“Dini İnanç, İbadet ve Duanın Umutsuzlukla İlişkisi” adlı orijinal çalışmanızdan hareketle; gençlik ve umut konusu çok ilginç. Günümüzde gençler için umut vazgeçilmez bir ihtiyaç. Düşüncelerinizi alabilir miyiz? Neden gençlik ve umut...
Teşekkür ederim. Evet bütün yaş dönemlerindeki insanlar için ümitvar olmak büyük önem taşıyor olmasına rağmen bilhassa gençlik çağında ümit neden önemli bir ihtiyaç? Neden gençlik ve umut? İnsanda hem geçmişe ve içinde bulunduğumuz ana, hem de geleceğe dönük bir yön bulunmaktadır. Başka bir deyişle, akıl ve irade sahibi olan bir varlık olan insanın hafızasında geçmiş yaşantılarına ilişkin biriktirdiği anıları olduğu gibi düşünme ve hayal kurma yetisi sayesinde geleceğe dönük amaçları, idealleri ve umutları da vardır. Dolayısıyla insanın geçmişe ait anıları ve içinde bulunduğu ana ilişkin sorumlulukları, yapıp edecekleri olduğu gibi geleceğe dönük hayal ve umutları, amaç ve idealleri vardır. Zira insanın geleceğe dönük birtakım amaç ve ideallerinin, tasarılarının, beklentilerinin olması, bunlar için çaba sarf etmesi, yaşamı, doğayı, insanları sevmesi ve dünyaya karşı iyimser bir bakış açısına sahip olmasını ifade eden ümitvar olmak, aynı zamanda ruhsal yönden sağlıklı olmanın da bir ölçütü kabul edilmektedir. Diğer taraftan insanın hayatın olumsuzlukları karşısında yaşama sevincini yitirerek, amaçsız, hedefsiz bir hale gelmesi ve dünyaya karamsar bir bakış açısı sergilemesi anlamına gelen umutsuzluk ise, ruhsal, bedensel ve toplumsal rahatsızlıkların kaynağını teşkil etmektedir.
Çocuklukla yetişkinlik arasında yer alan gençlik dönemi, ruhsal alanda önemli değişikliklerin belirdiği, hızlı bir büyüme, olgunlaşma ve yetişkinliğe hazırlık dönemi olarak tanımlanmaktadır. Çocukluk ile yetişkinlik arasındaki bir geçiş evresi olarak ergenlik ya da gençlik çağı insan hayatının en önemli gelişim evrelerinden birisini teşkil etmektedir. Gençlik çağı, birçok insan için hayatlarının geri kalan kısmına dair çok önemli olan kararların verildiği, eş ve meslek seçimi gibi çok önemli tercihlerin yapıldığı, geleceğe dair planların gerçekleştirildiği bir dönemdir. Esasen gençlik çağı umutların, ileriye dönük hayallerin son derece yoğun bir şekilde yaşandığı bir dönemdir. Ergenlik çağı genci, son derece idealist olup hayata atılma gayretleri içerisinde aşk, şevk ve heyecan dolu iyimser bir bakış açısına sahiptir. Gençler, yaşamdan çok şeyler beklemekte, hayatta çok şeyler yapacakları inancını taşımaktadırlar. Gençlik çağındaki bireyler, yaşamı büyük değer taşıyormuş gibi algılayıp bu şekilde yaşamaya çalışırlar. Yaşamayı devam ettirebilmek için de bütün kabiliyetlerini en son noktasına kadar kullanarak, elde etmiş olduğu bilgilerden faydalanmaya yönelirler.
