Bir cemiyette bir insanın fiyatı belirlenmişse toplumdaki her fert kendi fiyatı hakkında bir tahayyüle ulaşır. Yersiz yurtsuz insanları alıp satan Mekkeliler bu işi yaparken kendilerini de bir meta olarak tezgâha koyduklarının farkında mıydılar? Soruya ‘hayır’ demek mümkün görünmüyor. Dünyanın öteki kesimleri gibi Mekkeliler de her insanın bir fiyatı olduğunu düşünüyorlardı herhalde! Mekke, beden gücünü esas alarak inşa edilmiş ve değer anlayışı kaba kuvvete göre şekillenmiş bir cemiyet hayatına sahipti. Tekasür ve Humeze gibi sûrelerde başta olmak üzere, Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde Mekkelilerin güç ve değer anlayışları tasvir edilir. Bu tasvir insana o kadar yakın ve aşina gelir ki, kimse yüzyıllar öncesinin cemiyetinden söz edildiğini düşünemez. Sürekli biriktiren, mal toplayan, mülkün ve kalabalığın kendisini ebedileştireceğini zannedenler ile aramızda yabancılık hissi oluşmaz. Hz. Peygamber zayıflara, kölelere, çaresizlere, kimsesizlere dikkatleri çekerken sadece o insanlarla ilgili bir şey söylemiş değildi. Söz konusu insanlar üzerinden kendilerini de bir meta sayanlara insan olmanın paha biçilmez kıymetini hatırlatmış, yeryüzündeki en güçlü ve en zengin insana şöyle demişti: İnsan olmanın anlamını idrak edersen tahayyül edemeyeceğin kadar kıymetlisin!
Bu mesajda iki netice saklıydı. Birincisi, insanı değersizleştiren onun fakirliği ve çaresizliği ise herkes ‘fakir’ ve çaresizlikte müşterektir. Herkes bir köle kadar değersiz, cemiyetteki en zayıf insan kadar çaresizdir. Sahip olduklarımız zayıflığımızı ve çaresizliğimizi telafiye hiçbir zaman yetmeyecektir. Hz. Musa’nın “Rabbim! Bana indireceğin her hayra muhtacım.” ifadesi sufi-metafizikçiler tarafından bir insanlık durumuna dönüştürülerek “İnsan her daim çaresiz ve fakir olandır.” diye yorumlandı. İkinci nokta ise fakirliğin ve çaresizliğin perdelediği ikinci yönümüzdür. İnsanın değeri, bu ontolojik fakirliği ve çaresizliğin idrakinden beslenen iman ve ahlakla hayatı mamur kılmasına bağlıdır. Üstünlük insana verilmiş olanlarla değil, verilmiş olanları istimal etme yeri ve tarzıyla belirlenir. Hakk’a niyazında “Yunus kapında kuldur, sultandan içeru.” derken Yunus Emre bu paradoksal duruma işaret eder: Bir köle fakat sultandan içerde!
