Günümüzün Din Algısı İnsan ve Hayata Dair / Prof. Dr. Emin Işık

Çağdaş hayat kavramının kurguladığı bir hayatın içinde olmak dine bakışımızı nasıl etkiledi? Materyalist bakış açısı insanı ve hayatı nasıl yorumluyor? İnsanlar bundan nasıl etkileniyor? Çağdaş hayat neyi amaçlıyor, insana vermek istediği ne?
Beğenelim ya da beğenmeyelim ama şunu bilelim ki çağdaş hayat, maddeci (materyalist) dünya görüşü tarafından önümüze konulan ve son iki yüzyıla damgasını vuran bir yaşayış tarzıdır. Materyalizm, kâinatta var olan herşeyin maddeden ibaret olduğunu, onun dışında başka bir şeyin bulunmadığını savunur. Son iki yüzyılda fizik, kimya alanındaki gelişmeler, onun sonucunda ortaya çıkan ileri teknoloji ve bu teknolojinin eseri olan harika icatlar, materyalizmin ekmeğine yağ sürmüş, materyalizmi beslemiştir. Kapitalizm onu yaşadı, Marksizm onu yaşadı; yani kutsalı olmayan fikirler, kutsalı olmayan düşünce tarzları... Kapitalizmin de kutsalı yoktur, komünizmin de kutsalı yoktur. Her şey maddeden başlar, her şey madde içindir, her şey maddeyi elde etmek içindir. Materyalizm dediğiniz bu felsefi akımın üç ana hedefi vardır: Ruhsuz madde, Allah’sız kâinat, dinsiz toplum. Bugün de dördüncüsü; maneviyatsız din…
Ruhsuz madde: “Her şey madde ile başlamıştır, madde kendi kendini yaratmıştır, kendi kendini geliştirmiştir, insan da maddeden olmuştur, ruh diye bir şey yoktur.” Sonuçta kitaplardan da çıkardılar ruh kavramını, hatta aklı bile kitaplardan çıkardılar. Çünkü akıl, beyinde merkezi olmayan bir şeydir. Zekânın merkezi var, işitmenin, görmenin, duymanın, bütün motor faaliyetlerin hepsinin beyinde merkezi var ama aklın merkezi yok. Çünkü akıl; ruhsal bir mekanizma, ruhanî bir mekanizma, hepsinin bütünüdür, müdür kuvvettir, genel organizatördür, hepsinin neticelerini alıp onlardan bir fikir üretir. Fikir dediğimiz şey zaten maddî bir şey değildir. En ağır tenkit de buradan yapılmıştır materyalizme... Fikri olmayan, düşüncesi olmayan bu madde dediğiniz şey, düşünen bir canlıyı nasıl kendi kendine yaratabiliyor, kendinde olmayan bir şeyi nasıl meydana getirebiliyor? Materyalizm, bunun cevabını verebilmiş değildir. Metaryalizm, düşünce, fikir vs. ötekilerin hepsine cevap veriyor da buraya gelince susuyor, eşek çamura çöküyor, yok bunun cevabı yok! Mademki her şey maddedir, maddenin fikir üretmesi diye bir şey yoktur. O zaman bu düşünmeyen madde, düşünen canlıyı, insanı kendi kendine nasıl yarattı? İşte cevap: Allah ihsan etti. Allah ayette şöyle buyuruyor: “Allah; Âdem’e, yaratılışa ve değerlerine uygun, varlıklara verdiği isimleri, isimlendirilen varlıkları, varlıklar hakkındaki bilgileri, varlıklarla bilgilerin irtibatını; harfleri, kelimeleri, lafızları, mânaları, cümleleri, lehçeleri; davranışları, ferdin ve toplumun ihtiyaçlarını, uyum kurallarını, gerek duyacağı bütün bilgileri öğretti. Sonra da onları meleklerin önüne koydu ve şöyle dedi: Yeryüzünde Âdem’e ihtiyaç olmadığı iddiasında haklı iseniz bana bunların isimlerini, varlıklar hakkındaki bilgileri, varlıklarla bilgilerin irtibatını; harfleri, kelimeleri, lafızları, mânaları, cümleleri, lehçeleri; davranışları, ferdin ve toplumun ihtiyaçlarını, uyum kurallarını, tek tek ortaya koyun.” buyurdu. (Bakara, 2/31) “Rahmân, Kur’an’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahmân, 55/1-4) Hz. Âdem’e ilk tecelli, ilimdir.
