” yapanlar, ikincisi “terk-i ukbâ” yapanlar, üçüncüsü “terk-i hestî” yapanlar yani Hakk’ın dışındaki bütün masivayı, bütün varlığı yok sayanlar. Dördüncüsü, bir de “terk-i terk” var. Artık bu makama yani terk fiili gerçekleştikten sonra Hakk’a ulaştıktan sonra da terki terk etmek ki o bambaşka bir haldir yani… İbn-i Arabî oraya çok vurgu yapar; terki terk etmek yani isanın kendi başına becerdiği, kendi kesbi olan, çalışıp çabalamayla yaptığı her tür fiili yok edip Hakk’ın fiillerinin mazharı olmak. İradeyi teslim etmek, ilmini teslim etmek, yürümeni teslim etmek… Kutsî hadiste de belirtildiği gibi “kulum bana nafilelerle yaklaşır.” Farzlarla değil, farzlar zaten herkesin, her Müslümanın yapması gereken bir şey. Farz ne demek, zorunlu olan şey demek; “sana bunu yapmak zorundasın” diyor, bitti… Bu herkesin üzerine düşen görev. Ondan sonra bir de nafileler var. Nedir nafileler, namaz söz konusu olduğunda işrak namazı kılmak, teheccüd namazı kılmak, duha namazı kılmak, sünnetleri kılmak, müekked ve gayr-i müekked sünnetleri kılmak, -farz değil ama Peygamberimizin sünneti- ondan sonra evvabin namazı kılmak, tahiyyetü’l mescid namazını kılmak, beş artı beş, beş vakit zorunlu namaz, bir de beş tür de nafile namaz var. İşte oruçlarda zorunlusu nedir, ramazan orucu, nafileleri nedir, şevvalde altı gün oruç tutmak, pazartesi perşembeleri oruç tutmak... Zekât nedir, 40’ta bir zorunlu, malının yarısını verebilirsin, o da zekât, sadakalar vs. Yani “kulum bana nafilelerle yaklaşmaya başladıkça ben onu severim.” Burada muhabbet ortaya çıkıyor yani başka bir boyuta geçtik. Muhabbet boyutuna geçilince, “ben kulumun yürüyen ayağı, tutan eli, gören gözü olurum.” hadis-i şerifinde anlatıldığı gibi, artık fiillerin senin fiillerin olmaktan çıkıyor, Hakk’ın fiilleri haline geliyor ki, bu kemal mertebedeki yani havasü’l havas mertebesindeki kimselerin durumu...

Dolayısıyla bütün mesele zühd fiili ki, İslam dindarlığı meselesi kişinin nefsiyle mücadele etmesi meselesidir. Devamlı mücadele, mücadele, mücadele… En sonunda müşahede dediğimiz makama varılır ki o kâmillerin makamı… Gazali’nin söylemek istediği şey; İslam dindarlığının başı zühttür ve bu da insanın kendi nefsiyle mücadelesidir. Bu mücadeleyi becerirse bu savaşı kazanır ve kurtuluşa erer. Bunun kula dönen birinci karşılığı ahirette mükâfatlara nail olmasıdır. Ama kul bu ahiretteki mükâfat derdinden, beklentisinden de öteye geçebilecek istidatta ve kapasitede ise o zaman Hakk’a yönelir. Bu daha üstün bir yöneliştir, daha üstün bir maksattır, bunun mücadelesi de farklıdır. Gazali’ye göre, bu en üstün bir dindarlık mücadelesidir. Bunu becerenler Hakk’a vasıl olurlar ki, “vuslat” dediğimiz haldir. Demek ki İslam dindarlığı sadece yüzeysel bir dindarlık değildir. Üç aşamalı bir dindarlık projesi ortaya koyuyor. Gazali’nin altını çizdiği şey ihlas, samimi olmak. İhlas da kolay elde edilen bir şey değildir…

