Günümüzün en aktüel konularından biri hiç şüphesiz tasavvufun nasıl anlaşılması gerektiğidir. İslam kültürü içinde Tasavvufun referanslarını nerede aramalıyız? Tasavvufun, İslam kültürü içinde bu denli yer almasının sebepleri sizce nelerdir? Tasavvuf, İslam tarihinde müslümanların sosyal ve psikolojik gelişme çizgisine ne tür katkılarda bulunmuştur? Bu sorulara verilecek cevaplar başlangıç itibariyle konuyla ilgilenenler için ancak birer bilgilendirme vesilesi olabilir.
Bizim ise asıl üzerinde durmak istediğimiz konu tarihte tasavvuf çizgisinde açılan evlekte yetişen büyüklerin özellikleri nelerdir? Onların kitaplarında aktardığı bazı konular günümüze nasıl aktarılacak ve günümüz insanının istifade edebileceği davranış kalıplarına ve ölçü boyutuna nasıl dönüştürülecektir? Bu konuda ifade güçlüklerimiz var mıdır ya da nakli bilgiler yeterince doğru anlaşılmış mıdır? Herkesin malumudur ki, tasavvuftaki kamil insan modeli, bir çırpıda kavuşulacak bir olgunluk değildir. Tasavvuf kültürü ise, yaşantı olarak tarihi referanslarla dolu. Aynı zamanda tarihsel olan bu yapı ve sistematiği günümüze taşırken yanlış anlaşılan ya da belli bir ölçü ile günümüze aktarılması gereken konular nelerdir?
Özellikle tasavvufun ana konusu olan nefis terbiyesi nasıl yapılmalıdır? Ayrıca mesela zühd var mıdır, riyazet nasıl olmalıdır gibi çok dikkati çeken konuların yanısıra daha girift; şahsiyet ve insan psikolojisi, tevazu, vakar, kibir konuları nasıl değerlendirilmelidir? Yoksa herşey kuru bir taklitten mi ibaret kalacaktır ya da kalmaya mahkum mudur? Günümüzün çok kültürlü ortamında, insanların farklı farklı psikolojik ihtiyaç ve duruşlarının olduğu ve bunun da toplumlara göre farklılık gösterdiği bir dünyada, tasavvuf ehli bir tebliğci nasıl hareket etmelidir? Kendini nasıl imar etmeli ve şartlara göre nasıl yenilemelidir? İç ve dış dinamizm arasındaki gayret ve oluş dengesini nasıl düzenleyecektir? Ya da tasavvuftan maksimum düzeyde istifade etmek için bugün neler öngörülebilir? Yoksa "nasip" deyip geçmek gibi bir düşünce tembelliğine mi düşülecektir? Bugün insan her boyutta, nelerden ve nasıl etkilenmektedir ve bu durum, dini yaşantısını nasıl etkilemektedir? Dini idrak ve yaşantı adına doğru bilgilenmenin önündeki engeller nelerdir? Temel doğrularımızı günümüz insanının hazmına uygun hale getirmek için ne tür zihinsel mesai yapılmalıdır? Müslüman sosyolog ve psikologların bu konuda ne tür katkıları olabilir? Günümüz insanının yanlış ve kötü etkilendiği konularda nasıl çıkış yolları ve reçeteler sunmak gerekmektedir?
Tövbe Psikolojisi
Tövbe ve kulluk şuuru arasındaki yakın ilişkidir ki, tasavvufu, dini hayatımızın tam da merkezine yerleştiren bir konu haline getiriyor. Bu durum aslında din olgusunu anlama biçimimizle yakından alakalı ve bir kısım doğru ölçülerle beslenmeye muhtaç. Sokakta dolaşan için de, kemale eren için de bu böyle. Çünkü tövbe, insanı "insan" kılan çok kuşatıcı bir amel. Nitekim tövbe, yapısı gereği ihlasla, samimiyetle yapılan bir iş. Samimiyet ise, ibadetin temeli. Üstelik derin bir duygulanım ile başbaşa, insanı duygu dünyasının içine sokan, bizzat gönülle ve gönüllü yapılan bir iş. Kendi adımıza, kendimizin talip olduğu bir oluş. Yani insanı içinden fetheden bir amel, tövbe...
