Saat ve Zaman / Kenan Kurban

Dalgalar bütün şiddetiyle kayaları aşmak istercesine kıyıyı dövüyordu. Bu hiddetin sebebi neydi? Deryalar, insanoğluna binbir nimet ikram ettiği halde kadir bilmezliği, Allah’a isyanı ve düşmanlığı gördükçe adeta dayanamayıp Adem neslini cezalandırmak istiyordu. Kayalar, taştan kalplerine rağmen insana insandan daha merhametliydiler. Dünya kuruldu kurulalı ummanların öfkesiyle insanoğlunun arasına girip hazin sonlarını engelliyorlardı. Aslında sonuç belliydi; kayalar bir gün belki yorulup aradan çekilince sular bu mücadeleyi kazanacaklardı. Hayır hayır, insanoğluna verilen süre dolacak, vaad edilen kıyameti tüm şiddetiyle tadacaktı. Ama o gün daha gelmemişti.

Dalgalar bugün yine çok haşindi, adeta Allah’a yalvarıyordu. O gün bugün olsun diye. Avrupa’nın dört bir yanından düşen çiğ taneleri yeni yeni isyanların, Allah’a karşı açılacak savaşın haberini getirmişti. Denizlerin bu öfke dolu sesleri dalga dalga kaledeki kalplerinin karalığının yüzlerine vurduğu adamların kulaklarına kadar geliyordu. Ama onların duymaya mecalleri yoktu. Öyle bir tokat yemişlerdi ki vücut kimyaları bozulmuş hiçbir şeyi olması gerektiğince yapacak güçleri kalmamıştı. Oysa ne kadar sevinmişlerdi. Genç ve deneyimsiz biri padişah olmuş, iştahları kabarmıştı. Bilmiyorlardı ki; o genç padişahın aklında yüzyılların bilgi birikimi ve tecrübesi, kalbinde imanın şevki, ruhunda Peygamberin hadisine mazhar olmanın coşkusu, mefkûresini gerçekleştirmek için tüm engelleri aşacak çelikten bir iradesi ve her biri bir olmuş yaşamaktan daha çok ölmeyi arzulayan kahramanları vardı.

Sırrını sakalından bile gizleyen bu ateş parçası ya şimdi Batı Roma’yı gözüne kestirmişse?.. Dillendirilmeyen fakat kalplere hâkim olan bu korkunun verdiği telaş ile hepsi akılsızca, düştükleri karanlığın içinde el yordamıyla bir şeyler yapmak istiyorlardı.

Fransızların ev sahipliği ve başkanlığında, İngiliz, Alman, İtalyan, İspanyol, Portekiz ve Papalık en güvendiği adamlarını buraya göndermişti. Fransızlar bundan önceki ve sonraki zamanlarda olacağı gibi İslam’a yapılacak her saldırının fikir babalığını yapacaklardı. Gümüş kadehlerden Fransız şarapları içilirken haritalar masa üzerinde açılmış, planlar tartışılıyordu. İngiliz temsilci olaydan en az masrafla en kârlı çıkmanın planlarını kuruyor. Alman ise ordunun ihtiyacı olan silahların tedarikini düşünüyor. İspanyol, Endülüs Müslümanlarının kanı kılıcından damladığı halde görev bekliyor. İtalyan ise korkunun verdiği heyecanla eli kılıcının kabzasındaydı. Papalık temsilcisi çimento vazifesi görüp hepsini kutsal haçın altında birleştiriyordu.
Toplantının yapıldığı odanın kapısının önünde önce bir gürültü koptu. Zorlamayla açılan kapıdan apansız, paldır küldür biri içeri girdi. Laf aramızda bu adam dünyaya da böyle gelmişti. İtalyan ve İspanyol hemen kılıcını çekti. Fransız eliyle “dur” işareti yaptı. İngiliz yerinde sakindi. Gözlerindeki sinsilikten, kimsenin bilmeyip sadece kendisinin bildiği sırrın kazandıracağı avantajı çok iyi kullanacağı okunuyordu.

Gelen; kısaya yakın orta boylu, sivri çenesi, uzun burnu ve içine göçmüş küçük gözleriyle lakabının hakkını veren Tilki Carlotta La Vorgne’ydi. Masanın üzerindekileri eliyle yere süpürttü.

