Hadislerin evrensel dili, İslam’a tâbi olmak isteyenler için aynı zamanda bir sistem kavrama sorununa cevap arayışı gibi duruyor. Bu bağlamda, sizin kitabınızda ele aldığınız, ashab-ı kiram konusu nerede duruyor?
Soruda ifade ettiğiniz gibi, bu kitabın ortaya çıkışı aslında İslam’a tabi olmak isteyen için sistemi anlatma çabasıdır. “Nasıl iyi bir Müslüman olabilirim?”, “Allah’a ve Resûlüne itaat etmek” ve “Resulullah’a tabi olmak” isteyen bir insan 21. yüzyılda nasıl yaşamalı? Bu çağın meseleleri karşısında duruşu ne olmalı? Bireysel ve toplumsal hayatta Hz. Peygamberi (s.a.v.) örnek almak nasıl mümkün olabilir? Sünnete tabi olmayı salt şekle indirgemeden hayatın her kademesinde varlık gösterecek şekilde anlamak mümkün olabilir mi? Bu ve benzeri sorulara Kur’an ve hadislerden hareketle cevap vermeye çalıştım. İsterseniz sorunuzun “ashab-ı kiram” ile ilgili kısmına geçmeden önce kitabın yöntemine kısaca işaret edeyim. İyi bir Müslüman olmak Kur’an’ı ve bize sahih olarak ulaşan hadisleri bilmek ve doğru anlamak, akabinde hayata geçirmek demektir. Hayata geçirmek ise hem değerler hem ahlak hem de çevremizle ilişkiler boyutlarında olacaktır. Bu nedenle kitabı 3 ana kısma ayırdım. İlk kısımda değerlerimiz üzerinde durdum. Bu değerler aynı zamanda davranışlarımızın da kaynağı olacağı için bu kısma aynı zamanda Usul yani temeller ve kökler adını da verdim. Bu değerlerden biri de ashab-ı kiramı yolumuzu aydınlatanlar olarak kabul etmektir. Zira Kur’an’ı Kerim ashabı “en hayırlı ümmet” olarak tanımlar. Resûl-i Ekrem de (s.a.v.) ashabını, ümmet için bir emniyet kaynağı olarak tarif eder ve bu yönden gökyüzündeki yıldızlara benzetir. Bu yönleri ile onlar bize Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünnetine nasıl tabi olacağımıza dair mükemmel bir örneklik sunmuşlardır. Onların örnekliğinin üstünlüğü Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerimede izah edilmiştir. Peygamber Efendimiz de (s.a.v.) “Benim sünnetime ve raşid halifelerimin sünnetine tabi olunuz.” buyurarak kendisinden sonra, ümmetin yönetimini devralan ashabının tatbik ettiği kurallara, oluşturdukları modele uymamızı istemiştir. Nitekim fıkıh usulü eserlerimizde de Kitap, sünnet, icma gibi delillerin yanı sıra sahabe sünneti de dini konularda kaynak olarak zikredilmiştir. Sahabeye saygı duymak, değer vermek, İslam’ı onların algıladığı perspektifle ve samimiyetle kabul etmek bir Müslüman için oldukça önemlidir. Bu çerçeveden bakınca ashab-ı kiramı yolumuzu aydınlatan bir nesil olarak kabul etmek, onlara güven duymak ve onları örnek edinmek, sünnet algısında ve sünnete tabi olmanın mahiyetinde önemli bir rol oynamış olacaktır. Bu durum bizim hadis eserlerimize de birçok yönden yansır. Öncelikle sahabe hadis rivayeti bakımından güvenilir bir nesil olarak kabul edilir, hiçbirinin Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adına yalan söylemeyeceği düsturundan hareket edilir. Peygamberimizden (s.a.v.) aktarılan hadisler arasında ihtilaflar ortaya çıkarsa, ashabın nasıl amel ettiğine bakılır. Kur’an ve sünnetle cevabı bulunmayan meselelerde ashabın görüş birliği aranır. Hatta ilk iki asırda derlenen hadisler sadece Peygamber Efendimizin (s.a.v.) söz ve uygulamaları değildir. Muvatta başta olmak üzere en eski hadis kaynakları sahabenin söz ve uygulamalarının da hadis olarak kabul edildiği eserlerdir. Öte yandan kapsamlı hadis kitaplarımızda ashabın fazileti ve menakıbı ile ilgili bölümler oluşturulduğu dikkat çeker. Sahabe algısının sünnete tabi olmanın mahiyetini ne denli etkilediği konusunda, Sahih-i Buhârî’nin bir bölümüne ve bir başlığına dikkat çekmek isterim. Buhârî sünnete bağlılık konusunu işlediği İtisam bölümünde, sünnete bağlılığın mahiyeti ile ilgili bir başlık açmış ve bu başlıkta “Bizi muttakilere önder kıl” ayetini zikretmiştir. Ardından tabiun kuşağının önemli müfessiri Mücahid’in bu ayeti nasıl tefsir ettiğinden bahsetmiştir: “Bizi öyle önderler eyle ki biz, kendimizden öncekilere tabi olalım, bizden sonrakiler de bize tabi olsun.” Bu tefsir sünnete tabi olmanın anlamını çok güzel izah eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’ı Kerim’i nasıl anladıysa sahabe de öyle anladı ve yaşadı. Sahabeden sonraki tabiun kuşağı da Kur’an’ı Kerim’i ve Resulullah’ı (s.a.v.) sahabenin anladığı ve yaşadığı gibi anlayıp yaşadı. Böylece bir gelenek, bir süreklilik meydana geldi. Sünnete tabi olmak işte bu gelenekten ayrılmamaktır. Nitekim sonraki kuşakların mezhep imamları ve âlimleri de bu geleneği sürdüren kişilerdi. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yolu ya da icma dediğimiz tam da budur. Bugün biri bu gelenekten tamamen kopuk ve bu geleneğe aykırı bir söylem dile getirdiğinde bu mecradan ayrılmış olmaktadır. Geleneksel çizgide devam eden ise aslında ashab-ı kiramın izinden gitmiş olmaktadır.
Tevazu, bugün her yönüyle masaya yatırılması gereken bir konu. Hz. Peygamberin (s.a.v.) muhkem ölçüleriyle ve güncel kodlarıyla ortaya konması gereken tevazu konusu hadislerde nasıl ele alınıyor?
Tevazu kibrin karşıtı anlamında bir ahlak esası. Tevazunun önemini anlayabilmek için Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kibir hakkında ne buyurduğunu hatırlamak gerekiyor. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kalbinde zerre miktarınca kibir olan kimsenin cennete giremeyeceğini beyan etmiştir. Kendisine kibrin mahiyeti ile ilgili sorular sorulduğunda ise kibrin hakikati inkâr etmek ve insanları hakir görmek manasında olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla tevazu, kişinin haddini bilmesidir öncelikle. Tüm varlığın gerçek sahibinin Allah olduğunu, hayatındaki tüm nimetlerin kendisine Allah tarafından verildiğini idrak etmesidir. Bu bilince erişen kişi, çevresindeki hiçbir varlığı küçümsemez, hor görmez. Allah’a hakkıyla ibadet edebilmek de itaat, teslimiyet ve tevazu ile mümkündür. İnsanlarla güzel geçinebilmek de yine tevazu ile kolaylaşır. Kişinin kendi imkânları ve varlıkları ile barışık olması da tevazu elde etmesine bağlıdır. Kibir cahiliye huyu, tevazu ise İslam’ın öğrettiği bir ahlak esasıdır. Kibir şiddete, zorbalığa, tevazu ise şefkate ve adalete sevk eder. Kibirli insan bir yetki ve makama sahip olduğunda bu pozisyonunu kendi lehine başkaları aleyhine istismar eder. Oysa mütevazı insan bir yetki ve güce eriştiğinde görev ve sorumluluk bilinci ile hareket eder. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mütevazı davranan kişiyi Allah’ın yücelttiğini beyan etmiştir. Karun, sahip olduğu mülk ve hazinelere kendi bilgisi ile eriştiğini iddia eden, bu nedenle böbürlenen ve sonunda helak olan bir kişiydi. Dolayısıyla kibir helake götürürken tevazu yücelten bir erdemdir. Allah her birimize farklı nimetler vermiştir. Kimi güzelliği, kimi serveti, kimi yetki ve makamı, kimi ilmi ile başkalarından üstün olabilir. Mütevazı insan sahip olduğu nimetin kendisine Allah tarafından verildiğinin bilincindedir. Bu nedenle bu nimete sahip olmayanı küçümsemez. Zenginse servetinden bağış yaparak, makam sahibi ise görevini yerine getirerek şükrünü eda eder. Âlim ise talebe yetiştirir. Cahile şefkatle yaklaşır. Ancak tevazu vakur olmaya engel değildir. Mümin mütevazı olduğu kadar vakar sahibidir. Kendini küçük düşürecek davranışlara girmez, izzet ve onurunu korur. Zalime ve mütekebbire boyun eğmez. Bu konudaki dengeyi Kur’an’ı Kerim yürüyüş örneği ile açıklar. Küçük dağları ben yarattım dercesine kibirle ve burnu havada yürümek de Müslümana yakışmaz, boynu bükük, her gelen geçenin çelme taktığı, aciz bir insan olmak da. Keza cahil kimselerin sataşmasını ciddiye alıp onlara muhatap olmak da Müslümanın vakarını zedeler. Tüm bunlara karşı tevazu, hayatın her kademesinde Allah’a teslimiyet, nimetlerin sahibinin Allah olduğu bilinci ile hareket ve orta yollu olmaktır. Oysa modern insan zenginliğini, bilgisini tamamen kendine mal eden bir kibre sahip. Elitist tavır ve sınıfsal söylem fark ettirmeden bir yok oluşa doğru çekiyor. Bu nedenle tevazu, çok iyi kavramamız ve yaşantımızın merkezine almamız gereken bir ahlaki haslet.
Kadın hakları konusu, dinin doğru anlaşılması, kadın kimliği, mağduriyetler ve insan onuru açısından çok önemli bir konu. Hadisler bu konuda neler söylüyor?
Her zaman ve mekâna hitap eden, evrensel sorunlara evrensel cevaplar sunan hadisler arasında kadın hakları ile ilgili hadisleri mutlaka anmalıyız. Çünkü kadınlar hem Peygamberimizin (s.a.v.) gönderildiği zaman ve mekânda hem de sonraki yüz yıllarda dünyanın farklı coğrafyalarında hep dezavantajlı konuma düşürülmüş, zayıf bırakılmışlardır. Bu zayıf bırakılma, eğitim, ekonomi, hukuk başta olmak üzere hayatın birçok alanında kendini göstermiştir. Kadının annelik içgüdüsünün getirdiği şefkat, merhamet ve sorumluluk hissi istismar edilebilmiştir. Kadınlar fiziksel, ekonomik, psikolojik şiddete sıklıkla maruz bırakılabilmiştir. Oysa kadına yaşatılan her mağduriyet, cahiliye eseridir. İslam, her zaman mazlumun yanında yer almış, mağduriyetlere karşı çıkmış bir dindir. Kadınlara yaşatılan baskı, mağduriyet ve şiddet de Resulullah’ın mücadele ettiği cahiliye adetlerindendi. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) iki sınıfın hakkının çiğnenmesine asla müsamaha göstermeyeceğini beyan etmiş, bunların kadınlar ve yetimler olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla dinimizde yetim hakkını gözetmek ne kadar önemli ise kadın hakkını gözetmek de o kadar önemlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ümmete hitaben “Sizin en hayırlınız hanımına karşı en iyi davranandır.” buyurmuştur. Bir başka hadisinde “Kadınlar