Gençlik çağında zaman kavramının genişlediği, geçmiş ve geleceğin daha fazla önem kazandığı hususu üzerinde görüş birliği mevcuttur. Piaget’in deyimiyle kavramlar oluşturarak şimdiki zamanın ötesini algılayan genç insan, meslek seçimi, evliliğe hazırlık, daha özel ve uzun vadeli yaşam amaçlarının belirlenmesi ile duygusal ve ekonomik bağımsızlık kazanmayı hedeflemektedir. Benzer şekilde gerçek dışı fantastik öğelerin önemini yitirdiği, çocuksu oyunların yerini zorunlulukların, sorumlulukların ve toplumsal beklentilerin aldığı gençlik çağı, gerek fiziksel gerek psikolojik değişimlerin çok çabuk olduğu bir dönemdir. Ancak bu hızlı değişmeler ve karmaşa hali, gençte bazen yetersizlik ve güvensizlik duygularına da yol açabilmektedir. Hayatın zevklerinden istifade etme çabasındaki genç, hastalık, ölüm, kaza vb. olumsuz olaylarla ve sıkıntılı durumlarla karşılaşıp çaresiz kaldığı zamanlarda, kendi kendine tamamen hakim olamadığının, aciz ve yetersiz olduğunun bilincine vararak, kendini yalnız hissetmek suretiyle güvenini kaybedebilir. Gencin bu durumu, uyumlu bir hayat felsefesi, sağlam bir kişilik ve kimlik oluşturuncaya kadar devam eder. Gençlik çağında yoğun bir şekilde yaşanan yalnızlık, yetersizlik, güvensizlik duyguları sayesinde kişiler olumsuzluklar karşısında çok çabuk umudunu yitirebilmektedir. Bununla birlikte böylesi durumlarda genç insan, kendisinde mevcut olan başka bir gücü yani hayal gücünü yardıma çağırmaktadır. Böylece bu dönemdeki genç, hayal gücü sayesinde eksikliğini duyduğu güveni bulabilmektedir. Son derece zengin ve renkli bir hayal dünyasına sahip olan genç, tıpkı çocuk gibi zaman ve mekânın bütün engellerini aşıp gerçek dünyada gerçekleştiremediği birçok ideal ve amaçlarını, hayal dünyasında yerine getirir. Genç insan, hayal dünyasında hayatının önemli birçok problemine göğüs gerebilir, yaşadığı pek çok çatışmayı çözümleyebilir. Yine hayal gücü sayesinde geçmişte halledilememiş problemlerle mücadele eder, günlük pek çok problemleri de halletmeye çalışır. Başka bir deyişle o, hayal gücü ile hayatı yaşanabilecek bir ortam haline getirmektedir. Hayatın en karanlık günlerinde bile tamamıyla umudu kırılmadıkça, iyi günlerin bir gün olup tekrar geleceğini yine hayalleri sayesinde düşünerek gelecekle ilgili planlar tasarlayıp umut besleyebilir. Ancak gencin kendisini sadece hayallere kaptırması, sırf düşsel çözümlerle yetinmesi de onun için tehlike arz edebilir.
Geleceğe dair umutların pırıl pırıl parladığı gençlik çağında bazı gençler umut ettikleri amaçları gerçekleştirmek için planlar kurar ve durmadan çalışırlar. Diğer bazıları ise büyük umutlar beslemelerine rağmen amaçlarını gerçekleştirmek için pek az enerji harcarlar. Bazı ergenlik çağı gençleri de ilk çocukluk yıllarındaki hülya ve fantezilerini, canlı hayallerini birkaç yıl boyunca bile muhafaza edebilirler. Fakat ergenlik çağı sonunda birçok genç, hayatın katı ve sert realiteleriyle karşılaşır ya da karşılaşmaya mecbur kalır. Genç insanın hayatında ilk devirlerdeki hayal ve umutlarla gerçek başarıları arasında farklılık o kadar net bir realite halini alır ki bu durum kendisine müthiş bir ıstırap verir ve hayal âlemini baştan sona yıkıverir. Gencin mükemmel şekilde tasarladığı mesleğine ait tasavvurları, eğer okuldaki çalışmaları ile paralellik arz etmiyorsa büsbütün mahvolur. Eğer arzu edilenden fazla çalışması gerektiğini anlarsa, kurduğu hayalleri bir balon gibi söner yahut ummadığı veya hazırlanmadığı bir fedakârlık kendisini bekliyorsa yine bütün umutları suya düşer. Umut ve hayallerin bu şekilde sönmesi sadece gençlik çağına has bir şey değildir. Birçok kimsede bu durum hayatın ilk çağlarında veya yetişkinlik çağlarında da söz konusu olabilmektedir. Fakat hayatın bu evresindekilerden çok daha katı ve sert realiteler gençlik çağında kendilerini hissettirmektedir. Ayrıca genci, kendisi hakkında başkalarının beslemiş oldukları umut ve hayaller de geniş ölçüde düşündürür. Bu nedenle gencin gerek kendinin gerekse başkalarının, kendisinden bekledikleri ile gerçek yaşantıları arasında büyük ölçüde farklılık görmesi, birtakım çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olur. Yani “ideal benlik” ile gerçek yaşantılar arasındaki fark, genci birtakım çatışmalara götürür. Çözümü olmayan çatışmalar sonucunda gencin benliği güçsüz kalırsa, umutsuzluk baş gösterir.
Çocukluk çağında oluşan kişilik ya da benlik olumlu özdeşimlerin birbirine katlanmasından oluşan bir benliktir. Oysa gençlik çağındaki birey, özdeşim örneklerini yeni baştan değerlendirip süzgeçten geçirir, bir bölümünü benimser, bir bölümünü yadsır. Genç birtakım özdeşim denemelerinde bulunur ve denemeleri sonucunda genç kendisine yeni bir “kimlik” ya da “benlik” oluşturur. Kimlik duygusu gelişmiş bir genç, kendi benliğinin sürekliliğini algılayan, kendisine yabancı görünmeyen, nereden gelip nereye yöneldiğinin bilincinde olan bir kişidir. Kendine özgü duyguları, düşünceleri, amaçları, kendi geliştirdiği inançları, bir yaşam ve dünya görüşü mevcuttur.