- Benden habersiz plan ha… Kralların şakşakçıları siz ne anlarsınız bu işlerden diyerek yanında getirdiği kitapları tek tek masanın üzerine çıkarmaya başladı. Kur’an-ı Kerim, hadis kitapları başta olmak üzere dört mezhep imamının kitapları, İhya-u Ulumiddin ve bunun gibi İslam dünyasının temel eserlerini masanın üzerine çıkarttı. Şaşkın bakışlar arasında son kitabı eline aldı. Bu, babası Adorlee La Vorgne’nin hatıralarının yazılı olduğu günlüktü. Açtığı yerden okumaya başladı;

“Bugün ilk kez bir İslam beldesine giriş yaptım. Güneş tam tepedeydi. Adeta hayaletler şehrindeyim. Dükkânlar açık, tezgâhlar ortada öylece duruyor. Malları yüklenip gitsen dur diyecek yok. Şaşkın bir vaziyette ortamı süzerken, gökyüzüne uzanan uzun direkli büyük kubbeli yapının kapısı açıldı. Önce iki genç çıktı. Sonra vakur birisi ayakkabılarını giyip etrafındaki pervaneleriyle birlikte yol aldı. Peşi sıra diğer insanlar dağılmaya başladı. Sanki yaz geldiğinde karıncaların birden ortaya çıkışına benziyordu bu hal. Giyiminden oldukça zengin olduğu anlaşılan kalafatlı biri bana doğru geldi.

- Hoş geldin çorbacı dedi. Eliyle “takip et” işareti yaptı. Gittiğimiz yer çok çeşitli ve kaliteli kumaşların bulunduğu bir dükkândı. Tüccar da yabancı dil biliyordu. Çat pat anlaşabiliyorduk.

- Söyle bakalım nerelisin çorbacı?

- Ben Fransız gezgini Adorlee La Vorgne’yim. Çorbacı değilim.

- Gülümseyerek peki Fransız gezgin Adorlee La Vorgne çorbacısı dedi.

Bu tebessümde alaycılık yoktu. Bütün uyarılara rağmen hatasında ısrar eden çocuğunun eksiğini yüzüne vurmayıp zamanla görmesi için müsamahakâr davranan bir babanın şefkati ve sabrı vardı. Biz konuşurken bir tepsi üzerinde çeşit çeşit yemekler geldi.

Enteresan, “Aç mısın?” sorusu bile sorulmamıştı.

Çekindim, yüzünde rahatlıkla yiyebilirsin ifadesi vardı. Afiyetle yedim. İlk defa geldiğim bu İslam beldesinde ilk konuştuğum Müslim bende öyle güven duygusu hâsıl etti ki sorularımı çekinmeden sormaya başlayacaktım o söze başladı.

- Halinden buralara ilk kez geldiğin belli. Biz beş vakit, camide bir araya gelip bir olan Allah’a ibadet ederiz. Günde beş kere bir araya toplayan adeta hayatı durduran bir inanmışlık, bir sistem vay be ne güç…

- Peki o ilk çıkan kimdi?

Saygı içerisinde;

- Himmet Baba, babamız…

Demek ki buradakilerin çoğu onun evladı veya torunuydu…

- Kerim, Fransız çorbacıyı tekkeye götür…

Çırak önde ben arkada taş ve kerpiç evlerin arasında yol almaya başladık. Çocuk birden yere eğildi yerdeki kağıt parçasını alıp bir duvar deliğine dürüp yerleştirdi. Kağıta niye bu kadar hürmet gösterilirdi ki? Kapıların bazıları zayıf bir iple bağlanmıştı. Bir kaçında ise salık ipte bir-iki düğüm vardı. Bu insanların kilitten haberi yoktu ya da icat edilmemişti. Yolun bittiği yerde sonuna kadar açık büyük bir kapının önüne geldik. Üzerindeki yazıyı çocuğa okuttum, anlayabildiğim kadarıyla;

“Edep Ya Hu” yazıyormuş. Durduğumuz eşikten çırak “içeriye buyur” işareti yaptıktan sonra eliyle hoşçakal diyerek ayrıldı. Bu haliyle, ben seni ancak kapının önüne kadar getirebilirim girip girmemek senin şahsi tercihin. Seçimine müdahale etmem.