ve erkekler bir bütünün iki yarısıdır.” buyurarak Allah katında ve hukuk karşısındaki eşitliğe işaret etmiştir. İslam ile birlikte kadınların mirastan pay almaları, evlilik konusunda söz hakkına sahip olmaları başta olmak üzere devrim niteliğinde pek çok yeni hüküm gelmişti. Ancak maalesef halen İslam dünyası da dahil olmak üzere dünyada kadın mağduriyetleri sona ermiş değildir. Mesela çoğu yerde kadın ya çalışmaya zorlanmakta ve kazancına el konmakta ya da çalışması engellenerek üstelik zaruri ihtiyaçları da karşılanmayarak çaresiz bırakılabilmektedir. Muhtelif sebeplerle eğitim hakkı elinden alınabilmektedir. Özgürlük adı altında kadın bedeni istismar aracına dönüştürülebilmektedir. Velhasıl bugün dünya halen kadın hakları konusunda istenen düzeye ulaşabilmiş değildir. Çoğu yerde eğitim düzeyi yüksek olan erkeklerin dahi kendileri ile aynı eğitimi alan kadınları küçümsemekten geri durmadıkları dikkat çekicidir. Oysa Resûl-i Ekrem (s.a.v.), eşleri ile istişarede bulunan, onların fikirlerine değer veren biriydi. Ashab, Peygamberimizin (s.a.v.) hanımlarına ilmi konularda müracaat eder, onların görüş ve kanaatlerini önemli bulurdu. Velhasıl bugün modern insan her ne kadar kadın erkek eşitliğini teoride kabul etse de pratikte halen pek çok problem varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle kitabımın İlişkiler bölümünde özellikle kadın hakları başlığına yer vermeyi gerekli buldum. Kadın hakları konusunda Kur’an ve Sünnetin tüm zamanlara ve mekânlara yol gösterici nitelikteki ölçülerini çağımız insanına hatırlatmak istedim.
Komşuluk hakkı kent hayatında postmodern kurguların silikleştirdiği hatta yok ettiği bir değer. En büyük anlamını ve temsilini ise İslam’da buluyor. Hadislerde komşuluk hakkı konusu nasıl geçmektedir?
İnsan sosyal bir varlık. Çevremizde bulunan diğer insanlar sadece aile üyelerimiz ve iş arkadaşlarımız değil. Yaşadığımız yuvanın hemen yanı başında kendi yuvasını kurmuş böylece bizim komşumuz olan kişiler sosyal hayatımızda önemli bir yere sahip. Sizin de söylediğiniz gibi bugün kent yaşantısında çoğumuz bizimle aynı çatıyı paylaşan diğer insanlardan haberdar bile değiliz. Modern insan komşuluk ilişkisi diye bir kavrama oldukça yabancı. Komşularımız ile aramızda haklar ve sorumluluklar olduğunu bilmek bir yana, tanışma ve iletişime geçmek dahi artık unutulan bir değer niteliğinde. Oysa Kur’an’ı Kerim’de ana baba, akraba, yetimler ve yoksullardan sonra iyilik yapılması gereken sınıf olarak komşulardan bahsediliyor. Üstelik iyilik yapılması gereken komşunun dinî kimliği de dikkate alınmıyor. Mesela sahabeden Abdullah b. Amr’ın evinde bir koyun kesiliyor, Abdullah ev halkına “Yahudi komşumuza etten ikram ettiniz mi?” diye ısrarla soruyor. Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir hadisi, toplumumuzda neredeyse herkesin bildiği bir hadis. Buna rağmen acaba kaç binada bu hadis uygulamaya geçiyor? Büyüklerimiz evde pişen güzel ve ender yemeklerden mutlaka bir tabak da komşuya gönderirlerdi. Bayram ve kandil günleri komşular arası ikramlar sıklaşırdı. Yapılacak iyilikler bir tarafa, komşuluk hususunda asgari ölçü, komşuya güven sunmaktır. Resûl-i ekrem bir hadisinde peş peşe birkaç defa “Vallahi iman etmiş olmaz. Vallahi iman etmiş olmaz” buyurunca ashab kimi kastettiğini soruyor. O da: “Komşusunun, kendisine fenalık yapmasından emim olmadığı kimse.” diye cevap veriyor. Evet, komşumuz bize güvenmiyor, bizden bir kötülük geleceğini varsayıyor ve çekiniyorsa bu bizim iyi bir mümin olmadığımızı gösteriyor. Velhasıl Müslüman, her şeyden önce hal ve hareketleri ile insanların güvenini kazanmalıdır. Komşumuz tatile çıktığında evini bize emanet edebiliyor mu? Acil bir işi olduğunda güvenle evladını bize teslim edebiliyor mu? Evinde yalnız başına ölüp günlerce fark edilmeme korkusu yaşamadan hayatına devam edebiliyor mu? Bu soruların cevabı Müslüman bir toplumda hep olumludur. Ancak biz bu sorulara artık olumlu cevap veremiyorsak Kur’an ve sünnete tabi olma yolunu bırakmış, cahiliye devrinde yaşamaya başlamışız demektir. Modern dünyada hırsızlık, taciz, katil vb. birçok suçun komşular arasında cereyan ettiğini unutmayalım. Oysa güvenilir ve huzurlu bir toplum önce aile sonra komşular arasında güven çemberi oluşturarak kurulabilir.
Her tip insan bir şekilde maalesef kabul görüyor ama özellikle ahlaki zafiyeti olan Müslüman tipi en çok eleştiri nedeni olduğu gibi ahlaklı insan her ortamda sesli ya da sessiz kabul görüyor. Bugün İslam’ı temsil konusunda en önemli ve bütünlük arz eden değer, güzel ahlak konusu. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hadislerinde güzel ahlak konusu nasıl ele alınıyor?
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Resulullah’ın (s.a.v.) sünneti denince de akla ilk önce onun güzel ahlakı gelmelidir. Nitekim O, mizanda güzel ahlak kadar ağır gelecek hiçbir şey olmadığını beyan etmiş, ümmetini güzel ahlaklı olmaya sevk etmiştir. Mümin kimsenin güzel ahlakı sayesinde oruç tutan, namaz kılanların derecesine erişeceğini belirtmiştir. Çünkü nafile ibadetlerle meşgul olan zahitler sadece kendi nefisleri ile mücadele ederler. Oysa güzel ahlak sahipleri muhtelif huy ve karakterde insanların envai çeşit tavır ve hareketiyle güzelce mücadele ederler. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) güzel ahlaklı kimselere cennetin en kıymetli yerinde köşk verileceğini müjdelemiştir. Peygamberimizin (s.a.v.) güzel ahlakının merkezinde hilm yer alır. Hilm, sabırlı ve olgun davranmaktır. Öfkede mutedil olmaktır. Güzel ahlak davranışlarda dengedir. Mesela öfke duygusunun aşırılığı saldırganlık, yokluğu korkaklık ancak dengesi şecaat olarak kendisini gösterir. Müslüman saldırgan davranmadığı gibi korkak ve pasif de değildir. Bilakis cesaret ve şecaat sahibidir, teenni ile hareket eder, öfkesine yenilmeden akıllı ve olgun hareket eder. Müsrif de değildir cimri de. Cömert davranır. Güler yüzlü ve kibar olmaya, kimseyi incitmemeye gayret eder. Ahde vefa gösterir, sözünde durur, riya ve dalkavukluktan uzak durur. Huzurlu ve yaşanabilir bir dünya, güzel ahlaklı insanların sayısı arttıkça mümkündür. Resulullah’ın (s.a.v.) hadislerinden öğrendiğimiz tüm güzel ahlak ölçüleri aslında Hz. Adem’den itibaren tüm peygamberlere öğretilen değerlerin devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu nedenle de evrensel bir dile sahiptir, tüm insanlığa hitap etmektedir.