İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- “el-Hikemü’l-Atâiyye” adlı eserine şu hikmetle başlar:
“Kişinin yaptığı amele güvenmesinin alâmetlerinden biri de gaflete düşüp günah işlediği zaman ümidinin azalmasıdır.”
Âyet-i kerimede “Müminler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” (Âl-i İmrân, 3/122) buyrularak, iman ehlinin Allah’tan gayri hiçbir şeye bel bağlamaması emredilmiştir. Mümin, kendi acziyetini ve Rabbinin izni, iradesi ve ihsanı olmadan hiçbir şeye kâdir olamayacağını bilmesine rağmen, zaman zaman izafi varlıkları diyebileceğimiz; mal, mülk ve evlat gibi emanetlere güvenir ve bunlara bakarak kendini emniyette hisseder. Yine aynı şekilde ilahi rahmetin ve cennetin, yaptığı ameller nispetinde gerçekleşebileceği zannıyla, Allah’ın fazl ve rahmetine değil de amellerine itimat eder. Bu güven sebebiyle, zaman zaman günaha düşünce ya da yeteri kadar salih amel işleyemediği durumlarda, ümidi sönmeye başlar. İşte İbn Atâullah, bu yanlış zanna işaret ederek, insanın ümitlerinin ve korkularının amellerine değil, Allah Teâlâ’ya yönelmesi gerektiğini hatırlatır. Bu hikmet, Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin işaret ettiği ince bir hakikatin çarpıcı bir şekilde ifadesidir. Nitekim Allah Resülü -sallallahu aleyhi ve selem- şöyle buyurmuştur:
“(Bütün işlerinizde) orta yolu tutunuz, ne az ne de çok yaparak aşırılığa gitmeyiniz, ümitvar olunuz ve müjdeleyiniz! Şunu bilin ki hiç kimseyi ameli cennete koyamaz.” Ashab-ı kiram:
– “Sizi de mi Ya Rasulallah?” dediler.
– “Evet, Allah’tan bir rahmet kaplamadıkça beni de. Şunu da bilin ki amellerin Allah’a en sevgilisi az da olsa devamlı olanıdır.” (Müslim, Sıfâtu’l-münâfıkîn, 78)
Bu hikmetten anlaşılan gerçek şudur ki: Cennetin ya da yüksek makamların bedeli amel değildir. Belki amel ilahi rahmetin celbine bir vesiledir. Bu bakımdan hiç kimse, amelini çok görüp cenneti hak edeceğini ve yüksek makamlara bu amelleri sayesinde erişeceğini düşünmemeli; aksine amellerinin ilahi huzurda kabul edilip edilmeyeceği endişesi içinde, sürekli ilahi rahmeti ve ihsanı niyaz etmelidir. Yine aynı şekilde yaptığı amellerin azlığına bakıp ümitsizlik girdabına da düşmemelidir. Ancak bu bakış açısı, onu amellerin değersizliği inancına da sürüklememelidir. Zira Cenab-ı Hak, kulunun sa’y ü gayretini hiçbir zaman boşa çıkarmayacaktır. Nitekim “Zerre miktar hayır işleyen karşılığını görecek, zerre miktar şer işleyen de karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/7-8) buyrulmuştur. Hem ilahi rahmete her insan değil, Allah’a karşı mesuliyetinin şuurunda olan kimseler nail olabilecektir. Ayet-i kerimede Hak Teâlâ: “Ben dilediğim kimseyi cezalandırırım. Rahmetim ise her şeyi kaplar. Rahmetimi ise (ahirette) Allah’a karşı gelmekten korunan (müttaki), zekât veren ve özellikle bizim ayetlerimize iman edenlere nasib edeceğim.” buyurmuştur. (Araf, 7/156)
“Yaptığınız amelleriniz karşılığında cennete girin” (Nahl, 16/32) ayeti ile bu hikmet, zahiren birbirine zıt gibi görünse de gerçekte öyle değildir. Zira hiçbir kul, amelini öne sürerek, cenneti hak ettiğini ifade edemez. Bu tek taraflı bir ihsandan ibarettir. Yani kuluna amel yapmak için güç kudret, imkân, istek ve şevk veren Allah Teâlâ, lütfettiği bu amel karşılığında cenneti kuluna vermektedir ki bu, lütuf üstüne bir lütuftur. Çünkü kullarının amellerini de yaratan O’dur. Said Ramazan el-Butî bu konuyu bir misalle şöyle açıklar: Bir baba çocuğuna harçlık verir ve çocuk bu harçlıkla babasını memnun edecek bir iş yapar. Çocuğunun bu hareketinden memnun ve mesrur olan baba, çocuğunu tekrar mükâfatlandırır. Bu davranış, çocuğun söz konusu mükâfatı hak edişinden ziyade, babanın merhamet ve ihsanını gösterir.
Netice olarak ümitlerimizi ve korkularımızı, amellerimizin azlığına ya da çokluğuna değil, her şeyin sahibi olan Rabbimize yöneltmemiz gerekmektedir. İbn Atâullah –kuddise sirruh- bu birinci hikmetiyle, gönülleri gizli şirk kokusundan arındırmakta, tevhide yönlendirmekte ve nihâyet Allah’ın kullarına ümit aşılamaktadır.
