Manidar Nüktelerden Bir Demet

Hz. Nuayman’ın İkramı
    Hz. Nuayman sahabenin neşe kaynağı. Bazen nahif, bazen ağır şakalarıyla esprili, neşeli ve rahat tavırlarıyla sahabe içerisinde farklı bir kişilik profili. Bizim tahayyül ettiğimiz ağırbaşlı, vakur ve ciddi sahabe imajından farklı, sıra dışı bir kişidir o. Ne yaparsa yapsın; Bedir Ashabı’ndan olması hasebiyle dokunulmazlığı var dense yeridir. Şakalarıyla Efendimiz’i de (sav) çok güldürmüş adeta hüznüne neşe katmıştır. Bir gün Rasulullah Efendimiz (sav), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer mescitte önemli bir hususta istişare toplantısı yaparken elinde bir sepet yaş incirle Nuayman içeri girer. İnciri sepetiyle getirip Efendimiz’in önüne kor. Rasul-i Ekrem “Ya Nuayman! Bunu niçin getirdin?” diye sorar. Nuayman “Ey Allah’ın Rasulü! Çalışmaktan yorulduğunuzu ve acıktığınızı düşünerek size incir ikram etmek istedim!” der. Teşekkür ederler. Nuayman inciri bırakarak dışarı çıkar. Sohbet ederek zevk ve iştahla incirleri yerler. Bir zaman sonra Nuayman içeri girerek ayakta öylece beklemeye başlar. Efendimiz sorar: “Hayrola Nuayman, bir sorun mu var?” Nuayman: “Efendim!” der; “İncirlerin parasını almaya geldim!” Hz. Ömer çok öfkelenir. Efendimiz onu yatıştırdıktan sonra Nuayman’a dönerek sorar: “Sen incirleri bize hediye etmemiş miydin?” Nuayman:
“Efendim! Ben fakir bir insanım, böyle bir hediyeyi size nasıl alayım! Pazar yerinden geçerken baktım ki turfanda incir çıkmış. Tadına önce siz bakın diye kaptığım gibi buraya koştum. Pazarcı şu anda incirin parasını bekliyor!” der. Hep birlikte gülüşürler ve Nuayman’a gerekli ödemeyi yaparlar.

Hz. Nuayman’ın Köle Şakası
    Hz. Ömer’in halifelik dönemi… Halife fakir, öksüz, yetim ve dullar için bir aşhane kurar. Bir sahabeyi aşhanenin yemek dağıtım işlerinde yetkili kılar ve eline de yemek almaya hak kazanan fakirlerin listesini tutuşturur. “Listenin haricinde hiç kimseye yemek vermeyeceksin!” diyerek sıkı bir tembihte bulunmayı da ihmal etmez. Nuayman bir öğlen vakti aşhaneye gelerek yemek ister. Görevli şöyle bir listeye göz gezdirdikten sonra Nuayman’ın listede kayıtlı olmadığını, bu nedenle yemek veremeyeceğini söyler. Nuayman ısrar eder, sahabe vermemekte direnir. Bu işin güzellikle olmayacağını anlayan Nuayman,
“Bak şayet vermeyecek olursan seni pişman ederim!” diyerek onu tehdit eder. Görevli sahabe “Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın. Bas git şurdan!” kabilinden laflar eder. Nuayman,
“Sen bilirsin, günah benden gitti!” diyerek oradan ayrılır. Medine pazarına gider. Pazarda köle tacirlerini görür. Adamlar son alım-satımlarını tamamlamış ve Şam’a dönüş hazırlığına başlamıştır. Yanlarına yaklaşarak “Almak isterseniz benim de değerli bir kölem var, onu size satayım!” der. Adamlar kabul eder. Kısa bir pazarlıktan sonra ucuz bir fiyata anlaşırlar. Nuayman “Yalnız” der; “Kölemin bir kusuru var!” Tüccarlar “Neymiş o?” derler. Nuayman
“Bizim köle kendisini hür zannediyor!” der. Adamlar “Bu da kusur mu canım, bu söylediğin bütün kölelerin ortak hastalığı!” derler. Nuayman “Öyleyse düşün peşime!” diyerek adamları aşhanenin önüne kadar getirir. Parmağıyla göstererek “İşte şu adam benim kölemdir, alın hayrını görün!” der. İri yarı birkaç adam içeri girerek sahabeyi derdest edip kuş gibi havalandırırlar. Bu adamların köle taciri olduğunu anlayan sahabe “Ne yapıyorsunuz, bırakın beni, ben hür bir insanım!” diye söylense de adamlar “Geçeceksin bunları, biz çok duyduk bu hikayeyi!” diyerek sahabeyi devenin hörgücüne sıkıca bağlayıp Şam’a doğru yola revan olurlar. Bu esnada yemek vakti gelmiş ve aşhanenin önünde fakirler sıraya girmiş beklemektedir. Bir hayli bekledikten sonra görevlinin işinin başında olmadığını bildirmek üzere Hz. Ömer’i olay yerine çağırırlar. Halifenin kısa bir soruşturmasıyla görevli sahabenin, Nuayma’nın şakasına kurban gittiği anlaşılır. Derhal bir müfrezeyi Şam yoluna çıkararak sahabeyi esir tüccarlarının elinden kurtarıp görevinin başına getirirler.
    