Muhatabına ne büyük bir saygı. Sanki okuduğu cümle onda hayat bulmuştu. Küçük bir sübyana bile bu terbiyeyi verenler; kuru bir bilgi sahibi sıradan insanlar olamazdı. Eşikten içeri girme arzum artarken korkularım da derinden depreşmişti. Ya bir daha çıkamaz isem……

Her şeye rağmen çocuktan aldığım edeple içeri girdim. Birçok insan vardı. Göze düzensiz görünen aslında büyük bir intizam vardı. Her şey ve herkes olması gerektiği yerde işini yapıyordu. İçeride tesbih taneleri misali dizilmiş büyük bir halka vardı. Himmet Baba, uzansan dokunabileceğiniz kadar yakın, uludağlar misali erişilmez haliyle dairenin içerisinde başı ve sonu o idi. Her haliyle bunu belli ediyordu. Anlaşılan bu halkaya, beldeye terbiyeyi o vermişti. Ona baktıkça sadece daireyi değil başka başka âlemleri, yerleri de terbiye eder bir hali vardı. Gözleri açıkken etrafını süzüyor, yumunca kimsenin göremediği yerleri, olayları görüyordu. Sanki etrafında görünmez habercileri, yardımcıları mevcuttu. Onlarla bilinmedik yöntemlerle iletişime geçip işini yaptırıyordu. Neşe, muhabbet ve huzur Himmet Baba’nın manevi nefesiyle birleşince okyanustaki girdap misali etrafındaki her şeyi içine doğru çekiyordu. Fakat bu girdap ona kapılanları helak etmiyor. Alıp başka başka âlemleri gezdirip harikuladelikleri tanıttıktan sonra sizin içinize yöneltip cevherinizi ortaya çıkartan bir acayiplikti. Aman Tanrım! Elimi usulca cebime atıp kutsal haçı kırarcasına tutup sarıldım;

“Beni şeytandan, kötü ruhlardan koru ya İsa…” dedim. Gerçi ortamda kötü ve çirkine dair hiçbir emare yoktu. Ve ben girdaba kapılmamak için en uzağa çekildim. Kapılanları seyre daldım. Halka dağıldı. Kenarda bekleyen kırklı yaşlarında, ellerinde rulo halinde kâğıtlar bulunan dört kişi usulca Himmet Baba’nın elini öptüler. Tek tek hal hatırdan sonra rulolar açıldı. Uzakta olmama rağmen matematik, fizik işlemleri ile denklemlerini görebiliyordum. Uzun uzun karşılıklı izahatların notlarını alıp ayrıldılar. Yine bir grup ve yeni rulolar açıldı. Sanki gökyüzünün resmine benziyordu. Yıldızlar küme küme şekillendirilmiş, başka başka daireler çizilmişti. Ama rastgele değil, belli bir oran içerisinde…

Sanki bir arı kovanındaydım. Değişik simalar gelmeye devam ediyordu. Hallerinden tüccar olduğu anlaşılanların içinde garibana benzeyen bir delikanlı vardı. Himmet Baba’nın yanına buyur edildiler. “Kahretsin! Türkçeyi ve Arapçayı zamanında daha iyi öğrenseydim.” Anladığım kadarıyla fakir genç; çalışkan, iş bilen, dürüst birisiymiş. Sermayesi olmadığından dükkân açamıyormuş. Diğer esnaflar aralarında hatırı sayılır bir para toplayıp iş yeri açacaklar. Himmet Baba’dan hem akıl hem de destur almaya gelmişler. Baba, genci inceden inceye süzdü. Her halde bu destur öyle herkese kolaydan verilen, verilecek bir şey değildi. “Ne evet ne de hayır, geniş zamanda gelin!” diyerek gönderdi.

Rutin hareketlilik biraz arttı. Gelen devlet başkanı veya yardımcısına benziyordu. Ama sıradan bir talebeymişçesine içeri girdi. Edep timsalleri onu makamına layık karşıladılar. Devlet Erkanı ile Himmet Baba diz dize, göz göze, gönül gönüle kendilerine has bir bilinmez dille konuştular. Sanki büyük bir zaferin muştusunu almışlardı. Ölüme gidecekmişçesine helalleşip ayrıldılar. Terennüm edilen musikiyle sanki yorgun bedenler güç kazanırken ruhlar da inşirah oldu.