Birinci maddeyi başardılar yani ilimden, laboratuvardan ruhu kovdular, çıkardılar; sonuçta “Ruh yok, madde var.” dediler. “Din yok, laboratuvara din girmez, objektifliğe aykırıdır.” dediler. Ama o ilmî veriyi din düşmanlığı için kullandığın zaman bu yaptığın objektifliğe aykırı değildir(!) Allah’ın varlığına, birliğine, kudretine delil buluyorsun; su ilahi bir mucizedir, insan ilahi bir mucizedir. Kâinat var ama (hâşâ) Allah yok!!! İşte dinsiz cemiyet yani dinsiz toplum... Bu böyle yüz senedir uygulanıyor. Bir yerde komünizm adına, bir yerde Marksizm adına, bir yerde başka şeyler adına... Mesela Rusya’da, Arnavutluk’ta uğraştılar uğraştılar… Biraz gevşediği zaman Rus gençleri bugün kiliselere koşuyor. Çünkü gençlerde din duygusu var, insanda din duygusu var. Dolayısıyla tam başaramadılar. Peki, ne yapmak lazım? En güzeli şu: Dinin içinden maneviyatı alalım. İşte dördüncü hedef; maneviyatsız din. Dedik ya bu alan maneviyat alanıdır, bütün gayretler burayadır. Bu sefer de “Efendim, okuduğunuz Fatihalar ölüye gitmez, şeytan taşlamak diye bir şey yoktur, dualar şirktir, mezar ziyareti şirktir...” dediler. “Süleyman Çelebi şirke girmiştir, zaten falanca kişi baştan beri fasıktır...” şeklinde bütün bu maneviyat erlerine karşı bir savaş açmışlar. İstedikleri nedir? “Mekanik bir din yaratmak…” Çünkü mekanik bir din yarattığın zaman dini öldürürsün. Nasıl ki bizi ayakta tutan canımızsa dinin de canı maneviyattır, tasavvuftur. Şeriat bu işin iskeletidir, bedenidir ama bu şeriatı yaşatacak olan imandır, huşûdur, sevgidir, ihlastır, aşktır, şevktir, heyecandır… İşte bunlara maneviyat diyoruz. O bakımdan tasavvufa düşmanlık ve maneviyat alanına düşmanlık… Vahabilik, kelimenin tam manasıyla mekanik bir dindir, fizik yani maddi bir din.
 
Peki, biz nasıl dindar olacağız, kendimizi nasıl geliştireceğiz?.. İnsan olmak ne anlama geliyor? İnsan ne tür bir “emaneti” taşıyor?


Bedenimize güzelce bakıyoruz, yiyoruz, içiyoruz, temizleniyoruz… Bu bizi insan yapmaya yetiyor mu? Yetmez! Dikkat ederseniz Rahmân suresinde şöyle buyrulur: “Rahmân, Kur’an’ı öğretti, İnsanı yarattı.”  (Rahmân, 55/1-3) Dikkat ederseniz Kur’an’a öncelik veriyor. Neden Kur’an’a öncellik veriyor? Çünkü Kur’an, yani vahiy sayesinde insan, insan oluyor. Vahiyden feyz almadıkça, Kur’an’dan ilham almadıkça, o insanın insan olması mümkün değildir. İnsan beşerdir. Ama beşer, bizim etimizi, kemiğimizi, soyumuzu, ırkımızı ilgilendirir; biz beşer olmakla gerçek manada insan olamayız. Biz etimizle, kemiğimizle mi insanız; yoksa bilgilerimizle inançlarımızla, ruh dünyamızla mı insanız? Aslımız itibariyle, beden yapımız itibariyle beşeriz. Ancak bizi insan yapan şeyler; ilim, akıl, tefekkür, sanat, ahlak, din... Bunlarla insan oluyoruz. Tabi ne kadar bilgi sahibiysen o kadar insansın, ne kadar güzel düşüncen varsa o kadar insansın, ne kadar güzel ahlaklıysan o kadar insansın, Allah’ı ne kadar seviyorsan o kadar insansın, Allah ile ilişkin ne kadar güzel ve düzgünse o kadar insansın. Bunlar yoksa sen insan değilsin, çünkü ayet öyle söylüyor: “Yoksa sen, onların çoğunun Kur’an’ı anlama niyetiyle dinleyeceklerini yahut söylediklerini akıllarını kullanıp düşüneceklerini mi sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir. Denilebilir ki, hayvanlardan daha başıboş, daha kötü bir hayat