Günümüzde insanların birçok sorunları ve çıkmazları var. Psikiyatristlerin insanları anlama çabaları var. Ama yüzeysel ve sığ… Ne var ki ahlakı elde etmek o kadar kolay değil. Ama Gazali bir bakıma güzel ahlakı elde etme yolunda kılavuz olabilecek bir eser meydana getirmiş. Mesela cömertlik fiilini kalbine yerleştirmek gibi durumlar da Gazali’nin izah ettiği konular arasında…

Gazali’yi vuzûhuyla anlayabilecek kapasite yok

İşte burada Gazali’nin, sizin de söylediğiniz psikolojik tarafları ele alma biçimi önemli. Günümüz ne modern psikoloji ne psikiyatri ne de psikanaliz çabaları, onların kavramları mefhumları, dünya görüşleri Gazali’yi vuzûhuyla anlayabilecek kapasitede değil… Dolayısıyla ben, psikoloji, psikanaliz gibi çalışmaların, ruh dediğimiz hadiseyi, nefs dediğimiz hadiseyi yeterince açıklayamadığını düşünüyorum. Çünkü bunun için de metafizik bilim gereklidir, ilahiyat dediğimiz metafizik sahada konuşmak gerekir. Bu alana geçemeyen, bu alanın kavramlarıyla konuşamayan; tamamıyla fiziksel, fiziğe dayalı bilimlerin Gazali’yi anlayabileceği kanaatinde değilim. Gazali’yi anlamak için önce İslamî ilimlerin kavramlarıyla konuşmak lazım, bunları iyi bilmek lazım. Gazali’yi anlamak isteyenler için de İslamî ilimlerin tahsilini zorunlu görmek lazım. Gazali de zaten bunu söylüyor, şeriatı nasıl bileceğiz biz şimdi yani, Gazali şeriat diyor, nasıl bileceğiz bunu, siyer okuyacağız, itikat okuyacağız, inanç esaslarını bileceğiz vs.

Bugün tasavvufi kavramların da doğru aktarılamadığını, bugünkü fiili durumlarla uygulamada sıkıntıya düşüldüğünü görüyoruz…

Nefs o kadar sinsi bir şey ki…

Tabi bu nefsi alt etmek okumakla da, sadece okuduklarının gereklerini yerine getirmekle de olabilecek bir şey değil. Çünkü orada da bir problem ortaya çıkar. Riya bahsini okuruz ve “ben riyaya kapılmamak için şunları şunları yaptım” deriz ama nefis o kadar aldatıcı bir şeydir ki senin boş bir tarafını muhakkak bulur yani oradan yaklaşır. Demek ki “ben Gazali’nin söylediği riya şeylerini yerine getirdim riyadan kurtuldum” diyemeyiz, bu da bir riya yani. Dolayısıyla burada yapılacak şey mücadelesini kemale erdirmiş, bütün bu tecrübelerden geçmiş, nefsin bütün aldatmalarını fiyaskoya çıkarmış bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışmak, nefsini ona teslim etmek, nefsini senden daha iyi bilecek bir nefs uzmanına müracaat etmek... Bu aynı hastalık gibidir yani siz tabipsiniz… Mesela diyelim ki hasta oldum, ya ben şundan hasta oldum dersiniz veya şurada bir rahatsızlığım var, şu ilacı alsam iyi gelir dersiniz… o ilaç sizi tedavi edebilir belki ama o ilacın başka hastalıklara yol açacağını nereden bilebilirsiniz, uzmanlık gerektiren bir şeydir bu, kompleks bir şey yani. Bu açıdan, bu işin sonunu başını görebilen, bu yolda tecrübe etmiş ancak kâmil bir insana yani uzman bir mürşide, “nefsin uzmanı” bir kimseye muhtaçsınız demektir. Bunun başka bir çıkar yolu yok. Gazali bu konulara dair de çok önemli şeyler söylüyor ama Gazali en başta şunu yapıyor… Zühd dediğimiz şey hakkında geçmiş ulema bir sürü şeyler söylediler. Peki, bu söyledikleri ne anlam ifade ediyor, bunun bir çerçevesini çizelim. Onun için yiyecek konusunda çeşitli merakib vardır mesela ölmeyecek kadar yemek, bu işin zorunlu kısmı budur, ölmeyecek kadar yemek, bu da öğünlük nafakasını temin etmek. Diyor ki yemek bulduğunda bunu ye, ölmeyecek kadar, öğünlük nafakasını temin etmek, ne kadar üç tas değil bir tas, protein alacak kadar, mesela bu en aşağı seviye, miktarını da belirliyor, böyle yapanlar en üst derecededir. İkincisi günlük, yani üç öğünlük nafakasını temin etmeye çalışanlar, aylık nafakasını temin etmeye çalışanlar, birçoğumuz öyledir, maaş alırız.

