Tâbiîn Âlimlerinden Atâ bin Ebû Rebâh (Rıdvânullahi Aleyh)

Hicri tarihinin zilhicce ayının 97 senesinde dünyanın her yerinden Allah için gelenlerle Kabe tıklım tıklım doluydu. Gelenler içinde yayalar binekler, erkekler, kadınlar, siyahlar beyazlar, Araplar, sair milletler, köle sahipleri ve köleler vardı. Bunların hepsi Cenab-ı Allah’a yönelmeye gelmişti.  Müslümanların halifesi Süleyman bin Abdülmelik de vardı ve yeryüzünün en büyük meliklerinden biriydi. Beytte başı açık, yalın ayak ve üzerinde de herkes gibi rida ve izar vardı (İzar, göbekten aşağı bağlanan bir örtüdür. Rida, omuza bağlanan örtüdür.) O da o günkü halklar gibiydi, iki oğlu da arkasındaydı. Bu ikisi sanki dolunay gibi güzel çiçekler gibiydiler. Süleyman tavafını bitirdikten sonra bağlı olduğu bir adama eğilerek “hani sizin arkadaşınız nerede?” diye sordu. Adam; “İşte şurada namaz kılıyor” dedi ve Mescit-i Haram‘ın batısını işaret etti. Halife işaret ettiği yere yöneldi. Halifenin askerleri ‘halife izdiham görmesin’ diye halk arasından yol açmaya başladılar. Halife buna izin vermedi ve “Bırakın halkı, burası melik ve avamların eşit yeridir, üstün olan ancak takvası ile üstün olandır. Uzak yerden gelmiş, tozlanmış saçı karışmış haldeki birinin amelini kabul eder de melikin amelini kabul etmez.” dedi. Bunu dedikten sonra gösterilen adama doğru yürümeye başladı, yanına gitti. O adam da namazını huşu ile kılıyordu, insanlar etrafına oturmuşlardı, halife de iki oğluyla birlikte olduğu yere oturmuşlardı. Bu iki genç Kureyşî, Emiru’l Müminun kastettiği avam insanların yanında oturduğu ve namazının bitmesini beklediği adamı sürekli düşündüler. Bu adam yaşlı bir Habeşi, siyah ciltli, kıvırcık saçlı, yassı burunlu biriydi. Adam namazını bitirdikten sonra Halifenin bulunduğu tarafa döndü. Süleyman bin Abdülmelik selam vererek, halini hatırını sordu. O da halifenin selamını alarak halifenin halini hatırını spordu. Halife haccın ibadetlerini birer birer sordu. O da teferruatlı bir şekilde cevaplandırdı. Her sözü Peygamberimize isnat ediyordu. Halife bütün cevapları dinledikten sonra teşekkür ederek hayır duasında bulundu. Sonra iki oğluna “haydi kalkın” dedi, üçü beraber say yapmaya gittiler. Bunlar saylarında Sefa ve Merve arasında iken bir nida duydular, diyordu ki; “Ey Müslümanlar, bu makamda Ata bin Rebah’tan başka kimse fetva vermesin, eğer bu yoksa Abdullah bin ebi Necih versin.” Halifenin oğulları babalarına baktılar ve dediler ki; “Nasıl olur ki Emirü’l Müminun valisi, ‘Ata bin Rebah ve arkadaşı Abdullah bin ebi Necib’ten başkası fetva vermesin’ diye emir verebiliyor.” Fetva veren adamın yanına geldik, Halifeye önem vermediği gibi onun hakkına da saygı göstermedi. Halife Süleyman oğullarına dedi ki; “Ey oğullarım, yanına gittiğimiz ve saygı gösterdiğimiz adam Ata bin ebi Rebah idi ve Mescid-i Haram’da fetva sahibidir ve bu büyük makamda Abdullah bin Abbas’ın varisidir.” Bundan sonra dedi ki; “Ey oğullarım, ilmi öğrenin, çünkü ilim düşükleri yükseltiyor, şereflendiriyor ve uyarıyor, köleleri mülklerin zirvesine çıkarıyor.” Süleyman bin Abdülmelik oğullarına uzun uzun anlattı.