tarzı yaşamaktadırlar.” (Furkân, 25/44) Şimdi burada bizden istenen nedir? Ben sizi insan yarattım, insan olmaya çalışın. İşte tasavvuf da budur. Tasavvuf; bizim ruh dünyamızı geliştirmek, bizi insan olma yolunda tekâmül ettirmek için aldığımız birtakım tedbirlerdir. Bizi insan yapan nedir? Ruhsal melekelerimizdir. Evvela iman dediğimiz şey bilgi değildir; çünkü iman sevgidir. O bilgi eğer sevgi-aşk hâline gelmediyse, eğer sizdeki Allah korkusu Allah aşkı hâline gelmediyse siz daha iman-ı kâmil sahibi değilsiniz… Niye aşk hâline gelmesi isteniyor? Çünkü her canlı sevilmeye ihtiyaç duyar, her canlı sevilmeye muhtaçtır ama Yaratan için ihtiyaç değildir, haktır. Allah her türlü ihtiyaçtan münezzehtir. “Sübhânellâhi ve bihamidihî, Sübhânellâhi’l azîm” (Allah’a hamd ederek O’nu noksanlıklardan tenzih ederim.) (Buhari)
Allah’ın hakları vardır; aşk ile sevilmek Allah’ın hakkıdır. Kur’an’da buyruluyor, iman tarif ediliyor: “...Müminlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir…” Ne kadar seveceksin? Uğruna ölecek kadar, can verecek kadar seveceksin. Uğruna can vereceğin değerin yoksa canının da değeri yoktur. Canın değeri de uğruna can verecek değerlerle değer kazanıyor, mana kazanıyor. Ne diyor Fuzulî: “Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil / Ne nizâ’ eyleyelim ol ne senindir ne benim.”  Bize can veren, din veren, peygamber gönderen, kitap gönderen, vahiy gönderen Allah’tır.
Tarihte yaşamış İslam büyükleri hep bu şuurla yaşamıştır. Mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin aslında üç tane talebesi vardır. Bunlardan biri de İmam-ı Züfer’dir. İmam-ı Züfer, Türkistan’a gidiyor ve Hanefi fıkhını okutuyor. Onun için Türkler genelde Hanefi mezhebindendir. Mesela yine bir gün Ebu Hanife yanında iki tane talebesi ile yolda giderken sokakta iki üç kişi  aralarında konuşuyor: “Şu ortada gördüğünüz adamı tanır mısınız, buna Ebu Hanife derler. İşte bu adam yatsı abdestiyle sabah namazını kılar, gece hiç uyumaz, sabaha kadar ibadet ve ilimle uğraşır.” Ebu Hanife de talebelerine diyor ki: “Duydunuz mu, bu ümmet benim hakkımda ne kadar hüsnü niyet besliyor. Ben öyle birisi değilim ama bu geceden itibaren öyle olmaya çalışacağım.” Çünkü asalet insanı asil davranmaya mecbur eder. Din adamı olacaksan din adamı gibi davranacaksın. Çünkü üzerinde bir emanet var, o emanet senin nasıl davranmanı gerektiriyorsa öyle davranmalısın…
İnsan halife olarak yaratıldı. Halife ne demek? Allah’ın yeryüzündeki vekili. O zaman bizim görevimiz Allah’a layık olmaya çalışmaktır. Allah’a layık olmak için de Allah’ı seveceksin. Sevdiğin zaman onun emirleri sana zor gelmez. Eğer namaz kılarken “Kıl kıl bitmiyor...” gibi üşenerek kılıyorsan bu münafıklık alametidir. Kur’an bize böyle söylüyor: “Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Allah da onların bu çabalarını başlarına geçirir. Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.” (Nisâ, 4/142)  Kur’an Hakk’ın kelamıdır, baştan sona haktır ve hakikattir. “Kur’an’ı ancak hak olarak indirdik ve o da indiği gibi hak olarak kaldı. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (İsrâ, 17/105) “Hamd, kuluna Kitab’ı (Kur’an’ı) indiren ve onda hiçbir eğrilik yapmayan Allah’a mahsustur.” (Kehf, 18/1) Kur’an baştan sona haktır, hakikattir. Kur’an-ı Kerim gerçekleri söyler, o bakımdan Kur’an-ı Kerim’e sadık olacağız, onu anlamaya çalışacağız. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72)