Böylesine bir ameli işleyen insanın harici motivasyonlara, dışarıdan gelecek pekiştirmelere, ikna edilmeye çok da ihtiyacı yok artık. Dolayısıyla tövbe etmek, Allah'ın (Celle Celalühü) kuldan istediği "kulluk" çizgisinde durmak demek. Yani, "talip olana" istediği şeyin verileceği bir "duruş" ve yer. Allah'ın (Celle Celalühü) kuldan istediği amelin ta kendisi…
Tövbe demek, süreklilik demek. Ama halk arasında yaygın bir kannat olan, "Tövbe edersem, bir daha günah işlememeliyim." anlamına gelen ama gerçekleştirilmesi zor bir süreklilikten ziyade, insana düştüğünde kalkmayı öğreten bir süreklilik. Yani usulünce "yuvarlanmayı" bilmek anlamında bir süreklilik…
Amaç, kulluk düşüncesini, şuurunu, duruşunu kesintiye uğratmamak. Tövbe etmek, hiç günah işleyememek anlamına gelseydi, bu ancak insanın tabir caizse robotlaştığını, insan olma imtiyaz ve melekelerinden sıyrıldığını gösterirdi. İnsan, melek olmadığına göre zaman zaman düştüğü hataların da kulluk ve terakki adına bir değeri olmalıydı. Zaten öyle de… Çünkü hatalar bazen insanda yeni idraklerin yeni oluşların yeni tekâmüllerin kapısı olabilir. Bir ölçü çerçevesinde, insanın düştüğü her hatalı durum bir günah olmadığı gibi, bazen psikolojik ihtiyaçların ve bilgi eksikliğinin insanı düşürdüğü, şartlardan kaynaklanan pek nazik durumlar da sözkonusu olabilir. Üstelik her şey hata ya da amel eksikliğinden kaynaklanmayıp, tam tersine, kendinde gördüğü varlık ve enaniyet, ibadetlerine rağmen hiç eksilmeyen bir insanda, pozitif anlamda bir değişim gerçekleşmeyebilir de…
Yaptığı ibadetlere rağmen enaniyeti, egosu, tarzı, insan ilişkileri hiç değişmeyen bir insan, ibadetlerin ruhi besin değerinden yeterince yararlanamıyor demektir. Bu ise, ciddi anlamda, birşeylerin yolunda gitmediğinin ve farklı bir bakış açısıyla gerçekten değişmek gerektiğinin göstergesidir. Bu anlamda tövbe, inanan bir insan için, Allah'la (Celle Celalühü) arasını açan şeyden, kendisini Allah'tan (Celle Celalühü) uzaklaştıran şeyden kaçma ve uzaklaşma isteği olup, insanın kendisiyle, hakiki ve manevi iç dünyasıyla, Allah'la (Celle Celalühü) barışması demektir. Akademik açıdan ise "Ey İman edenler, tövbe ediniz." ayetini tefsirciler, içinde iki müjdeyi barındıran bir ayet olarak yorumlarlar. Birincisi, tövbe kapısının açık oluşu yani mümkün oluşu, ikincisi ise tövbenin kabul edileceği gerçeği… Tek başına bunlar bile, günümüz insanının tövbe etmek istemesine yetmeli değil mi?
Tasavvufi anlamda tövbe ise, bütün İslam tarihinin en temiz, en verimli, en hikmetli sayfalarının insanlık tarihine hediye edilmesine sebep olmuştur. Örneklendirmek gerekirse; Şeyh Şazeli; "Mürşidsiz yapılan amel, nefsi kabartır. Mürşide bağlı yapılan amel ise nefsi terbiye eder." demiş ve böyle anlamış, böyle yaşamıştır.
"Afaki ve enfüsi putlardan kurtulmadan gerçek tevhide ulaşılmaz." referansıyla yola çıkan İmam-ı Rabbani Hz.'leri; "Hiç şeyhsizliktense, meczup bir şeyhe bağlanmak ise hepsinden evladır." "Benim şeyhim Allah'tı.(Celle Celalühü) Ben yine de zahiren bir şeyhe intisab eyledim." demiş ve öyle yaşamıştır.