İyi Komşu İçin İstenen Hava Parası   
    Bir adam sıkı bir pazarlıktan sonra evini elli bin dirheme satar. Alıcıyla el sıkıştıktan sonra; “Bu bedelin haricinde bana yirmi bin dirhem daha ödeyeceksin!” der. Alıcı şaşkınlıkla “Pazarlığın haricinde bu istek de nerden çıktı?” diye sorar. Satıcı cevap verir:
“Bitişiğimizdeki komşum Zahiri ile komşu olacaksın. Böyle takva ve mübarek bir insanla birlikte yaşamak paha biçilmez bir şeydir. O nedenle bu büyük nimeti bir bedeli olmadan sana devredemem!” Alıcı bu garip istek karşısında şaşkındır ve fazladan ödeyebileceği bir parası da bulunmamaktadır. Bu esnada oradan geçmekte olan Zahiri, bu iki kişi arasındaki pazarlığın son bölümündeki konuşmalara istemeden kulak misafiri olmuştur. Alıcıyı yanına çağırır ve şöyle bir teklifte bulunur: “Bak kardeşim! Bu ev gerçekten de çok güzel. Gel sen bu fırsatı kaçırma! Satıcının son istediği yirmi bin dirhemi ben sana hediye ediyorum. Şimdi git ve teklifini kabul et!” der.

Kötü Komşu Nedeniyle Bedava Giden Ev

    Tabiinden Ebul Esved, mizahi tefekkürleri ile tebarüz eden bir şahsiyet. Medine’nin en güzel mâlikânelerinden birisine sahip. Ancak kendisinin girip-çıkıp sürekli taciz eden başbelası bir komşusu var. Bu nedenle rahat, huzur, uyku tünek nedir bilmiyor. Ebul Esved güzeller güzeli evini çok düşük bir fiyatla satılığa çıkarıyor. Ev hemen, başüstü satılıyor. Dostları etrafını sararak çıkışıyorlar kendisine: “Esved! Böylesine değerli bir evi sudan ucuz bir fiyata ne demeye sattın?” Ebul Esved gönül huzuru ile cevaplıyor: “Hayır! Ben evimi satmadım!” Dostları “Yahu, evi boşalttın, yeni sahibi de eve yerleşmekle meşgul. Satmadım da ne demek!” dediklerinde, Esved dostlarının merakını şu sözlerle gideriyor: “Ben bu düşük fiyata evimi satmadım; komşumu sattım! Ev arada öylesine gitti!...”

