İlham nedir? Bu kavramı nasıl anlamamız gerekiyor? Ayet ve hadislerde ilham kavramı hangi manada yer alıyor?
İlham en genel anlamıyla “Allah’ın kulunun kalbine bir manayı düşürmesi”dir. Mezkûr kavram lûgat anlamı itibariyle farklı manalar ifade etse de İslam literatüründe en genel anlamda bu manada kullanılmıştır. Detaylandıracak olursak ilhâmı, “kulun belirli bir kesbi (zikir, ibadet, takva, mücahede vb.) veya ilahi bir lutüfla bazen kesbsiz olarak, Allah tarafından doğrudan veya melek vasıtasıyla, başta peygamberler olmak üzere velilerin, insanların kalbine/gönlüne/nefsine hayrı-şerri, hakkı-batılı birbirinden ayırmak için, ulvi/ilahi âlemden gelen/ilka’ olunan, insanın da bundan memnun/razı olacağı, ilimler/bilgiler, manalar, fikirler ve düşünceler” şeklinde tanımlayabiliriz.
İlham kavramı Kur’an’da lafız olarak tek bir yerde Şems suresinin 8. ayetinde “ona fücuru da takvayı da ilhâm edene andolsun
ki” şeklinde yer almaktadır. İlgili ayet dışında birçok yerde de mana olarak ilham kavramını da içine alan ifadeler yer almaktadır. Müfessirler ayetlerin bir kısmında yer alan vahyettik ifadesi başta olmak üzere; öğrettik dedik, öğrettik/anlayışlı kıldık,verdik, bildirdik, doğru yolu gösterdik gibi ifadeleri “ilhâm ettik” şeklinde izah etmişlerdir.
Hadislerde ise ilham kavramına, muhtelif yerlerde ve bağlamlarda birçok farklı manalar verilmiştir. İnsana rüşdün, hayrın, salih amelin, cedelin, istiğfarın ilham edilmesi bunlardan birkaçıdır. Ayet ve hadislerde ise genel olarak “Allah’ın insanlara bir şeyi telkin etmesi, vermesi, öğretmesi, bildirmesi, tanıtması, donatması, duyurması, açıklaması ve göstermesi” anlamı göze çarpmaktadır.
Vahiy ve ilhamın benzerlik ve farklılıklarına dair neler söylenebilir?
Vahiy genel anlamda “Allah’ın iradesinin söze dönüşmesi” olarak ifade edilir. Bu minvalde vahyin ilhamla benzer yönleri bulunmakla beraber farklı tarafları da bulunmaktadır. Vahiy ve ilham; içten doğması, süratli bir şekilde atılması, kaynağının doğrudan Allah olması, karşılıklı bir iletişim olması, canlı varlıklarda mahallinin kalp olması, açık bir şekilde, yazılı veya şifahi değil de gizli, esrarengiz bir şekilde meydana gelmesi, duyu ve akıl alanının dışında, onlardan başka birer bilgi kaynağı olmaları, bilgiyi elde eden kişilerin doğruluğuna kanaat getirmesi ve gönüllerinin ona yatması yönüyle benzerlikleri bulunmaktadır.
Bunların yanında vahiy ile ilham arasındaki farkları da genel olarak şöyle sıralayabiliriz: Vahiy, şüphesiz ve kesin bir bilgi iken, ilhâm da ise böyle bir kesinlik yoktur, zannîdir. Şeytandan gelen vesveseler de ilhâm olarak algılanabilir. Vahiy peygamberlere özel bir durum iken, ilhâm peygamber ve peygamber olmayanlar dışında, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir. Vahiy kesb, tefekkür, riyâzet ve uzlet gibi şeyler sonucu elde edilen bir bilgi olmadığı halde, ilhâm da çoğu zaman kişinin bir gayret sarf etmesi gerekmektedir. Vahyi inzal eden melek gerek insan gerekse kendi suretinde göründüğü gibi ilhâmda meleğin görünmeden bilgiyi kalbe ilkâsı söz konusudur. Vahiy gölgesizdir, safi, açık seçiktir. İlhâm ise, gölgelidir. Bilginin hasıl olması esnasında renkler karışır. Vahiy tecrübesi ortaya çıkmadan önce sübjektif bir durum arz eder, fakat meydana geldikten sonra objektif bir olgu halini alır. İlhâm ise öncesinde ve sonrasında da sübjektiftir. Vahiy de alınan mesajın insanlara tebliğ edilme şartı söz konusu iken, kendisine ilhâm gelen kişi bunu yaymakta veya öğretmekte böyle bir zorunluluk içinde değildir.
İlham ile irtibatlı birçok kavram bulunmaktadır. (Havatır, ledün, batın, hads, feraset, basiret vb.) Bu kavramlar aynı anlamları taşımadığı için mi farklı farklı ifade edilmiştir? Tarihsel sürecini de göz önüne alarak bu mefhum ile ilgili genel bir kavramsal değerlendirme yapar mısınız?