İmam-ı Gazali gibi büyükler, tarihte büyük bilinen Velilerin hepsi; bir Allah Dostunun, Velinin, Evliyanın eteğinde yetişmiştir. Şah-ı Nakşibend'den tuıtun da Abdülkadir Geylani'ye, İmam-ı Rabbani'ye, Necmeddin-i Kübraya, Beyazıd-ı Bestamiye, Ubeydullah Ahrar'a, Aziz Mahmud Hüdaiye, Muhyiddin-i Arabiye kadar tüm veliler için bu böyle tecelli etmiştir.
Yavuz Sultan Selim gibi cihan padişahları dahi; "Aleme padişah olmak bir kuru kavga imiş, Bir Veliye bende olmak hepsinde ala imiş." demek durumunda kalmışlardır.
Güzel Ahlak Ama Nasıl?
Ahlaken Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz gibi yaşayıp da çok sevilmeyen hiçbir kimse görmedim ben… O'nun gibi yaşayıp, O'nun gibi düşünen, insan ilişkilerinde O'nun gibi olan her insanın, tüm dünya toplumlarında sevgi, saygı ve kabul görmesi İslam'ın fıtrat dini olmasının en büyük delilidir. Doğruluk, dürüstlük, tevazu, cömertlik, samimiyet, merhamet hep insanın ve insanlığın takdir ettiği en mühim güzel ahlaklar olmuştur ve olmaya devam edecektir.
Yoksa hakikat, kitaplarda yazılı olarak da yerini almıştır ama gönüllerde ve davranışlarda yaşanması esastır. Bu yönüyle baktığımızda, tasavvufun da kâl değil, hâl'i öncelediğini görüyoruz. Hayatın pratiği içinde bunun ne kadar önemli olduğunu en iyi anlayacak toplumlar ise bu değerlerin hiç yaşanmadığı topluluklar yani bu değerlerin açlığını çeken ve yokluğundan en çok zarar gören toplumlardır. En önemlisi de bu değerlerin aşk ve iman düzeyinde kabul görmesi gereğidir. Düşünce sistematiği içinde "iman" olmazsa, bu değerleri toplumun ya da tarihin öngördüğü kuru bir kurumsal yapı ile yaşatmak ve insanlığın istifadesine sunmak büyük bir yalandır. Özellikle İslami öngördüğü manada içinde iman olmayan batı tipi kurumsal yapılarda, kısa sürede bu yapının içinin ne kadar boş olduğu anlaşılmış ve daha da anlaşılacaktır.
O toplumlar merhameti, cömertliği, gerçek tevazuyu asla tatmamış toplumlardır, tatmanın yolu ise İslam inancı ve imanına yürekten tâbi olmaktan geçer. Karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu duyarlılık ve hassasiyet gibi görünen davranış ve fiiller güzel ahlak adına kısa solukludur. Nice toplumlar vardır ki, insan yetiştirmek adına pedagojik formasyon, çocuk eğitimi ve psikolojisi üzerine kültürel boyutta konuşur dururlar ama içinde merhamet yok, tevazu yok, cömertlik yoktur. Yetiştirdikleri insan tipinin anlam dünyaları olsa olsa birbirine zarar vermeme adına bir takım cılız kurallarla doludur ama birbirine faydalı olmanın esamesi okunmaz onlarda. Üstelik ruhi açlığın tezahürü olan her türlü melaneti kendilerinde görmek mümkündür. Bunu itiraf etmek, rasyonel açıdan iman etmek anlamına geldiği için de bir türlü itiraf etmezler. Nasip işte…
İnsanla ilgili tesbitler aslında her zaman aynıdır. Farklılık, zamana göre insanı etkileyen çevresel faktörlerden kaynaklanmaktadır. Aksi halde insanlık tarihinin son 1500 yılı, "son din" kavramıyla başlamazdı. Allah (Celle Celalühü) en ekmel din olarak, en son din olarak İslam'ı seçmiş ve en son Peygamber olarak da insanların en mükemmelini, "Habibim" dediği sevgilisini göndermiştir. Bu durum, Allah (Celle Celalühü)- insan ilişkisi, yani Allah(Celle Celalühü)-kul ilişkisi açısından çok büyük bir merhametin tezahürü, ortaya konması, beyan edilmesidir. O son Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." buyurmuştur. Bu, hakikaten tevhidden sonra insanlığa verilen en mühim mesajdır.
Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizi örnek alıp, ahlaken O'nun gibi yaşayan ve sonuçta doğruluk, dürüstlük, tevazu, cömertlik, samimiyet, merhamet gibi hep insanın ve insanlığın takdir ettiği en mühim güzel ahlaklara önem veren insan tipi, İslam kültürü içinde en anlamlı pratiğini tasavvuf içinde bulmuştur. Peki bugün İslam dairesi içinde olup da tasavvuf düşmanlığı, inkarı ya da hafife alma düşüncesi ve davranışı içinde olan bazı insanlar acaba gerçekten bu değerleri daha canlı yaşatacak bir formül bulmuşlar mıdır? Bu değerleri reddetmemekle tasavvufu reddetmek arasındaki ince çizgiyi nasıl açıklamaktadırlar? Tevhidi esas alan İslam düşüncesinde "Afaki ve enfüsi putlardan kurtulmadan gerçek tevhide ulaşılmaz" diyen bir İmam-ı Rabbani'den daha nezih ve daha güçlü bir tevhid referansı sunabililer mi? Adına tasavvuf denilmese dahi bu tevhidî ve ahlakî esasları kendi iç ve dış dünyalarında ve gerçek bir denge terkibinde, hücrelerine kadar sindirecek bir usul, yol ve yordam hususunda günümüz gerçeklerine uygun gerçekçi bir bakış açıları var mıdır? Toplum katmanlarında hangi seviyedeki insana İslam adına neyi nasıl verebilmeyi öngörmektedirler. İslamı insanlara bir ideoloji olarak mı sunacaklar, ahlaki bir sistem olarak mı? Tüm bunlara sağlıklı bir cevap vermek gerekirse hiç şüphesiz, vahiy kaynaklı bir bilgiyi, ruhu, dinamizmi, en estetik biçimde günümüz insanına aktarmak ancak o ruhî disiplini her daim kendi içinde aşk ve muhabbetle yaşamak, bu uğurda kendi nefsiyle mücadele etmek, hak ve hakikati basmaklar halinde sindirmek ve pratik hayata sokmaktan geçmektedir. Aksi halde sathî bir slogan insanı, sadece grup ruhuna sahip ve rekabetçi, bel ki de insanların ahiret yolunu kesen bir haramî olmaktan öteye geçilemeyecektir. Sizce bu mudur İslam ahlak ve imanı, fazileti, estetik anlayışı?.. Bu nakıs ve garip pozisyon mudur İslam insanının durması gereken sağlıklı yer ve duruş? Ne dersiniz?
Ne yazık ki, kadın-erkek ilişkilerinde Allah korkusundan kaynaklanan insani duygular ve takva ile patolojik kıskançlık arasındaki fark, merhamet ve cömertlikle riya arasındaki fark, riya ile hayâyı birbirinden ayırdetmenin güçlüğü, kuvveden fiile geçmeyen kötü düşüncelerin tahlili, cinselliğe günümüzde verilmesi gereken not, kadın ve erkek psikolojilerinde normalin ve anormalin tahlili, ihlâsın hissedilmesi ve idraki, kalp huzurunun temini, insan davranışlarında denge, yerine, makamına ve konumuna göre insanların değerlendirilmesi, güzel ahlak deyince neyin kastedildiği maalesef pek çok müslümanın zihninde başlı başına ve en önemli soru ve sorunlar olarak cevap verilmeyi beklemektedir. Bugün bu konular, bazısı izah bazısı da ispat düzeyinde ele alınması ve ölçülendirilmesi gereken konulardır. Aklı mutmainne etmenin, nefsi mutmainne etmek anlamına gelmediği, yetişme bozukluklarıyla davranış bozuklukları arasındaki ilişki, nefis hastalıklarıyla davranış bozuklukları arasındaki ilişki, sağlıklı bir şahsiyet olmanın önündeki engeller, hep temel sorunlar olarak insanımızın ve imanımızın önünde durmaktadır. Öyle konular vardır ki, o olmadan bırakın Müslüman olmayı, insan dahi olunmaz…
Bazı özelliklerimiz sokaktaki insanın kat be kat altındaysa, bazı güzelliklerimizin de ayağı yere basmıyor ve başkalarına sunmakta ahlaki yetersizliğimiz ve fiilî cesaretsizliğimiz varsa, kime neyi nasıl anlatacağımız sorusu da havada ve cevapsız kalacaktır. Herkes bir şekilde bu bakımlardan eksik, bilgisiz ya da yakın çevresinde bu konuları çözecek insanlardan mahrumdur. Oysa her biri, bir insan için devasa problemler boyutunda olan bu sorunlar, her müminin hem kendi şahsında hem de toplumsal düzlemde çözmesi gereken sorunlardır. Hakeza gençlerin psikolojik ihtiyaçları, evlilerin sorunları, yaşlı ya da hastaların durumu, açlar, evsizler, mağdurlar, mazlumlar, anasız ya da babasızlar, üvey insanlar ya da evlatlar, sokak çocukları, madde bağımlıları, vesveseli insanlar ve hatta aç ya da açıktaki hayvanlara kadar hep müslümanların kendilerine dert edinmek zorunda olduğu çok ciddi problemlerdir. Çünkü hepsinin dinde bir yeri ve onlar için yapılan fedakârlıkların da Allah (Celle Celalühü) indinde bir karşılığı vardır.