    Herkes Uyumuyor İşte!    
    Medine havalisinde genellikle eşek veya deveye binerlermiş. At çok pahalı ve lüks bir binek olduğundan yok denecek kadar azmış. Ebul Esved’in de hiç atı olmamış. Günün birinde eli genişleyince bir at satın almış; getirmiş ve ahıra bağlamış. Hayatında ilk kez ata binecek! Sabahleyin at koşturmak hayaliyle uykuya dalmış. Gece yarısı bir at kişnemesiyle uyanmış. Hemen hizmetçiyi çağırarak ahıra gidip durumu öğrenmesini söylemiş. Biraz sonra hizmetçi gelerek rapor vermiş: “Efendim! At ipini kırmış, önündeki samanları bırakmış, arpa çuvalına yönelmiş. Gecenin bu vaktine kadar da ne kadar arpa varsa hepsini yemiş, tüketmiş. Şimdi de keyfinden kişneyip duruyor!” Ebul Esved biraz düşündükten sonra şöyle demiş: “Ben gaflet içerisinde uyurken, acizliğimden ve çaresizliğimden yararlanarak malımı yiyip tüketen birisiyle ilişiğim olamaz. Sabahleyin bu hayvanı pazara götürüp satınız!”
Dilencinin Şerri
    Cami çıkışında dilencinin biri cemaatin önünü keser. Diller dökmekte, duygu sömürüsü yapmakta herkesten bir şey istemektedir. Öyle askıntı öyle ısrarcıdır ki cemaat Ebul Esved’e dönerek bir çözüm bulmasını ister. Esved dilencinin koluna girerek onu evine götürür. Yedirir, içirir, elbiseler giydirir, harçlığını verir. Dilenci işi gücü olduğunu ve gitmek istediğini söyler. Esved “Hayır!” der. “Akşam oldu bu gece misafirimsin, bende kalacaksın!” Dilenci çaresiz kabul eder. Sabah olunca yine ikramlarda bulunur ve mükellef bir kahvaltı yaptırır. Bütün bu güzel davranışlardan ve cömertlikler karşısında dilenci merakı mucibince sorar; “Bugüne kadar kimse bana bu kadar cömert davranmadı, kimsenin evinde sabahlamadım. Söyler misin bende nasıl bir cevher gördün ki böylesine kusursuz bir hizmette bulundun?” Esved cevap verir: “Herhangi bir meziyete sahip olduğun için yapmadım bu hizmetleri; bir gün boyunca evimde alıkoyarak Ümmet-i Muhammed’i senin şerrinden korudum!”

Babalar ve Oğulları     
    Yıl 1970. Dostumuz Turgut Mursal’ın dedesi Abdullah Efendi çimento fabrikasından emekli olur. Karşı komşuları Galip Efendi gelerek: “Abdullah! Hayırlı olsun; emekli olduğunu duydum. Bu arada toplu emekli ikramiyeni de almışsın. 15 gün sonra geri vermek üzere emekli paranı borç olarak istemeye geldim.” der. Abdullah Efendi “Evde durana kadar sende dursun komşu.” diyerek toplu parayı Galip Efendi’nin eline kor. 15 gün gelir, geçer; Galip Efendi bir 15 gün daha ek süre ister. Zaman su gibi akıp gider. Borç ötelene ötelene üzerinden bir sene geçer; Galip Efendi’de tık yok! Sabır taşı çatlayan Abdullah Efendi gelip kapıya dayanır. Fakat o da ne! Galip Efendi borcunu inkar etmesin mi? “Git” der; “Ben senden borç filan almadım! Bana para verdiğine dair senet yok, sepet yok! Yürü, anca gidersin! Hangi taş büyükse kafanı ona çal!..” Abdullah Efendi üzgün bir şekilde evine döner ve kaybettiği paraların üzerine bir bardak soğuk su içer!... Gün gelir, devran döner; bu iki komşu da günahlarıyla, sevaplarıyla bu dünyadan göçüp giderler. Yıl 1990. Aynı mahalle ve aynı karşılıklı evler. Bu kez olayın kahramanları ölen iki şahsın oğulları. Abdullah Efendi’nin oğlu Adem ve Galip Efendi’nin oğlu Şaban… Adem emekli olur ve toplu ikramiyesini alır. Acil paraya ihtiyacı olan Şaban, Adem’in kapısını çalar; “Adem Kardeş! Emekli olduğunu duydum, hayırlı olsun! Emekli ikramiyeni de almışsın. Alacaklılar sıkıştırıyor, toplu ödemem var. Evde bekletene kadar, paranı bana ver; şu ödemeleri atlatayım, 15 gün sonra paranı fazlasıyla iade ederim!” dedikten sonra biraz durur ve bir bağlantı cümlesiyle konuşmasını noktalar: “Adem Kardeş! Şu anda aklından geçenleri biliyorum; hiç kuşkun olmasın, vallahi ben babam gibi yapmam!” Adem, Şaban’ın gözlerinin içine bakarak şu cevabı verir: “Ya demek öyle; sen baban gibi yapmazsın ha! Sen baban gibi yapmazsın da ben babam gibi yapar mıyım?...”