Dediğiniz gibi başta sûfi literatürü olmak üzere diğer İslami İlimler literatürlerine baktığımızda ilham kavramını ifade etmek için farklı kavramlar kullanıldığına şahit olmaktayız. Bu kavramları incelediğimizde bunların ilhâm ile eşit veya onu da içine alan bir anlamı içermekte, bunların yanında onun cüz’i bir bölümü olarak da kullanıldığını görmekteyiz. Bunun yanı sıra kaynaklarda kullanılan farklı kavramların aralarındaki ayrımların çok açık olmadığını da burada belirtmek isteriz.
Tarihi süreçte hicri ilk iki asırda buna benzer dini tecrübeler için genel birkaç kavram kullanılmış, yeri geldiğinde bu kavramların da birbirlerinin yerine kullanıldığı görülmüştür. Fakat gerek tasavvuf gerekse diğer ilim dallarının sistematik bir hale bürünmesiyle bu kavramlar arasında bazı farklılıklar olduğu şeklinde açıklamalar yapılmış, bu süreçten sonra değişik maddeler altında tanımlanmaya başlanmıştır. Bu kavramların açıklamalarını ve ayrımlarını yapmak uzun bir araştırmanın konusu olacağından sadece bir kısmının ismini verip birkaçının açıklamasını yapmakla yetinelim. Bunlardan başlıcaları şunlardır: “Keşf/Mükâşefe, Hads/Sezgi, Firâset/Ferâset, Basiret, Feth, Feyz, Hatır/Havâtır, Vâkıa, Vârid, Ledun İlmi, Bâtın İlmi, Vehbi İlim, Marifet, Hissi Tabiî, Sevk-i Tabiî, Müşahede, Rüyayı Sadıka/Saliha, Levami’, Hatif, Sun’ullah, Tulûat, Hikmet, İ’tibâr, Sekînet, Vecd, İ’lam, İlm-i Hafi, İlm-i Rabbani, Furkan.”
Bu mezkûr kavramlar dediğimiz gibi bir kısım ulema tarafından aynı anlamı ifade etmek için kullanılmıştır. Netice olarak ekser ulema tarafından en genel anlamda “kulun takva, uzlet, riyazet, zikir vb. kesb ve cehdi sonucunda Allah’ın onun kalbine ilka ettiği bir takım düşünce, ilim, feyz, lütuf ve duygular” olarak tanımlanmışlardır.
Bunların yanında dini/manevi yönden bağımsız olarak dünyevi olarak elinden gelen çabayı sarf eden kişilere verilen bilgi ve malumatlar -örneğin tarihten bugüne kadar gerçekleşen keşifler, pozitif ilimlere ait buluşlar, şairlere, müzisyenlere gelen ilhamlar- bu olgunun diğer bir boyutunu oluşturmaktadır. Burada önemli olan herhangi bir konuda/alanda “cehd, sa’y ve ihlas” sahibi olup ona yönelmektir. Bunun neticesinde ister müslim ister gayrimüslim olsun sünnetullah çerçevesinde Allah tarafından bazı ilahi mevhibeler, malumatlar o kula verilecektir. Tabii olarak burada dünyayı ve dünyaya ait şeyleri isteyene karşılığı olarak dünyevi şeyler, ahireti ve ahirete ait malumat ve amelleri isteyene de yine karşılığı olarak uhrevi şeyler verilecektir.
İlahi veya rabbani yani ahirete yönelik ilhamları göz önüne aldığımızda bunların kullara ilkası noktasındaki şartlar hakkında bilgi verir misiniz? Yani hangi koşullar sağlandığında Allah kullarına ilham eder?
Bu konuda kesin sınırlar ve şartlar tayin edememekle beraber ayet, hadis ve ulemadan naklen şunları söyleyebiliriz: İlk olarak vehbi olan bu ilmin hâsıl olmasından önce kesbi olan bir ilmin gerekli olması şartıdır. İkincisi kişinin takva boyutudur. Yani yediği, içtiği ve giydiği şeylere dikkat etmesi, bu konularda helal haram dengesini gözetmesidir. Ayrıca oruç, zikir, ibadet ile ruhunu beslemesi zihnini ilahi/uhrevi düşüncelerle meşgul etmesi gerekli görülmüştür. Diğer bir şart bu kişinin salih/veli bir mürşidinin yani kendisine yol gösteren bir hocasının veya bir kitabının (Kur’an ve sünnet bunların başında yer alır) olması şartıdır. Burada diğer bir koşul kişinin bir sebep sonuç ilişkisi kurup Allah’tan ilham vb. talebinde bulunmamasıdır. Kul burada asıl amacın hakikate ulaşmak olduğunu bilmeli, ilhâmı da buna ulaşmak için bir araç olarak görmelidir. Bu ve buna benzer bir kısım koşullar neticesinde insan ruhunu saf hale getirirse doğrudan Allah veya melek vasıtasıyla kalbine/gönlüne bir şeyler atılacağı umulur.
Peki bu aşamada gelen bilgilerin/ilhamların Kur’an ve sünnete dayalı değeri nasıldır? İlham’ın insanlar için bir bilgi değeri olması noktasını değerlendirir misiniz?
