Önce Allah’a şükredeceğiz; yatmaya yerimiz var, karnımızı doyurmaya yerimiz var, Allah’a şükür dostlarımız var. Biz de talebe olarak başladık bu işe. Allah rahmet eylesin Gönenli Mehmet Efendi, Anadolu’dan gelen talebelere babalık yaptı. Kaç talebeye bakıyordu biliyor musunuz; 5 bin talebeye bakıyordu!
Şu gördüğünüz Unkapanı Köprüsü’nün altındaki dubaları kâğıt karton ile kapladı, orayı talebelere yurt yaptı, oralarda talebe okudu; üniversite talebeleri de öyleydi, imam hatipte okuyanlar da öyleydi. İstanbul’da Kapalıçarşı’da, Mısır Çarşısı’nda Allah için ticaret yapan bir Müslüman yoktu. Müslümanlar ticaret yapmayı bilmiyordu, hamallık yapıyordu.
Üç beş sene önce bizim memleketliler Taksim’de bir otelin salonunda toplantı yapıyorlar, “Kasım Hocayı çağıralım.” diyorlar. Kasım Hoca da gidiyor… Dediler ki: “Hocaefendi, buraya Sivas Cumhuriyet Üniversitesine bağlı bir fakülte yapılıyor, binasını yapmamız lazım. Nasıl yapalım, nasıl olur?” (Şu anda bu fakülte, Giresun’da açılan üniversiteye bağlandı.) Dedim ki: “Hemşehrilerim, bu zor bir iş değil. Bir kişi bir milyon veremez ama 10 bin lira verir, on kişi ne verir 100 bin lira verir, yüz kişi ne verir bir milyon; böylece bu iş yapılır.” O meteliğe kurşun atan adamın oğlu şu anda büyük bir iş adamı olmuş, haberim yoktu orada öğrendim; kendisi şöyle dedi: “Arkadaşlar madem benim memleketime fakülte yapılıyor ben 2,5 milyon veriyorum.” Bizim Giresun/Alucra’nın nüfusu bin kişi yoktu, şimdi binin üzerinde talebe okuyor. Alucra genişledi, dükkânlar, marketler kuruldu, hastane yapıldı, oteller yapılmaya başlandı, evler kira yapmaya başladı… Piyasa değişiyor, insanlar değişiyor. Zamanında üç kişi dört kişi bir olup eşeği nallayamıyordu. Eşeğin ayağına dört tane nal lazım, her nala dört tane çivi lazım, ortaklaşa eşek nallıyorlardı. Çünkü para yok. Şimdi o insanların torunları birinci sınıf arabalara biniyorlar. Demek ki ticaretimizde de milletimiz günden güne sermaye edine edine bu hale geldi, elhamdülillah.
Gelelim şimdi bizim Bereketzâde’nin tarihine…
Ben genç yaşlardayken; benim bu memlekete çok güzel bir iyilik yapmam lazım, şunun şöyle değil böyle olması lazım, şunun da böyle olması lazım diye kendi kendime tasavvurlar yapıyordum. Sonra okuduk hoca olduk, imam olduk vs… Sonunda ben 1977’de rahmetli Refik Erengül ile (şu anda yanımda oturan Sayın Selahattin Erengül’ün babası) İstanbul’a geldik. Müftülük beni Bereketzâde’ye tayin etti. Burası meyhane gibi bir yerdi, iki sene uğraştık tertemiz oldu. Buralarda odalar vardı, onları da derleyip toparladık. Sonra bir arkadaş geldi, dedi ki: “Bir çocuk var yatmaya yeri yok, acaba senin burada idare eder misin?” “Burada idare ederlerse gelsinler.” dedim. Onlara bir oda verdim, eski bir halı buldum, onun üstünde yattılar. Oradan kim çıktı biliyor musunuz? Şimdi koskoca devlet adamı. Sonra iki üç kişi derken beş kişi oldular. Fakat o beş kişiyi barındıracağım diye çok zorluk çekiyorduk, hem de çok. O beş kişiden bir tanesi Manisa Müftüsü, bir tanesi Eyüp İmam Hatip okulunda, bir tanesi Geyve Lisesinde meslek öğretmeni, bir tanesi de mühendis oldu. Beşi on yaptık, onu yirmi yaptık, otuz kırk elli, beş yüz derken bin kişiyi geçti. Sonra talebe bursu vermeye başladık, burası Bereketzâde oldu. Şu anda 450 kişiye burs dağıtıyoruz. Bir de Anadolu’da okuyan talebelere Albaraka Türk burs veriyor. Allah onların müdüründen de personelinden de razı olsun; çok güzel iş yaptılar, yapıyorlar.