Modernite Felaketi
    Dalay Lama Löbsang, beş yaşında ailesi tarafından manastıra verilmiş, bir daha da oradan çıkmamış. Himalayaların dört bin metre yüksekliğindeki bir manastırda 65 yaşına ulaşmış. Aşağılardan, dünyadan, medeniyetten hiç mi hiç haberi yok! İngiliz bilim adamları bu ilginç insan tipinin tepkilerini ölçmeye karar vermişler. Deneyler İngiltere’de yapılacak. Lama, İngiltere’de bir gün misafir kalması ve tekrar Himalayalar’a getirilmesi koşuluyla bu teklifi kabul etmiş. Uçak Londra havaalanına inip kapılar açıldığında araştırmacılar -ne tepki verecek diye- pür dikkat Lama’ya yoğunlaşmışlar. Gidenler, gelenler, yoğun bir trafik, koşuşturan insanlar vs… Dalay Lama’nın gözleri faltaşı gibi açılmış, hiçbir tepki vermeden öylece kalakalmış. Durumu izleyen bilim adamları kendi aralarında şöyle konuşuyorlarmış:
“Tabi canım! Adam hayatında ilk kez medeniyet gördü, teknolojik bir ortam ve modern insan tiplerine şahit oldu. Bu nedenle şok geçiriyor!” Bir zaman sonra Lama’yı silkeleyip uyandırmışlar. Biri sormuş: “Ekselansları! Neler düşündüğünüzü bizimle paylaşmak ister misiniz?” Lama Cevap vermiş: “İnsan var mı diye bakınıyorum! Şu gördüklerimin hepsi de iki ayak üzerinde yürüyen hayvanlar! Ne auralarında ne de beyin dalgalarında düşünce izine rastlamadım. Hepsi de içgüdüsel hareket ediyorlar!”

Her Şey Yerinde Güzel; Sahibinde Güzel
    Bugünkü Meksika topraklarında 18. yüzyıla kadar Aztek Medeniyeti hüküm sürmekteydi. İki milyon insanın yaşadığı muhteşem bir Aztek başkenti vardı ki kayıtlara göre seyredeni büyüleyen muazzam ve görkemli bir şehirdi. Kolonici İspanyol korsanı Cortez, Aztek kralına; şehri kendilerine teslim etmeleri, aksi halde herşeyi yerle bir edeceğini bildirdi. Bu haydutun teklifine Aztek kralı haklı olarak olumsuz cevap verip ülkelerini kanlarının son damlasına kadar savunacaklarını bildirdi. Aylarca süren top atışları ve yoğun bombardımandan sonra şehir tam bir harabeye döndü. İspanyol askerler iki milyon zavallı Aztek’i acımasızca katlettiler. Bu esnada kumandan Cortez yüksek bir tepeden hem katliamı hem de yerle bir olmuş şehrin kalıntılarını izliyordu. “Yazık!” dedi; “Bu şehir eskiden çok güzeldi çok!” Yaveri cevap verdi: “Ama senin değildi!”