Bu emanet nedir? Allah’a ait işleri onun adına görme emanetidir. Hilafet, halife dediğimiz şeydir. Biz halife olarak yaratıldıysak Allah’ın isteklerini bu dünyada biz yapacağız. Allah bize diyor ki: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.” (Ahzâb, 33/56) Biz de diyoruz ki “Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed” “Allahım! Sen Peygamber’e salât ü selam getir.” Allah bize diyor biz de tekrar Allah’a sesleniyoruz. Burada tenakus, kusur yok. Biz bu günahkâr ağzımızla Peygamber’e salât ü selam getirsek hakkını veremeyiz. Onun için “Ya Rabbi! Sen kendi sonsuz kudretinle, sonsuz azametinle, sonsuz şefkat ve merhametinle Peygamber’e bizim adımıza selam getir.” diyoruz.  
Kur’an meleklerden bahsederken şöyle söyler: “...O melekler yeryüzündekiler için bağışlanma dilerler...” (Şûrâ, 42/5) Bu ayet bütün insanlığı kapsıyor. Mü’min suresi 7. ayette de “...Melekler iman edenler için istiğfar eder...” buyruluyor.
Allah emaneti dağa, taşa, yere, göğe arz etti. Onlar çekindiler, özür dilediler, “Ya Rabbi! Biz bu yükü taşıyamayız.” dediler ve ondan şefkat dilediler. Zaten Haşr suresi 21. ayet bunun açıklaması gibidir: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”
O dağın nasıl eriyip aktığını Hz. Musa kıssasında gösteriyor: “Musa, belirlediğimiz vakitte (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Musa da baygın düştü. Ayılınca “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allahım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” dedi.” (A’râf, 7/143)
İbni Faris çok müthiş bir adam, büyük bir mutasavvıf, diyor ki: “Ya Rabbi! Bana Hz. Musa’ya dediğin gibi de. Hiç olmazsa sesini işitmiş olurum.” İşte tasavvuf budur, işte aşk budur.
Ataullahi İskenderi’nin “El-Hikemü’l Ataiyye” adlı eseri baştan sona tasavvuftur. Yedi yüz beyit civarındadır, iki cilt halinde Kastamonulu Ahmet Mahir Efendi şerhetmiş. Onun seyyid olduğunu da sonradan öğrendik. Ne kadar bu işle uğraşmış, ileri gitmiş biri varsa bakıyorsun ki seyyid, Peygamber Efendimiz’in soyundan. Dinin manevi tarafıyla, tasavvuf tarafıyla ilgilenenlerin yüzde sekseni doksanı seyyiddir, yahut seyyidlerden feyz almışlardır. Ayrıca belirtmek istiyorum Emir Sultan da seyyiddir.
Yani bu dinin mekanik halden çıkıp canlı hale gelmesi için tasavvufî yaşam gereklidir. Şeriatın ruhu tasavvuftur. Bu, kemikle ilik gibidir; kemik şeriattır, ilik de tasavvuftur. Tasavvuf, en kısa tabiriyle Peygamber Efendimiz’in (sav) yaşadığı hayatı yaşamaktır. Peygamber Efendimiz neye değer verdi, maddeye mi değer verdi manaya mı değer verdi ve nasıl bir insan yetiştirdi?
August Bebel isimli Alman bir yazar var. Kendisi koyu Marksist’tir ama komünist partisinin de ilk kurucusudur, yani Marks’tan sonraki ikinci adamdır. “Hz. Muhammed ve Arap Kültürü” isimli küçük bir kitabı var; tercüme edilip geçen sene basıldı. Diyor ki: “Muhammed insandan başladı ve büyük bir adalet düzeni getirdi, etrafındakilerin çoğu da fakirlerdi.” Tabi komünist kafasıyla düşünüyor, bizim gibi düşünmüyor. Komünist kafayla Marksist kafayla Peygamberimiz’in devrimini anlatıyor. Peygamberimiz’in başarısı nedir? İnsandan başlaması, insanla bitirmesi, yani insanı eğitmesidir.