1977’den 2013’e kadar sadece dernekten 18 bin talebe burs almış, bizimkilerle beraber 24 bini buluyor. Haziran ayının başında Ankara’da Feyz Dergisi’nin organize ettiği çok muazzam bir gece yapıldı. Konuşmalar, ilahiler, dergi bünyesinde başarılı olanlara verilen plaketler... Ben de ufak bir konuşma yaptım, dedim ki: “Sizin bu çalışmanızın sayısı üç sene sonra 100 bin olmalı, böyle çalışın. Ben sizin bu çalışmalarınızdan bir ortaklık bir menfaat beklemiyorum. Benim de bir kârım var tabi bu işten, ben de bir kâr peşindeyim, benim de burada hakkım var, bu hakkımı sizden alacağım bir gün. Benim hakkım ne biliyor musunuz? Sizin adediniz 100 bine çıktığı zaman ben bu dünyadan gideceğim, vakit saat geldiği zaman… Siz benim vefat ettiğimi duyunca 100 bin kişi birer tane Fatiha okusa 100 bin Fatiha yapar. Bir de üç İhlas-ı şerif okursanız 300 bin İhlas olur, kurtardık paçayı…”
Size başka bir misal vereyim, yine bir toplantıda dedim ki: Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” (Bakara, 2/154) “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3/169)
O şehit ister harpte ölsün ister ilim yolunda ölsün, ister hayır yolunda ölsün, ister bir cemiyette ölsün... Yalnız Allah yolunda olsun; yani Kur’an ile yatsın Kur’an ile kalksın, Sünnet ile yatsın Sünnet ile kalksın… İşte onlara siz öldü demeyin, onlar diridir, onlar Rablerinin indinde rızıklandırılıyor. Yiyor, içiyor, geziyor, dolaşıyor, keyfine bakıyor... Peki nasıl oluyor bu? Şöyle açıklayayım: Mesela bizim askerlik yaptığımız dönemde telefon olmadığı için askere mektup yazılırdı. Çavuş, onbaşı bağırıyor, “Susun mektuplar okunacak.” Mektuplar deyince millette nefes yok. Çavuş bir daha bağırıyor, “Parası gelenler okunacak…” (Şimdiki gibi banka imkanları yoktu.) Mektubu gelenler keyifli, hele bir de üzerine parası geldiyse deyme keyfine. Arkadaşlarım vardı, boyunlarını bükerlerdi. “N’oldu oğlum...” “Ben garibim, fakirim, bana ne para gönderirler ne de mektup gönderirler...” derlerdi. “Dur oğlum, ben şimdi sizi mektubu gelenlerden daha çok neşelendireceğim...” desen de mektubu parası gelmeyenin boynunun büküklüğünü bir türlü doğrultamazsın.
Şimdi bir Allah dostu vefaat ediyor, onun mezarının etrafında yatanlar da var. Efendi sana otuz tane hatim, 10 bin kelime-i tevhid, 5 bin tane salevât-ı şerife gönderilmiş. Etrafındakilerin hali mektubu gelmeyenler gibi tabi… Öbür zavallılar diyor ki: Yahu biz dünyada arkamızdan bir Fatiha okuyacak birini bırakmadık ki, sen ne mutlu bir insansın…
Biliyor musunuz, Allah dostu Yunus Emre Osmanlı’dan evvel XIII. yüzyıl ortalarında doğuyor, 755 yıllık tarihi var. Şiirleri 755 yıldır dilden dile, gönülden gönüle okunuyor; ne saltanat bu kardeşim. İnanın ki ben şu anda ne milyarder olmak istiyorum ne de çok şöhretim olsun istiyorum; hiçbir şey istemiyorum, sadece buna imreniyorum… Yunus gibi insanlara imreniyorum, bu ne zenginlik diyorum. Onun için derviş Yunus ne diyor:
Ey dost seni sevelden aklım gitti kaldım ben,
Irmakları seyredip denizlere daldım ben.