Cahil Bedevi Felsefe Yaparsa
    Eskilerin ehl-i hikmet dedikleri bir bilge felsefeci sıcak çölde yalın ayak, başı kabak yolculuk ediyormuş. Tek dostu ve dayanağı elindeki bastonuymuş. Bir ticaret kervanı geçmiş önünden. Fakat bir deve ve onun sahibi olan bedevi geride kalmış. Felsefeci niçin bu deve geride kaldı acaba diye meraklanmış. Biraz dikkat edince devenin yükünün çok fazla olduğunu, bu nedenle hayvanın yürümekte güçlük çektiğini anlamış. Bedeviye sormuş: “Ey kervancı! Yükün nedir?” Bedevi “Buğday!” demiş. Fakat feylesof yakından inceleyince sağ kefenin ağzına kadar taş yüklü olduğunu görmüş. Felsefeci “Buğday taşıdığını söylüyorsun ancak sağ kefede taş yüklü olduğunu görüyorum!” demiş. Kervancı cevap vermiş: “Sol kefeye buğday yükleyince hayvan dengeye gelsin diye sağ kefeye de taş doldurdum!” Felsefeci “Yanlış yapmışsın!” demiş. “Taşla dengelemek yerine buğdayı iki kefeye bölseydin işin kolaylaşırdı; hayvan da eziyet çekmezdi!” Cahil bedevi bu bilge kişinin zekasına hayran kalmış. Biraz sohbet ettiklerinde onun felsefeci olduğunu anlayınca tavırları değişmiş, dudak bükmüş ve ona tepeden bakarak “İlk bakışta çok zeki ve akıllı bir insan gibi görünüyorsun ancak ıssız çöllerde yolculuğa çıkarken yanına ne su, ne de yiyecek almışsın. Fakir olduğun için de bir binek temin etmeye bile muktedir değilsin!” deyince, feylesof “Biz böyle bir hayatı tercih ettik!” cevabını vermiş. Bedevi mağrur bir eda ile hayatının ilk felsefesini patlatmış: Sana derim ki çalış, çabala, para kazan! Göreceksin; malın çoğalacak, bir o kadar da felsefen azalacak!
    
Okumak Hayat Kurtarır
    II. Dünya Savaşı. Japonların Pearl Harbor baskınından sonra Amerikan-Japon savaşı hız kazanır. 3500 adadan oluşan Japonya topraklarındaki bu savaşa bir bakıma adalar savaşı da denebilir. Amerikan kuvvetleri her bir adaya ayrı ayrı çıkarma yapar. Yaşlı bir Amerikan generali de askerleriyle birlikte çıkarma yaptığı stratejik öneme sahip bir Japon adasında tutunmaya çalışmaktadır. Yoğun ve zorlu bir direnmeyle karşılaştığı için geri çekilmek zorunda kalır. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim: “Ya denize dökülecek ya da toplu halde ölecektik. Çaresizlik içerisindeyken aklıma çılgınca bir fikir geldi. Birliğimi derin bir vadiye sokarak diğer ucundan geri çıkartıp tepelere konuşlandırdım. Amacım Japon generale hâla vadinin içinde olduğumuzu düşündürmek ve tuzağa düşürmekti. Gerçekten de öyle düşünen Japon general askerlerinin tamamını vadinin içine soktu. Tepelerinden ateş yağdırdık ve savaşı biz kazandık. Görevimi tamamlamış olmanın huzuru içinde emekliliğimi istedim. San Francisco’ daki evime yerleşerek bir kitap yazdım. Savaş anılarımı kaleme aldığım bu kitapta Japon generali nasıl aldattığımı ve kaçınılmaz bir mağlubiyetin büyük bir zafere nasıl dönüştüğünü de alaycı bir üslupla uzun uzun anlattım. Kitabım kısa bir sürede birkaç baskı yaparak dünyanın her bir köşesine ulaştı. Bu esnada savaş hâla devam ediyor, Japon adaları sürekli el değiştiriyordu. Benim zafer kazandığım stratejik Japon adası da aynı general tarafından yine ele geçirilmişti. Pentagon, emekli olmama rağmen beni tekrar göreve çağırdı. Üstelik düşmanı yendiğim aynı adada savaşmak üzere! Birliğimin başına geçerek adaya ikinci kez çıkarma yaptım. Kaderin bir cilvesi olarak aynı kötü pozisyona tekrar düştüm. Japonları aynı vadiye sokarak yine aynı tuzağa çekmeyi düşünebilirdim fakat bunu bütün dünyada ses getiren meşhur kitabımda uzun uzadıya anlatmıştım; bu olacak iş değildi! Velhasıl çıkış yolu bulamadığım ve yenilgiyi de peşinen kabul ettiğim için yine aynı planı uygulamak zorunda kaldım. Öylece ölümü beklerken yaptığım tek dua şuydu: “Tanrım! Ne olur; Japon general yazdığım kitabı okumamış olsun!” Savaş bitip her şey sükun bulduğunda benim görebildiğim tek bir gerçek vardı; Japon general benim kitabımı okumamıştı! Sonradan bana ulaştırılan bilgilerden de generalin okuma alışkanlığı olmadığını öğrendim!”