Bu aşamada kulun takvası, niyeti ve tezkiyesi nispetinde bu ilhamların hakikat olması yönü de farklılık gösterir. Peygamberler, sahabiler, veliler.. Peygamberlerin ilhamının bizim için bir bağlayıcılığı vardır. Fakat daha sonrası yani diğer beşer olan insanlar için böyle bir durum söz konusu değildir. Çünkü ilham bilgisi insanlara ilka olunduğunda yukarıda da belirttiğimiz gibi vahiy ya da peygamber ilhamı gibi korunmuş değildir ve bu durumda hiçbir kul için kesin bir dini/teşri değeri yoktur.
İlham bilgisi peygamberler haricinde ilham olunan kişilerin dışındakileri bağlamaz. Sözgelimi falan kişiye dini, ameli vs. noktada bir bilgi ilka’ olunmuşsa onun “bana şöyle nida/ilham olundu bu ibadeti, ameli vb. durumu şu şekilde yapmamız gerekir.” şeklindeki sözüne itibar edilmez. Bunun istisnası yoktur. Bunun yanında ilhâm bilgisinin bireyin kendisine delil olması için bir takım şartları sağlanması gerekir. Aksi takdirde bu ilhâm kendisi için de delil olmaz.
Bu koşulların en başında bu ilmin Allah’ın kitabına ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetine uygunluğu gelir. Yani bir kişiye ilhâm olunduğu iddia edilen bir bilginin Kur’an ve sünnet ile çelişmemesi, aksi bir görüş olmaması gerekir. Ulemanın bu konudaki tavrı aktaracağımız sözlerde de görüldüğü gibi kesin ve sabittir. Süleyman ed-Dârânî, “Hakikate ait bazı bilgilerin kalbimi sarar, iki şahid yani Kur’an ve sünnet olmadan onların kalbime girmesine izin vermem.”, Sehl el-Tüsteri, “Kitap ve sünnetin kabul etmediği her vech/keşf batıldır.”, Cüneyd-i Bağdadi, “Bilgimiz Kur’an ve sünnet temeli üzerine kurulmuştur.”, Beyazıd Bestami, “Bir kişiden ne kadar keramet görseniz de, onun amellerini kitap ve sünnet ölçüsünde tartmadıkça kabul etmeyiniz.”
İkinci koşul bu bilgilerin “dini ve şer’i bir hükme kaynaklık etmesi”dir. Selef âlimleri ilhâm bilgisinin hiçbir şekilde helal-haram, farz, vacip gibi şer’i hükümlere dayanak olamayacağını ve zahiri hükme aykırı olan, batınî ilimlere de dayanak olamayacağını söylemişler; “tarikat şeriata uymalıdır” veya “şeriat tarafından uygun görülmeyen haller batıldır” gibi sözlerle bu mantığı anlatmaya çalışmışlardır.
Bu mekanizmalardan bir diğeri, elde edilen bilginin dini alanda otorite ve saygın bir karaktere sahip olan kişilerin daha önce yaşadıkları buna benzer tecrübeler ile mukayese/muvazene edilmesidir. Onlara göre yüzyıllar boyunca ortak bir payda da şekillenmiş ve sistematik bir şekilde kaydedilmiş olan tasavvuf literatürü bunun için bir test mekanizmasıdır.
Bir başka şart da, ilhâm aldığını iddia eden kişilerde oluşan eylemler/amellerdir. Nasıl ki “güvenilirlik” iddiasında bulunan bir kişinin eylem-söylem çelişkisine düşmemesi gerekliyse, öyle de ilhâma mazhar olduğunu iddia eden bir kişi için de bu durum aynen geçerli görülmüştür. Tasavvuf tarihinde buna benzer birçok örnek mevcuttur ki bu manevi halleri yaşayan kişilerin yaşamlarında gerek ahlak gerekse ibadet hususunda pratik düzlemde müspet birtakım değişiklikler meydana gelmiştir. Ulemanın genel kanaatine göre tüm bu şartlar sağlanıp, belli seviyeler kat edilse bile velinin bu “ilhâm”ı sadece kendisi için bir delil ifade eder. Bu konumdaki bir kişinin ilhamını mutlaklaştırıp başkalarını da buna uymaya çağırması doğru olmaz.
Netice olarak burada ilhâm bilgisi öznel bir bilgi olması yönüyle, vicdani/hâli bir durumdur ve onun sadece kişinin kendisi için “Kur’an ve sünnet ile muvazene edilmek şartıyla” bağlayıcı olduğu ifade edilebilir. Aksi takdirde bu gibi manevi/dini tecrübî bilgilerin diğer kişiler için de bağlayıcı olduğu ifade edildiğinde tarihte ve günümüzde de örnekleri görüldüğü karşımıza su-i istimale açık ve önü alınamaz geniş bir alan çıkmaktadır. Sonsöz olarak da ilhâm bilgisinin bireylerin hayatında “kontrollü kullanılabilecek yardımcı bilgi” olabileceği makul bir yorum/görüş olarak karşımıza çıkmaktadır.