Bir zerre aşkın odu kaynatır denizleri,
Düştüm aşkın oduna tutuşuban yandım ben.
O canda ki aşk ola, anda gussa olmaya,
Bu aşk bana gelelden gussam gitti güldüm ben.
Bülbül de aşık olmuş kızıl gülün yüzüne,
Gördüm erenler yüzün hezar destan oldum ben.
(Od: ateş / Gussa: tasa üzüntü / Hezâr destân: bülbül şakıması, âşıkın sözleri ve şöhreti için benzetme.)
“Gül” derken Peygamber Efendimiz’i (sav) kastediyor. O “Gül”e âşık isen dillere destan olursun diyor. Demek ki sen Allah’ın rızasını kazanan bir kul olduğun zaman Allah seni ilelebet yaşatıyor. Ne sultanlar ne paşalar ne ağalar unutulup gidiyor ama Hakk’a âşık olan unutulmuyor.
Geçen gün televizyonda bir cenaze namazı gördüm. Cemaatin bir kısmı imamın arkasında bir kısmı imamın karşısında duruyor, cenaze kaldı ortada. “Bunlar da iyice cahilmiş be kardeşim, cenazeye karşı namaza durulur mu, kıbleye karşı durulur.” dedim ve içimden şöyle geldi: “İster zengin ol ister fukara, İster ağa ol ister paşa, en sonunda yatacaksın musalla denen taşa.” Sonunda da şöyle söyledim: “Sen Allah’ı Peygamber’i tanımazsan senin de cenazeni Allah’tan Peygamber’den haberi olmayanlar kılar, cenaze namazını kılmayı bile bilmeyenler kılar, bu cemaat kılsa ne olur kılmasa ne olur!...”
Peygamber Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Bir insan vefat ettiği zaman cenazesini kırk tane mümin kılsa ve deseler ki: Ya Rabbi! Senin bu kulunun mümin olduğuna, ehl-i tevhid olduğuna, ehl-i kıble olduğuna şahidiz. Ben bununla şu kadar sene arkadaşlık yaptım, ben bunun fiilî ve amelî hiçbir kötülüğünü görmedim, duymadım. Ya Rabbi! Sen Rabbimizsin, bu da senin kulundur. Elbette kabahati vardır, günahlarını affeyle ya Rabbi dediği zaman, Allah hem o kulun günahını affeder hem de cenaze namazını kılanların günahını affeder.” Müminin Allah katında bu kadar hatırı var, biz de böyle olmaya çalışalım.
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin ya nice okumakdur
Okumakdan ma’nî ne kişi Hakk’ı bilmekdür
Çün okudun bilmezsin hâ bir kurı emekdür
Okudum bildüm dime çok tâ‘at kıldum dime
Eri Hak bilmezisen ‘abes yire yilmekdür
Dört kitâbun ma’nîsi bellüdür bir elifde
Sen elif dirsün hoca ma‘nîsi ne dimekdür
Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür
Bizim Bereketzâde’nin fasulyesini yiyen vali var, profesör var, kaymakam var, müftü var, vaiz var, maliyeci var, siyasetçi var. Ben bunların hiçbirinden de beş kuruş bir menfaat beklemiyorum. Bunların içinden yüzde altmışı çok efendi çıktı. Kandil geceleri tebrik ederler, bayramlarda ararlar, ara sıra buraya gelirler beni ziyaret ederler. Allah onlara hayırlı hizmetler nasip etsin.
Şimdiki talebelerimizi ise öyle 24 ayar, 22 ayar altın görmüyorum, hepsini som altın olarak görüyorum; saf, katıksız. İnşallah onlar da güzel hizmetlere imza atarlar...