Bunları bir ölçüye dönüştürmezsek pratikte nasıl düşüneceğini öğretmezsek bir sıkıntı var demektir. Mesela nefs hastalıklarıyla ilgilenmeyen bir kültürden gelen İslamî tipolojiler var, bunların gündeminde bu zaten yok. Tasavvuftaki güzelliği taşımakta da bugün bir sıkıntı var.

Buradaki nefsin tedavisi, hastalıkları, onun ahlakî kılınması çok zor bir şeydir. Çünkü ahlak dediğiniz şey nefsin aciz olması demektir, adaleti bulması demektir. Hayatta en zor şey adalettir, bir şeyi yerli yerine koymak...Sen o merkezî noktayı bulamazsan, itidal noktasını bulamazsan nefis durmadan yalpalar, bi o tarafa bi bu tarafa, iyi gördüğü şeyler belki onun için kötüdür, kötü gördüğü şeyler iyidir. “Nefsine zulmedenler” diyor ya aslında orada ahlaksızlık yapanlar da diyor, işi doğru düzgün yapmayan, yerli yerinde yapmayanlar da diyor. Şeytandır zaten onu zulme, adaletsizliğe, o ahlaksızlığa yönelten şey. Bu kavramların hepsi eşittir ahlaksızlık, eşittir zulüm, eşittir adaletsizlik, eşittir şeytanîlik; ne koyarsanız koyun… O nefsin dengeyi yakalaması hastalıktan kurtulup da itidalini, kendi tabiatını, kendi has saflığını bulabilmesi çok kolay bir mesele değil. Bu anlamda dindarlık, ahlakî olabilmek çok kolay bir mesele değil. Burada kesinlikle bir rehbere ihtiyaç vardır. Kendi başına bir yere kadar gerçekleştirebilirsin ama bir yerden sonra çok daha fazla imtihanlar, çok daha fazla zor şeylere muhatap olursun, bu kolay bir şey değil. Günümüzde bu işin “benim kalbim temiz” ondan sonra “bu işleri hallettim” demenin bir yalancılık olduğunu, bu işlerin kolay olmadığını- İşte gayret, mücadele diyoruz. Tasavvufun, İslam âlimlerinin üzerinde en fazla durduğu kavram mücadeledir - bu işin bir mücadele, bir gayret olduğunu anlatmak lazım, bu işlerin kolay olmadığını söylemek lazım. Bu işin bir gayret, bir şevk, bir teslimiyet, bir feragat olduğunu söylemek lazım. Aksi takdirde hep kolaycılık dediğimiz şey ki, bu da şeytanın aldatmacasıdır. Az önce Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Marifetname’sini okuyorum, tek söylediği şey şudur; “kurtuluş mücadele ile olur.” diyor. Yani şeytanın en büyük iğvası ruhsatlardadır diyor, sizin hep ruhsatları önünüze koyar, azimeti değil de ruhsatları… “Şunları yaparsak köşeyi dönebilir miyiz, şunları yaparsak ahirette en azından cennete girerim…” gibi. Tamam, ümit güzel bir şeydir de bir de işin safdillik boyutu var, kendini kandırmak, ümitvar olmak adına, acaba kendimizi mi kandırıyoruz yani. Bu iş ince bir ip üstünde yürümek gibi bir şey…

Sonuç; imtihan ciddiyetini kavramak...