İlahi Yardıma Yöneliş
İman en büyük bir imkândır. Zira o, zayıf ve bîçare bir varlığı, her şeye gücü yeten Yüce bir varlığa bağlayan manevî bir enerji hattıdır. Her şeye kâdir olan Yüce Mevlâ’nın eşsiz yardımını talep ederek yola çıkan kimse, elbette büyük bir ümit ve özgüven içinde yoluna devam edecektir. Zira bir müminin, başarısızlığa, acizliğe ve çaresizliğe düşüp ümitsizlik girdabına kapılması, ya gafletinin ya da iman zafiyetinin bir sonucudur.
İbn Atâullah el-İskenderî –kuddise sirruh- işte bu hakikate dikkat çekerek der ki:
“Rabbiyle yola çıkan kimse yolda kalmaz, işi aksamaz; nefsiyle yola çıkanın ise işi zor ve yolu sarp olur. Nihayette başarılı olmanın alameti, başlangıçta Allah’a yönelmektir.”
Mümin bir kul “zayıf yaratıldığı”nın şuurundadır. “Her türlü güç ve kudretin ancak Allah’ın elinde olduğunu” bilir. Bunun için “Ancak Sen’den yardım dileriz.” şuuruyla her işinde o Yüce Yaratıcı’dan yardım dilemenin gereğine inanır. Bu inançla her işine “Bismillah” diyerek başlar. Zira bilir ki, Allah’ın yardımı talep edilerek başlanılan işlerde bereketsizlik zuhur etmez. Allah Teâlâ, besmele ile başlanılan bir işi yarım bırakmaz. Nitekim Allah Resülü -sallallahu aleyhi ve selem- “Besmele ile başlanan işlerin yarım kalmayacağı” müjdesini ümmetine haber vermiştir. (Feyzu’l-Kadir, III/191)
Süleyman Çelebi bu nebevi müjdeyi Nebiyy-i Ekrem Efendimizin doğum ve miracını konu alan “Mevlid”inin başında şöyle ifade etmiştir:
Allah adın zikredelim evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya ânın sonu
Bir işe “besmele” ile başlamanın anlamı şudur: “İşime, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum. O’nun izni ve yardımıyla ve O’nun için bu işin başındayım ve O’nun adına teşebbüste bulunuyorum. Çünkü bu başladığım işin tamamlanmasında gerekli olan kuvvet ve kudret, O’nun tarafından bana verilmiştir. O bana bu kuvvet ve kudreti vermezse benim bu işi tamamlamam mümkün olmaz.”
Said Nursi -kuddise sirruh- besmelenin insana verdiği manevi gücü güzel bir misalle şöyle açıklar:
“Bedevi Arap çöllerinde seyahat eden bir adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Ta ki eşkıyanın şerrinden kurtulup ihtiyaçlarını tedarik edebilsin. Yoksa tek başına düşmanlara karşı perişan olacak ve ihtiyaçlarını yerine getiremeyecektir. İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazı idi. Diğeri mağrur… Mütevazı adam, bir reisin ismini aldı. Mağrur adam ise almadı… Reis adına seyahat ettiğini söyleyen adam, her yerde selâmetle gezdi. Bir yol kesiciye rast gelse: “Ben, filan reisin himayesinde onun adına ve onun ismiyle gezerim.” der ve böylece eşkıya da ona ilişmezdi. Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görürdü. Öteki mağrur ise bütün seyahatinde öyle belalar çekti ki tarif edilemez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil hem de rezil oldu.
İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın sınırsızdır. Düşmanın ve ihtiyaçların nihayetsizdir. Mademki gerçek budur; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Ta ki, bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremeden kurtulasın.
Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete ve rahmete bağlayıp Kadir-i Rahim’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki askere kaydolur. Devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.”
İnsan unutkan bir varlıktır. Zaman zaman ilahi iradeyi ve tasarrufu göz ardı ederek, kendi güç ve kudretine güvenip yola çıkar. Bu gibi durumlarda mümin bir kul, çoğu zaman zorluklarla ve imkânsızlıklarla karşı karşıya kalır ve o zaman Yüce Mevla’ya yalvarmaya başlar. Aynı durum inkârcı için söz konusu olmayabilir. Zira Allah Teâlâ’nın tüm varlık üzerindeki tasarruf ve gücüne inanan bir kimse ile böyle bir inanca sahip olmayan bir inkârcının karşılaşacağı tecelliler farklı farklıdır. Mümin bir kimse, bu gerçeğin farkında olarak Allah’tan yardım dilemeden bir işe yönelecek olsa, ilahi bir ikaz olarak o iş kendisine zorlaştırılırken, aynı durum inkârcı birisi için aynı şekilde tecelli etmeyebilir. Bu hal, dünyada gerçekleşen ilahi imtihanın ince bir sırrıdır, denilebilir. Mârifetullah yani Allah’ı tanıma şuuru geliştikçe, dikkat edilmesi gereken edepler de aynı ölçüde gelişip derinleşmesi gerekir. Bu sebeple denilmiştir ki: “Salih kulların yaptığı nice güzel görünen ameller vardır ki o ameller mukarrebîn adı verilen Hakk’a yakın kullar tarafından yapılacak olsa onlar için kusur sayılır.”