DİN VE FELSEFE
Din ile felsefe arasındaki farklardan birisi, dinin insanı bütün olarak ihata edebilmiş olmasında saklıdır. Klasik felsefe özel bir kabiliyet fikrine dayalıdır ve bu kabiliyet insanlar arasında zorunlu bir hiyerarşiyi öngörür. Kadim toplumların kast sistemleriyle felsefi düşünceleri arasında zorunlu bir bağ vardı. Toplumlarda en üst kesimi teşkil edenler filozoflar ve krallar, sonra askerler ve yöneticiler, sonra ticaret erbabı ve en nihayetinde köylüler gelirdi. Bu anlayış kadim dünyanın hemen her yerine hâkimdi. Dinler, felsefenin şehrin dışına savurduğu sıradan insanı keşfederek bütün insanlığı ‘insan’ olmanın anlamında birleştirerek bu eksende yeni bir ‘şehir’ inşa etti. Artık şehirde üstünlük, kabiliyete ve tevarüs edilmiş statülerle değil, verilmiş kabiliyetle ‘iktisap’ edilen değerlere -ahlak- bağlanarak eski sınıfsal yapı yıkıldı. Ancak bu süreç hemen anlaşılabilecek bir süreç değildir. Burada dikkatimizi çekmesi gereken çok önemli bir husus vardır: Mekke Arapları söz konusu olunca kaba kuvvet merkezli insan ve değer anlayışı, inancı tümüyle reddeden bir anlayıştan beslenmiyordu. Japon şarkiyatçı T. İzutsu semantik yöntemi kullandığı çalışmalarında Arapların belirli bir Tanrı inancına sahip olduklarını ortaya koymaya çalışmıştı. Bu düşünce daha önce İslam düşünürleri tarafından da söylenmişti. ‘Kaba kuvvet’ merkezli bir cemiyet, bu anlayışını kalıcı hale getirmek için her şeyi araçlaştırır ve -mesela- Tanrı’ya ve dine de başvurabilir. Burada bir paradoks vardır: İnsan ontolojik olarak kendinden üstün saydığı bir Tanrı’ya inanırken -kendisini değiştirmek yerine- onu hayvanî nefsin hizmetkârı yapabilir. Sınırlanmış bir Tanrı’ya sahip olmak, hayvanî nefsin ve ondan beslenen cemiyet hayatının varlığını sürdürmesine hizmet eder. Tasavvufun tabiriyle, bu anlayışta din ve Allah ‘insana göredir’ onun tarafından belirlenmiştir. Merkezde tutulan ve muhafaza edilen insanın kendisi ve duygularıdır. Hz. Peygamber tam olarak bunu değiştirdi ve insanlara kendisine göre yaşayacakları bir Allah’ın adını yüceltmelerini talim etti. Bu büyük değişim, yani ‘insana göre’ olanın yerine ‘Allah’a göre’ olanın konulmasını anlamadan Hz. Peygamber’in bir şehri nasıl inşa ettiğini anlayamayacağımız gibi, günümüzde niçin İslam’ın aynı dönüştürücü güce sahip olmadığının cevabını da bulamayız. Din merkeze Allah’ı yerleştirdiğinde insan zorunlu olarak ‘ikincil’ varlık haline geldi ve ne olduysa bu değişimle oldu!
İLK VAHYİ ANLAMAK
Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy ‘oku’ diye başlar. Bu emre karşılık Hz. Peygamber’in cevabı ‘ben okuma bilmem’ veya ‘ben okur değilim’ şeklinde tercüme edebileceğimiz bir cümleydi. İlk vahiy üzerinde, geri kalmışlığın en önemli sorun haline geldiği modern dönemlerde konuşulmuş, akıl-din ilişkilerinin karmaşık meseleleri bu ‘oku’ emrinden hareketle İslam’ın lehine ve tarihin aleyhine olacak şekilde çözülmek istenmişti: “Müslüman’ın başarısızlığı ‘oku’ emrine kulak tıkamaktır.” şeklindeki hüküm, geri kalmışlık sorunu nedeniyle bütün Müslümanları ‘günahkâr’ ilan etmişti. Müslüman aydınların bir çıkış yolu bulmak için bir ayet-i kerimeye yönelmeleri tabiiydi. Fakat buradan çıkarttıkları neticeler ile ayetin bütünü arasındaki irtibat zayıftı. Bu zayıflık Hz. Peygamber’in cevabını dikkate almamada da kendini gösterir. ‘Ben okuyamam’ veya ‘okur değilim’ cümlesi, hiç kuşkusuz bir vakıaya işaret etmekteydi. Hz. Peygamber kelimenin sözlük anlamıyla ‘ümmi’ idi ve hayatının sonuna kadar da öyle kaldı. Bazı tasavvuf metinlerinde ümmilikten ahlakî bir makam olarak söz edilmiş olması vakıayı değiştirmez. Kitabî bir medeniyetin bir ümmiden doğmuş olması, bir mucize kabul edilmiştir.