Gazali’nin derdi neydi?

Kavramak ve bunun gereğini yerine getirmek için gayret göstermek. Şeytan, senin kendi başına yaptığın gayreti de allayıp pullayabilir, çok güzel gösterebilir. Yani , “demek ki kendi başına oluyormuş bu işler.” dedirtebilir, ondan sonra bir şüphe tohumu… Gazali’ye ne olmuştu? Gazali’nin krizi buradan çıkıyor zaten. Gazali’ye şüphe tohumu attılar, kriz verdiler yani. Buna biz bela diyoruz, fikir değil varlık çilesi, sadece zihinde olup biten bir hadise değil. Bunun uykusuzluğu var, yememesi var, insanlardan kaçması var vs. Çöle gidiyor, medreseden kaçış işte. Gerçi sempozyumda demişler Gazali’nin krizi yok diye, krizi olmayan adam bu kadar farklı çelişkili şeyler yazar mı? Değerlendirme toplantısına katıldıysanız ilk eserlerindeki fikirleriyle son eserlerindeki fikirlerinde çelişkiler var; çelişkiler varsa krizi var demektir. Bu varlık krizidir. Arayıştır, arayış da dile çok kolay geliyor; “ben de arıyorum” falan, öyle aramak kolay değil…

Gazali’nin “kendim, kendime vesveseler verdim.” demesi…

İlimler insana soru sordurtur

Evet, işte onun derdi, “yani bu kadar okudum ettim, kurtuluş nerede, yedim yuttum ilimleri ama bir türlü kurtulamadım” diyor, “sorularım şüphelerim bitmiyor” diyor, durmadan soru, durmadan soru… İlimler insana soru sordurtur, cevabı vermez kolay kolay. Cevap nerede? Cevap Peygamber Efendimizde, Peygamber Efendimize dönersek ve onun hayatını kendimize örnek alırsak o zaman cevaplar bulmaya başlarız ama imtihanımız da daha belalı hale gelir, o da kolay bir şey değil; arayış…

İlk dönem tasavvufundan başlayarak, tasavvufta da farklı dönemler var. Bugün usûller, erkânlarda benzerlik olabiliyor ama cemiyette şu anda kültürel bir düşüş de söz konusu... Bu anlamda günümüzde tarikat kelimesi tasavvufu karşılamıyor adeta…

Geçmişte de aynı hastalıklar vardı

Yok değil, hastalıklarımız aynı hastalıklar, geçmişte de aynı hastalıklar vardı. Bunların tedavileri de belliydi, günümüzde de aynı hastalıklar var. Yine tedavileri de belli, yine doktorlar da var. Şunu yeniyoruz yani; “geçmiş şöyleydi böyleydi filan, geçmişte ramazanlar çok daha iyiydi filan, geçmişte şöyleydi, geçmişte böyleydi”, böyle bir nostalji…

Sanat ve zanaatla ilgilenen kültürlü derviş tipi vardı ve bu güzel özelliklerin toplum tarafından yaygınlaştığını görebiliyorduk, şimdi çok çorak değil mi?

Bütün kurumlar aynı inkıraza maruz bırakıldı

Kurumsal bir hata, çünkü bu kurumsal yapılar, bu kurumlarımız, medresesinden tutun tekkesine kadar bütün kurumlar aynı inkıraza maruz bırakıldı. Bu insanlar yetişiyorlar bu kurumlardan... Demek ki bereketli kurumlardı bunlar. Siz bu kurumları ortadan kaldırırsanız olacağı budur yani, başka ne diyebilirim…