Dünyada bir insanın ihtiyacını ve müşkülünü giderenin, Allah'ın (Celle Celalühü) da ahirette ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını gidereceği, tefekkür edenin, bu problemler üzerinde düşünen ve çözüm üretenlerin Allah (Celle Celalühü) indinde çok büyük mükâfatlar göreceği hepimizin malumudur. Peki, kendisi bu problemlerden arınmamış bir insan, başkalarına nasıl yardım edecektir, asıl soru ve sorun da budur? O halde, kafasında ve kalbinde doğru ölçüler olmayan, kendi problemlerini aşamamış ve donanımsız olan insan ya da insanlar önce kendi problemlerini çözmeye ve öğrenmeye çalışmalıdırlar. Bunun da yolu, burada saydığımız her soruna bir cevap ve davranış, yaşantı ve ölçü itibariyle de buraları aşmaktan geçmektedir. Bütün bunları saymak ve anlatmaktaki amacım, bugün tüm bunların da iyi Müslüman, iyi bir mümin olmanın gereği olduğunun algılanması gerektiği gerçeğidir. Bu, insanla gerçekten ilgilendiğini iddia eden herkesin kendi şahsında sorgulaması gereken, kendini bu konuda samimiyet ve gayret hususunda ihlâsa zorlaması gereken bir konular bütünüdür. Çünkü bugün bu sorulara doğru cevaplar verip, bu konularda ahlaken de örnek olamıyacaksak, içinde bulunduğumuz topluma bir şeyler verebilmey bir hayal olmaktan öteye geçemez ve nitekim bugün topluma ve yakın çevremizdeki insanlara bu konuda diyebilirim ki, hiçbir şey ama hiçbirşey verilememektedir. Bu cehaletin dışardan bakıldığındaki görüntüsü ise, maalesef İslam'a fatura edilmektedir. Kim olursa olsun, ister mücahitlik taslayan ama içi boş ve sathî tipler, ister "tasavvuf ehliyim" diyen ama tasavvuf ahlakından bîhaber insan tipleri, bugün İslam'a ve Müslümanlara en büyük kazığı atmaktadırlar. Aksi halde herkes sadece sınırlı ve içe dönük bir tasavvuf hayatına ya da sadece "bağıran" ama hiçbir şey üretemeyen bir anlayışa talip olduğunu, cümle âleme ya da öncelikle kendine, hiç ama hiç kendini kandırmadan itiraf etmek durumundadır.
Mesnevi Okumakla Mevlana Görmek Arasındaki Fark; bugün en çok üzerinde durulması gereken konudur hiç şüphesiz… Görmek ya da görmeyi istemek… Bugün herhalde görmeyi istemek, görmekten daha önemli görünüyor. Gören mi? Gören, gördüğünü idrak eden, gördüğüne tabi olan, söylediğiyle amel eden zaten gerçekle tanışmış ve hakikatle buluşma yolunda demektir. Ama "görmeyi istemek", görmeyen milyonlarca insanın ilacıdır. O nedenle görmeyi istemek, gördüğünü bilmeyi istemek gibidir. Yani ahlaken terakki etmeyi istemek de böyledir. Önce istemek gerekir. Çünkü isteyene, istenen ya da istediği verilecektir. İsteyene verirler ve istemeden olmaz. Sonuç olarak, sadece değerlerin kelamını yapmaktansa, hakiki mürşidin davetini ve selamını almak daha iyidir. Mürşidini görmekse hepsinden iyidir.