İlk vahiyde dikkatimizi çekmesi gereken iki husus vardır: Birincisi ‘oku’ emrinin konusudur. Hz. Peygamber’e “yaratan Rabbi’nin adını” okuması emredildi. “Allah’ın adını okumak”, “besmele çekmek-okumak” demektir. Demek ki Allah Hz. Peygamber’e önce ‘besmele’yi talim etti. Din, insanın mahiyet ve kimlik arayışına bir cevap ise -ki öyledir- besmele cevabın ilk kaziyesi olmalıdır. Bu itibarla ilk vahiy insana varlıktaki yeri ve durumu hakkında kesin bir bilgi vermiştir. İkincisi Hz. Peygamber bu ilahi buyruk karşısında -iddiayı değil- acizliğini beyan etti. Başka bir ifadeyle Allah’ın emirleri karşısında insanın acizliği! İlk vahiydeki bu ikili durumun dinin bütününe sirayet eden temel bir hususiyet teşkil ettiğine dikkatimi ilk çeken, hocam Prof. Dr. Mustafa Tahralı idi: Müslümanlık Allah’ın buyruğu karşısında acizliğin itirafıyla başlamıştır! “Attığında sen atmadın, fakat Allah attı.” ayet-i kerimesi dinde sürekli işlenmiş bu paradoksun ifadesinden ibarettir.
Bir cemiyetin değiştirilmesi insan ve varlık hakkında hakiki bir bilgiyle mümkün olabilir. İlk vahiy ile insanlığa ulaştırılan tam da bu bilgiydi. “Allah’ın adıyla başlamak”, önceliği ve üstünlüğü sadece Allah’a ait görmek ve iddiadan vazgeçmek demektir. Sufiler ‘varlığın (ispat-ı vücûd) en büyük günah’ derken bu iddiaya dikkatlerimizi çektiler. Her türlü üstünlük, öncelik, ilk olmak vs. Hakk’a ait iken insan için yegâne üstünlük ve değer O’na yaklaşmadadır. Sufi metafizikçiler insanı ‘ikinci’ veya ‘ikincil’ anlamlı isimlerle isimlendirirken besmelenin bu anlamına dikkatimizi çekmişlerdi. ‘Besmele’ çekmekle insan ikincilliği itiraf etmiş demektir. Allah ilk ve üstün iken insan ‘ikincil’ olandır. İnsan için Kur’an-ı Kerim’de geçen halife kelimesi bu ikincilliğe işaret ederken, sufi metafizikçiler iki ayrı terimden daha bu ikincilliği çıkartmışlardır. Birincisi dinin maksadını teşkil eden “veli” kelimesidir. Kelimenin köklerinden birisi öndekini takip eden anlamındaki vela-yeli’dir. ‘Veli’ ikinci olan veya öndekini takip eden demektir. Demek ki tasavvufun gayesi insana varlıkta asıl değil, fer’ ve takipçi olduğunu öğretmektir. İnsanın varlıkta ikincilliğini ifade eden diğer bir kelime de ‘namaz kılan’ anlamındaki musalli’dir. İbnü’l-Arabî’nin dediğine göre ‘musalli’ yarışta ikinci gelen at için Arapların söyledikleri bir kelimedir. Namaz insana varlıkta ikinci ve fer’ olduğunu öğreten bir ibadet olarak besmeledeki anlamı talim eder: İlk olan Allah iken insan bunu idrak ettiği sürece hakiki bir insandır.
Hz. Peygamber yeni şehri, Besmele’de dile getirilen bu ilke ekseninde inşa etti. Bu şehirde insan olmanın anlamı Allah’a göre tanımlandığı gibi aynı zamanda insanın varlıktaki yeri ve değeri öğretildi; çaresizlik, fakirlik, zayıflık, kudret, zenginlik vb. yeniden tarif edildi. İslam insana “Allah’ın adını” okumayı talim ederken kaba kuvvetin ve onun değer hiyerarşisinden halas bulup gerçek insan haline gelmenin yolunu besmeleye bağladı. Süleyman Çelebi’nin sözüyle bağlayalım: “Allah adın zikredelim evvela!”