Himmet Baba;
“Oğlum, deli cavlak asayiş nasıl?”
Bu iri yapılı, keskin bakışlı, kolunda deri bilekliği olan pos bıyıklı bıçkın biriydi.
“Mahallede birkaç edepsiz vardı. Müsaade ettiğiniz gibi sadece kulaklarını çektim.”
“Sadece o kadar oğlum…”
Günlük istihkakını al evladım.
Bir adam ya da insan, bir mekan koca bir devlet büzüşüp buraya toplanmış yada bir tohum çatlayıp ağaç olmuştu. Koca bir çınarın küçük bir tohumdan husule gelmesine benziyordu. Ya da ulvi bir ağacın tohumları arzın dört bir yanına bu ellerle yayılıyordu?
Anlaşılan yabancı bir tek ben kalmıştım. Dışarıdan duyulan ses sanki herkesi aynı kubbenin altına davet ediyordu. Aynı sahne yaşanıyordu; önde Baba, arkada talebeler. Ama şimdi gördüğüm farklıydı. Bunların hepsi birer Himmet Baba olmaya hazırlanan insanlardı. Yüzlerce, binlerce Himmet Baba, vay halimize…
İcra edilen musikinin bir cümlesini dilimde tekrarlayarak, “Allah diyelim Allah” diyordum. Atıma atlayıp arkama bakmadan kaçarcasına uzaklaşırken ister istemez bir parçamı orada bırakmıştım.”
“Ve beyler!” diyerek kitabı masaya bıraktı. Karşısındakiler “Okuduklarınla toplantının ne alakası var?” dercesine şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Konuşmaya başladı;
“Bakışlarınızda mevzuyu kavramadığınız ortada. İslam dünyasını neredeyse karış karış gezdim, onlarla yedim içtim. Bu okuduğum manzaranın yüzlercesine farklı beldelerde rastladım. Ahmed Yesevi bunlardan birisi… Altmış üç yaşından sonra Peygamberim toprağa ayak basmadı diyerek mezarında hayatını yaşamış. Buna rağmen adamları adım adım tüm Rum diyarında İslam’ı gönüllere yerleştirmişler. Osmangazi-Şeyh Edebali, Akşemseddin-Fatih Mehmet Han, bunlarda ruhla bedenin uyumu var. Ruhla bedenin ilişkisi kesilince kendisini bile taşıyamaz, beden çürür yok olur. Hele bir de yeni ruhu siz verirseniz o güç fark etmeden size hizmet eder.” Dışarı çıktı. Fırsattan istifade Alman, İngiliz’in kolundan girip kalenin penceresine doğru yürüdü.
- Kim bu adam?
- Söylerim, fakat bir gün ödeşmek kaydıyla.
Bu gezgin Adorlee La Vorgne’nun oğlu bilinir. Fakat değil. Gerçek babasının kim olduğu belirsizdir. Yaşadığı köyde bu büyüdükçe sorunlar da çoğalmış. Gezgin Adorlee La Vorgne İngiltere’deyken yolu o köye düşer, annesiyle birkaç haftalık gönül ilişkisi yaşar.
Kadın bir yolunu bulup oğlunu onun yanına vermiş. O her gittiği yerde onun oğlu olarak tanınır olmuş.
- Azizim bu tiğniyetli insanın babası bir kişi olamaz. Sanki tüm milletlerin en ifrit adamlarından birer damla döl alınıp dünyanın en habis ruhlu kadınına bir şekilde zerk edilmiş. Ve böyle bir varlık teşkil etmiştir. Alman’ın tespiti mide bulandırsa da haksız sayılmazdı. Bu sefer ince bir gıcırtıyla açılan kapıdan tilkiyle beraber kızlı erkekli elli genç içeri girdi.
- İşte beyler bunlar bizim en büyük silahlarımız. Hepsi İslam dünyasının değişik yerlerinde doğup büyümüş Hristiyan çocukları. O kültürlere hâkimler. Masadaki kitapları göstererek; bunları ve benzerlerini harf harf inceleyip en zayıf yerlerini tespit edeceğiz. Dinlerinde, yaşayışlarındaki tahribatı öyle bir yapacağız ki ruhları bile hissetmeyecek. Her yıl bir adım, ikincisi yok. Böylece siluetleri kendilerinin, ruhları da bizim olacak. Himmet Baba’yı zimmet babaya, âlimlerini zalime çevireceğiz. Kimsenin birbirine güveni kalmayacak. Din adamlarından padişahlarına kadar her şeyi biz tayin edeceğiz.