Yazıcılar “Ahmediye Muhammediye” kitabını Hacı Bayram Hazretleri’ne takdim ettiklerinde Hacı Bayram Hazretleri kitaba şöyle bakıyor ve “Bununla uğraşacağınıza bir adam yetiştirseydiniz.” diyor. Bir insanın büyüklüğü başkaları için çektiği acının büyüklüğüyle ölçülür.
Akşemseddin Hazretleri, bayram günleri yemeyi içmeyi bırakıp hep ibadet ve dua ile meşgul oluyor. “Bu zât galiba oruç tutuyor...” diyorlar ve başka bir hocaya da şikayet ediyorlar. O hoca, Akşemseddin Hazretleri’ne bir mektup yazıyor, diyor ki: “Sen bu kadar ilminle irfanınla bayram günü oruç tutmanın günah olduğunu bilmiyor musun?” Akşemseddin Hazretleri de ona cevap yazıyor: “Benim aç kaldığım, yemeden içmeden kesilip çok dua ettiğim, çok ibadet ettiğim doğrudur. Fakat bayram günü oruç tutmuyorum, oruç niyetle tutulur, ben ise oruca niyet etmiyorum. Fakat Ümmet-i Muhammed’in gençleri bayramdır diyerek eğlenceyi ileri götürüyorlar, birtakım fısk u fücur sayılacak günahları işliyorlar. Bu mübarek bayram günlerinde onlara Allah’tan bir bela gelmesin çatmasın diye ben onlar için dua ediyorum. Duamın kabul olması için de aç kalıyorum, riyazet yapıyorum; çünkü tok karnına yapılan dualar pek kabul olmaz.” diyor. Onun için hocalar Ramazan vaazlarında şöyle söylerler: “İftara yarım saat kala bırakın işi gücü dua yapın.” Çünkü oruç tam “tak” demiştir insanın midesine, açlık dibe vurmuştur. İşte o zaman Allah’a dua edin. Cebin para dolu miden yemek dolu, “Versen de olur vermesen de olur!” psikolojisiyle dua yapılmaz.
Tasavvuf, Peygamber Efendimiz’in yaşadığı gibi yaşamaktır ve bütün büyükler onun gibi yaşayarak derece bulmuşlardır, ikinci bir ihtimal yoktur. Yol Hz. Muhammed yoludur, onun dışında ne şeriat ne de tarikat vardır.  
Bana dediler ki falanca hoca şöyle diyor. Örnek Peygamberdir, dedim. Hocanın lafı Hz. Peygamber’e uyuyorsa eyvallah. Peygamberimiz’in sünnetine ters düşen kişiye uyulmaz. Hatta Kur’an’da ayet var: “Biz, insana, ana babasına iyilik etmesini emrettik. Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.” (Ankebût, 29/8)
Anne babaya bile itaat böyle iken, karşındaki kişi hoca’dır diye, ismi büyük diye körü körüne itaat olmaz; o da yanlış söyleyebilir. Ölçü Peygamber’dir.
Şimdi bazıları “Biz sabahleyin kalkıp Allah’a bir niyaz ederiz beş vakit namazı kılmış gibi oluruz.” diyorlar. Peygamber niyaz etmiyor muydu? İdari konumdaki birisine “Efendim ezan okunuyor, hadi namaza gidelim.” demişler. “Hizmet de ibadettir.” demiş. Peygamber Efendimiz (sav) Medine’nin reisliğini yapıyordu, devlet başkanıydı, ordu komutanıydı, aile reisiydi ve beş vakit namazı da imamlık yaparak kılıyordu, cumayı da kıldırıyordu. Hizmet ibadettir ama namazın ya da öteki ibadetlerin yerine değil...
“…Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim…” (Mâide, 5/3) Yani; noksan bir şey bırakmadık, İslam’da her şey yerli yerine konulmuştur, hiçbir şeyin yerini değiştiremezsin, her şey bellidir.