Ata bin ebi Rebah çocukluğunda Mekkeli bir kadının kölesiydi, çocukluğunda kendini ilme verdi. Vaktini üçe böldü; bir kısmını sahibinin işlerine, bir kısmını Allah’a ibadet etmeye, bir kısmını da ilim öğrenmeye ayırdı. Rasûlullah’ın hayatta kalan ashabından ilim öğreniyordu. Öğrendiği kişiler Ebu Hureyre, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbas, Abdullah bin Zübeyr ve diğer eshab-ı kiramlar (Allah hepsinden razı olsun.) idi. Göğsü ilim, fıkıh, hadislerle doluncaya kadar ilim öğrendi. Sahibesi onda bu hareketi görünce onu Allah rızası için azad etti. İnşallah Müslümanlar ve İslam dini bundan yararlanacak. Uzun bir süre Abdullah bin Rebah Mescid-i Haram’ı kendisine mekân yaptı. Yatacak yeri tedrisat, ilim öğrenme yeri, ibadet ve taat yer olarak kullandı. Hatta tarihçiler Mescid-i Haram’da 20 yıl kaldığını söylerler. Bu büyük tabiin ilimde büyük takdire şayan olmuştu. Öyle bir mertebeye ulaşmıştı ki, onun asrında ona ulaşan insanlar pek az olmuştur. Rivayet olundu ki Abdullah bin Ömer (Allah ondan razı olsun) Mekke’ye umreye geldiler, insanlar ona soru sorarak fetva vermesini istediler. Abdullah dedi ki; “Ey Mekkeliler, size hayret ediyorum; Ata bin Rebah içinizdeyken gelip bana soru sorup fetva istiyorsunuz.”

Ata bin Rebah’ın dinde ve ilimde bu büyük mertebeye ermesi iki hasletle olmuştur. Birincisi yararı olmayan şeylerden beslenmemesi için kendi tüm gücüyle nefsine hükmetti; ikincisi fuzuli kelam ve işlerde vaktinin boşa gitmemesi için vaktine hükmetti.

Muhammed bin Suke kendisini ziyaret eden cemaatine dedi ki: “Bana yarar sağladığı gibi size de yarar sağlayacak bir söz söyleyeyim. Bir gün Ata bin Rebah nasihat etti, nasihatinde; “Ey kardeşimin oğlu, bizden öncekiler fuzuli kelamı sevmiyorlardı.” dedi. Dedim ki “Onların yanında fuzuli kelam ne idi?” Dedi ki;  “Ey kardeşimin oğlu! Sizden öncekiler, dünyâya ve âhirete faydası olmayan boş sözü sevmezler, Kur’ân-ı kerîmi okumak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Resûlünün sünnet-i seniyyesini okuyup, öğrenip, bunlardan ve ihtiyaç hâlinde konuşmaktan başkasını boş söz ve fuzûlî iş kabûl ederlerdi.” Ondan sonra benim yüzüme baktı; “Üzerindeki kiramen kâtibin meleklerini inkâr mı edersin, her insanda biri sağda biri solda iki melek vardır, sağda Rakib, solda Atide vardır ve insanların her söz ve hareketini yazıyorlar. Gündüz işlediğimiz amelin çoğu din ve dünyamızın yararına olmadığını unutmaz mısınız?” Cenab-ı Allah Ata bin Rebah’ın ilminden çok insanı yararlandırdı. Bunlar ilmin ehli, mütehassıs olanlar, sanat meslek ehilleri idi. Bunlar dışında çok halklar da ondan yararlandı.

Ata bin Rebah ki dünya ona yüz tutmuştu, o dünyadan yüz çevirdi. Ömrünü üzerinde uzun bir gömlekle geçirdi. O zamanın kıymeti 15 dirhemi geçmezdi. Halifeler onu yanına çağırdılar, bu teklifleri dünyaya kapılacak diye, dini zayıf olacak diye geri çevirdi, reddetti. Bununla beraber İslam’ın ve Müslümanların yararları için onlara ara sıra giderdi.”

Ata bin Rebah 100 sene yaşadı, bu seneleri ilim ve amellerle doldurdu, iyilik ve takva ile besledi, Allah’tan başka hiç kimsenin eline göz dikmedi. Vefat ettiği zaman dünya ağırlığı yanında hiç yoktu ama ahiret erzakı çoktu. Hayatta 70 hac yapmıştı. Daima Allah’ın rızasını, cenneti isterdi. Allah’ın gazabından ve ateşinden Allah’a sığınırdı.

Bu tabiinler İslamî yaşantı bakımından bizler için birer örnektirler. Benim yazmamın nedeni bu şahsiyetleri görmemiz ve örnek almamız, yaşantımıza tatbik etmemizdir. Çünkü bu insanlar aklı, ahlakı ve ilmi ile üstün ahlakı göstermektedirler. Bu tabiinlerin hayatlarının İslam’a uygunluğu bizler için birer örnektir. Allah onlardan razı olsun ve bizleri onların makbul dualarından mahrum etmesin ve tuttukları yolu bize nasip etsin. (amin)