İtalyan telaşla, “Bu en az yüz yılda olur. Biz şimdi vurup kafalarını ezmeliyiz.” dedi.
- Sen o kafaları, yürekleri yetiştirenleri yok etmedikçe değil birini, binini de ezsen binbirincisi çıkar ve yüz yıl sonra burada başkaları… Ki kalırlarsa korku ve bezginlikle aynı mevzuları konuşuyor olurlar. Benim plan uygulanırsa Müslüman kadınların ikram ettiği şarapları keyifle yudumlarken her birinizden de kahraman diye söz edilir. Kafalar biraz sarmaya başlamıştı. Pekiştirmek gerekliydi.
- Ben, Yahudi bir arkadaşımdan dinledim dediğinde Kardinal’in gözleri öfkeyle büyüdü:
“Firavun-Musa zamanında bir aziz varmış. Her duasında anında karşılık bulurmuş. Bir gün Firavun “Hep Musa’ya dua ediyorsun bir kez olsun bana dua et” der. Adam kabul etmez. Uzun uğraşlar sonunda Firavun’un teklif ettiği yüklü bir miktar altın karşılığı “dilimle Firavun’a kalbimle Musa’ya dua ederim düşüncesiyle” kabul eder. Aziz dua meydanına gitmek için merkebine biner fakat hayvan ilerlemez; “Ey Allah’ın düşmanına dua eden, ben sana hizmet etmem.” diyerek dile gelir. Adam anlar ki azizlik gitti. Firavun’a dönüp; “Ben size bir akıl vereyim; Musa’nın bölgesine ne kadar kadın, kız, gelin varsa gönderin. Mutlaka birisi bir yanlış yapar.” der. Aynen yapılır; Musa’nın ordusu gün ve gün tereyağının tavada eridiği gibi erimeye başlar. Musa bunda bir iş var diyerek çadır çadır arama yapar. Bir komutanı, çadırında gayrimeşru ilişki içinde yakalar. Onları öldürtür.”
“Evet beyler, bizler de o toplumun içinde her çeşit gayrimeşruluğu yayacağız.” dedi.
O bu konuşmayı yaparken Alman ve İngiliz bıyık altından gülerek birbirlerine baktılar. Bu ancak böyle bir adamdan beklenirdi… Asil birisi bu kadarını düşünemezdi veya düşemezdi.
Evet, Ebu Cehil İslam’ın yaşamış en büyük düşmanıydı. Ama en azından sinsi değil direkt olarak karşıydı. Bu adam sanki daha dünyaya gelmemiş fakat geleceği bildirilen İslam Deccali yani Süfyan’ın erken doğmuş torunuydu. Yetiştireceği küçük süfyancıkları arzın dört bir yanına bozgunculuk için salacaktı.
Plan kabul görmüştü. Uzun ince bir yola çıkılacaktı. Tilkinin keyfi yerindeydi. Ama potu Fransız kırdı.
- Babanız Adorlee La Vorgne’nin ölmeden önce, ilk gittiği İslam beldesine döndüğü, Müslüman olduğu
doğru mu?
Bütün neşesi bir anda kaçmış yüzü hem asılmış hem de ilk defa kızarmıştı. Sanki büyük bir utanç yaşıyordu. Çalışmaktan yorulmuş eski duvar saatinin gonk sesiyle ışıklar yandı. Akşam ezanına az kalmıştı. Lambalar yanmıştı yanmasına ama kimse birbirini göremiyordu.
Ortalıkta sadece saatin “tik tak” sesi çınlıyordu. Geçmiş zamana özlemle bakanlara, inatla bu zamana gelin dercesine… Saçı ve sakalı, kalbinin nurundan beyazlamışçasına duran hocaefendinin yürek sızısı çektiği, belli olan bir o kadar da ümit veren sesi havayı değiştirdi.
“Muhterem büyüklerim, hocaefendiler, meşayihler, sağolun hepiniz zahmet edip buraya kadar geldiniz. Gençliğimden bu yana içimi yakan İslam aleminin bu perişanlığı, bir yolunun bulunup bitmesi gerekir. İzlediğiniz filmdeki planın ne kadar başarıyla uygulandığı aşikâr. Hepimizin muhibbanları, bağlıları var. Kiminin yüz, bazısının bin belki binlerce daha ziyade olsun. Şimdi sayısal çokluğu nitelikli hale getirme zamanıdır. Her birimiz demiyorum; ikisi, üçü Fatihler yetiştirsin bizde hizmetçisi olalım.