Bugün, bilindiği üzere, "herkesin kendi tasavvufu vardır" gibi esnek ve felsefi sözlere sığınıp, güçlü bir maneviyat ve imanın temeli olan ahlaki gerçekleri teğet geçmek, hiçbir insan ya da insan topluluğuna, cemaate fayda sağlamamaktadır. Oysa bilinmelidir ki, şikayet edilen şeylerin hepsinin temelinde, gayri ahlaki ortamın da, bizim ahlaki zaaflarımızı kullanarak yol aldığı, bizlerden de beslendiği gerçeği vardır. Herkesin dönüp dolaşıp geldiği yer, ruhi gıdalarının azlığı, ahlaki açıdan yeterince terakki etmediğini görmek, güzel ahlakların henüz kendisinde sıfatlaşmadığını, hala dünyevi ilgi ve alakalarının çokluğu nedeniyle kalbini Allah'a (Celle Celalühü) bağlayamadığını görmüş olmak, terbiye ve tezkiye olmamış bir nefis ve kalpla elele başbaşa, koyun koyuna yaşıyor olmak, ibadetlerde aşk ve muhabbet eksikliği, gayret eksikliği yani her yönüyle "yarı yolda kalmış müslüman tipi."dir.
Her zaman olduğu gibi bu zamanda da bireysel anlamda insana manen en faydalı olan şey, ona nefsini tanıtmaktır. Nefsini tanıtmanın yolu ise nefsi tanımaktan geçer. Bu sadece sözlü nakil ile olsaydı, İslam âlimlerinin ya da evliyaların kitaplarını okuyan velayet sahibi, evliya olurdu. Burada asıl sorgulanan konu, insanlar adına insanı ulvi manada yücelten, onu terakki ettiren, güzel ahlak sahibi kılan, ahlaken sıfatlaştıran bir yapıya sistematik olarak nasıl kavuşulacağıdır. Yani insana nefsini tanıtmanın bugün nasıl başarılacağı konusudur. Günümüzde bunu başarmak yukarda sadece problemlerinin bir kısmını sayabildiğimiz konularda da yeterli donanıma sahip olmanın yanısıra, ancak sıkı bir manevi eğitim, murakabe ve muhasebe ile mümkün görünüyor.
Böyle zorlu bir yolculuğa niçin çıkılmalı sorusunun cevabı ise; önce kendimizden başlamak üzere, ruhi aç ve ruhi fakirleri doyurmak, madden sefalet ve zulüm altında inleyen, acılarla yoldaş olmuş insanlara ulaşmak; yetimleri, öksüzleri, evlatlıkları, kimsesiz ve fakirleri doyurmak, artık "Yok mu Allah'ın (Celle Celalühü) yardımı?" diyen insanların avuçlarına, gönüllerine, akıllarına, doğru dürüst gıdalar sunmak ve uğurda aklı, kalbi, bedeni en güzel organizasyonlara imza atacak şekilde harekete geçirmektir. Bugün, anladığımız manada insan olmak ve kul olmak bunu gerektirmektedir.
Çünkü İslam'ın tüm insanlara vaat ettiği budur. Gayeci olmayan, misyonu olmayan, davası olmayan insan, ne kendine ne de insanlığa ciddi ve güzel şeyler sunmaktan mahrum ve aciz demektir. Artık günümüzde her şey en güzeliyle sunulmaya, eksiksiz sunulmaya çalışılmaktadır. İnsanlar ya kendini "koyvermiş" ve başıboş ya da mükemmeliyetçi bir kafa yapısına sahip olmuşlardır. Her şeyin bir bahaneye heba edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Öyleyse bize düşen de tabir caizse "ahlakı markalaştırmak" ve en güzelini sunmaya çalışmaktır. Aksi halde "Ne olursan ol, yine de gel" demek hiç ama hiç kolay değildir. İsbatı mı? Deneyin de görün…
Allah'a (Celle Celalühü) emanet olunuz.