Bir mümin için Allah’ın kapısına müracaat, bütün kapıların kapanıp çaresiz kalındığında yapılması gereken bir müracaat değildir. Tam aksine, Yüce Rabbimizin yardım ve inayet kapısı, işin başında, devamında ve sonucunda her zaman yönelinmesi gereken ulvi bir kapıdır. Şu ezeli hakikat her müminin gönlünde nadide bir nakış gibi yazılı olmak durumundadır:
“Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakıverirse ondan sonra size kim yardım edebilecektir? Müminler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (Âl-i İmrân, 3/160)
Allah’a inanan bir kula acizlik yakışmaz. Zira o her şeye gücü yeten bir Rabbin kuludur. Mümin, kendini hiçbir zaman sınırsız bir güce sahip göremez, görmemelidir de. Bununla beraber sınırsız bir güce dayanıp güvendiğinde, başaramayacağı herhangi bir işin olmayacağının da farkında olmalıdır. Resül-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimizin şu hadis-i şerifleri, bir Müslümanda bulunması gereken ufku, iş yapma tarzını ve hadiseler karşısında takınması gereken tavrın ne olması gerektiğini veciz bir şekilde ortaya koyar:
“Kuvvetli mümin, (Allah katında) zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevimlidir. (Bununla beraber) her ikisinde de hayır vardır. Sen, sana yararlı olan şeyi elde etmek için hırsla çalış. Allah’tan yardım dile ve asla acizlik gösterme. Başına bir musibet gelirse, “şöyle yapsaydım, böyle olurdu” diye hayıflanıp durma. “Allah’ın takdiri bu, O, ne dilerse yapar.” de. Zira “eğer şöyle yapsaydım” sözü şeytanı memnun edecek işlerin kapısını açar.” (Müslim, Kader 34. Ayrıca bk. İbni Mâce, Mukaddime 10.)
Güç ve kudretin Allah’a ait olduğu, O’nun izni ve iradesi olmadan hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceği inancı, hakikatte büyük bir gönül huzuru ve sarsılmaz bir ruh dengesinin teminatıdır.
Ebû Mûsâ -radıyallahu anh- anlatıyor:
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün bana hitaben:
– “Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana bildireyim mi?” buyurdu. Ben de:
– “Evet, Yâ Resûlallah, bildir.” dedim. Şöyle buyurdu:
– “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (deyip bunun gereğine iman etmendir. Yani her türlü güç ve kudretin ancak Allah’ın izni ve iradesi ile gerçekleşebileceğinin şuurunda olmandır.) (Buhari, Megâzî 38, Daavât 50; Müslim, Zikir 44-46.)
Cenab-ı Hakk’ın kulunun elinden tutup onu başarıya eriştirmesi, dinî literatürümüzde “tevfik” ya da “hidayet-i mûsile” olarak adlandırılır. Bu sebepledir ki selef-i salihinin birbirlerine olan duaları zaman zaman “Allah sana tevfikini refîk etsin” şeklinde olmuştur. “Tevfik” nimeti, Allah Teâlâ’nın mümin kuluna özel bir lütfudur. Bu yüce nimeti O’ndan sürekli talep etmek, kulluk yolculuğumuzun en önemli azığı olacaktır.
İlahi yardım talebiyle başlanılan işlerde, unutulmaması gereken diğer bir Rabbani prensip, Allah’ın kâinat nizamına koyduğu temel esaslara (sünnetullah) ve sebeplere hakkıyla riayet etmektir. Bu esası görmezden gelmek, hakikati eksik idrak etmek demektir. Başlangıçtaki ilahi yardım talebi, sonucu oluşturacak sebepler kapısının kolayca açılmasını temin edecek önemli bir anahtar mesabesindedir. Netice kulun istemediği şekilde gerçekleşirse, bu sonuçta da daha başka hayırların olduğunda şüphe yoktur. Zira hayırlı sonuç, her zaman bizim severek arzu ettiğimiz şey olmayabilir. Kur’ân-ı Kerim bu hakikati şöyle beyan eder:
“…Hoşunuza gitmeyen öyle şeyler vardır ki, o şeyin olması sizin için bir hayırdır. Yine olmasını arzuladığınız öyle şeyler vardır ki, o şeyin gerçekleşmesi sizin için bir şerdir. Allah bilir siz bilemezsiniz” (Bakara, 2/216)
Her zorluğu kolaylaştıran Yüce Allah’ın yardımını, yine O’nun bize öğrettiği şekilde zât-ı ulûhiyetinden talep etmek, ilahi inayete ulaşmamızı kolaylaştıracaktır. Kullarına eşsiz merhameti olan Rabbimiz işte bu yolu bize şöyle öğretir:
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 2/153)
Hülasa bir işe başlamadan önce Hakk’ın yardım ve tevfikini sabırla ve ısrarla talep etmek, işimizi kolay ve yolumuzu asân edecektir.