Ben hergün öyle öyle dertler dinliyor, hadiselere şahid oluyorum ki sanki üzerimden büyük bir silindir geçiyor, geceleri uyuyamıyorum. Bu dert benim bedenimi sardı. Geçen gün bizim camide ferahlamak niyetiyle Kur’an okurken iki genç namaz kıldılar. İmam odasının perdesinin aralıklı yerinden içeri baktılar. Sonra içeri girip sakince oturdular. Sayfayı bitirip;
- Hoş geldiniz, dedim.
- Hoş bulduk.
- Bir derdiniz mi var hemşehrim?
- Yok. Sizi içeride Kur’an okurken görünce baktık. Öyle mübarek bir simanız vardı ki girip şu amcayı tebrik edelim. Demek ki ömrünü beyhude yere yaşamamış, dedik.
İçimi sızlattılar. Onlara o an öyle ısındım ki; hani kaybedip yıllarca göremediğiniz, sadece adını, sanını bildiğiniz akrabalarınız vardır. Olmadık yerde bir yabancı karşınıza çıkar, adını koymadan seversiniz. Sanki tanıyorsunuzdur da çıkartamazsınız. Ben de bir yerlerde tanımadığım, adını bile unuttuğumuz bir yakınıma kavuşmuş hissine kapıldım. Bir anda hayret duygularım kabardı. Hem edepli hem açık sözlü hem de ferasetli. Anlaşılan sağlam terbiye edilmişler. Çaylar içilirken muhabbet de ilerlerdi. Gençler çantalarından bir mecmua çıkarttılar. “FEYZ.” Kulağım onlardaydı ama gözüm Başyazıdaydı. “Nakıs Mürşidler”…
Şenel İlhan.
Önce biraz kanıma dokundu, bozuldum açıkçası. Bunu yazan bir Seyyid’di. “Edepli ol!” dedim kendi kendime. Gençler gidince kapıyı kilitledim. Yazıyı okudum. Anladım ki sadece ben değilmişim bu işin delisi, benden daha meftunları da varmış. Şükür namazı kıldım. Şimdi size bir bölüm okuyacağım;
“Allah Rasulü’nün (sav) olacak diye haber verdiği alametlerin çoğunun olup bittiği ve artık büyük alametlerin beklenir olduğu çetin ve zor bir zaman... Böyle olunca da ehl-i küfrün akla gelebilecek her türlü utanmaz ve usanmaz usullerle, bıkmadan ve bir an dahi durmadan, şamar oğlanı gibi gördükleri Müslümanların üzerlerine acımasızca gelmeleri de elbette doğal ve normal...
Veya, İslami kesimde cereyan eden binbir fitne fücur ve Müslümanlar arası diyalog kopukluğu, İslam’ın yüz karası sahte şeyhler, istismarcı âlimler, boş beyinli dervişler, hatta peygamberliğini veya mehdiliğini ilan eden ve bu doğrultuda da gece gündüz cihad adına çalışan tımarhanelik zavallıların olması da yine doğal ve normal...”
“Veya etrafında milyona varan kalabalık müritleriyle irşad eden ya da ettiğini sanan nakıs mürşidlerin, Ümmet-i Muhammed’e hakkıyla acıması ve onların aklıyla, kalbiyle ve her türlü soru ve sorunlarıyla uğraşması ve ilgilenmesi dört dörtlük değilse, o mürşidin veya alimin, bu zamanın Müslümanıyla yetersiz olduğu halde haşır neşir olması, ne mürşidliktir ne tebliğdir ne de irşad... Sadece oyalamacadır, sadece avutmak... ”
Atmosfer iyice ağırlaşmıştı. Artık saat susmuş zaman adeta donmuştu. Ezan sesi herkesi kendine getirdi. Okunan ezanlar sadece akşam namazı için değildi. Sanki Ümmet-i Muhammed’in de akşam vakti gelmek üzereydi. Kaybedecek vakit yoktu. Evet dert büyüktü, yol uzundu. En acı olanı da tam olarak ne yapacağını bilememekti. Bir gerçek vardı artık; birinci değilsek ikinci, üçüncü olabilme erdemi gösterebilirlerdi.
Birinciyi Allah ortaya çıkaracaktı. Mescide yol alırlarken omuzlarındaki yükün daha da artığını hissettiler. Ama onların yüzyıllık bir zamanı yoktu.
Hem Allah (cc) 1 amele en az 10 misliyle mükafat vaad etmişti. 100 yıllık işler 10 yılda da olurdu…