Kimlik arayışı ve bunun için birtakım denemelerde bulunması gençlik çağının başlangıcında söz konusudur. Gençlik çağının sonuna doğru “benlik” kavramı netleşir, benlik saygısı artar. Kimlik bunalımı ağır geçen gençlerde bu durum artan boyutlarda uzamış gençlikte de devam eder. Bu tür gençlerde benlik kavramı, belirsiz ve yerine oturmamıştır. Onlar ne istediklerini nereye yöneldiklerini bilemezler, kalıcı seçimler yapamazlar, zaman kavramları belirsizdir, zamanın bir değişme getireceğine dair inançları yoktur. İrade bozukluğu ve amaçsızlığın belirgin bir şekilde görüldüğü bu tür gençlerin bazen gerçekle bağlantıları kopar ve psikotik belirtiler gösterebilirler, kimi zaman da depresyona girebilirler.
Toplum içerisinde bir yer edinip kök salamayan, amaçsız bir şekilde yaşamdan tat alamayan, geleceğinden de umudunu kesmiş olan bu tür gençler, benliğini bulamamış olmanın verdiği umutsuzluktan kurtulmak için dillerini, dinlerini, uyruklarını, ülkelerini, yetiştikleri ortamın tüm değer yargılarını yadsıyarak, karşı kültür oluşturan hippi vs. gibi topluluklara katılabilirler. Umursamazlığı bir hayat felsefesi haline getiren veya alkol, uyuşturucu vb. maddelere bağımlılık geliştirebilen bu tür gençler, bazen intihar girişiminde bile bulunabilirler. Bu gençlerden bazıları ise içinde bulundukları umutsuzluktan kurtulmak için topluma sırt çevirmek yerine topluma meydan okuyabilir, böylece olumsuz kimliklerini kanıtlamaya çalışabilirler. Gençlik çağında, dış çevreye uyum sağlayamayan, alt benlikten gelen dürtülerini dizginleyemeyen, kısacası alt benlik ile üst benlik arasında bir denge kurarak sağlam bir kişilik oluşturamayan bir kimsenin benliği zayıf, benlik saygısı düşük olmaktadır. Aynı zamanda umutsuzluk içerisindeki bu kişi çeşitli psikotik ve nevrotik kişilik yapıları geliştirebilir. Kişilik yapısı oturmamış, benlik saygısı düşük olan gençlerin olumsuz bir takım ruhsal ve fiziksel belirtiler gösterdikleri tespit edilmiştir. Benlik saygısı, kişinin kendisini olduğundan aşağı ya da olduğundan üstün görmeksizin kendinden memnun olma durumu kendini olduğu gibi, gördüğü gibi kabullenmeyi, özüne güvenmeyi sağlayan olumlu bir ruh halidir. Ruh sağlığı ile de yakından ilişkisi olan benlik saygısı düzeyi yüksek olan kişilerde kendine güven, iyimserlik, başarma isteği, zorluklardan yılmama gibi olumlu ruhsal nitelikler bulunur. Buna karşılık benlik saygısı düşük olan kimselerin ise kendine güvenleri azdır ve kolayca umutsuzluğa kapılabilirler.
İçinde yetiştiği aile ortamında ve bulunduğu sosyal çevrede etrafındaki kimselerden sevgi ve kabul gören ergenlik çağı genci ise, aile dışındaki dünyada mevcut hayat şartlarına; sevilmeyen, reddedilen bir ergenlik çağı gencinden çok daha iyi göğüs gerebilmektedir. Oysa sevgiden yoksun, güven vermeyen, karışık, düzensiz ve çatışmalı bir aile ortamında yetişen gençlerin gençlik cağından yetişkinliğe geçişleri son derece gürültülüdür. Bu tür gençler dünyaya karşı karamsar bir bakış açısına sahiptirler ve içinde bulundukları umutsuzluklarını dış çevreye karşı saldırgan ve düşmanca birtakım tavırlar sergileyerek yansıtırlar. Bununla birlikte aileleri dengeli, düzenli yaşam süren, ölüm, hastalık, geçimsizlik gibi ciddi sorunları bulunmayan ailelerden gelen sevgi ve güven ortamında yetişmiş, bağımsızlığı desteklenmiş gençlerin, gençlik çağından yetişkinliğe geçişleri hafif dalgalı bir denizde yol alan bir gemi gibidir. Bu tür gençler, dünyaya karşı iyimser bir bakış açısı sergilerler. Bunların çocukluklarının da uyumlu geçtiği gözlenmektedir. Çocukluğundan itibaren yeterli ilgi ve sevgiden mahrum ve güven verici bir aile ortamında yetişmeyen gençler, gençlik çağında bu güven eksikliğini alkol, uyuşturucu vs. gibi sahte güvenlik veren birtakım maddeler almak suretiyle gidermeye çalışırlar. Bunun yanında erken çocuklukta çekilen yoksunluklar, ana-babanın ayrılmış olması veya birinin ölümü ve anasız-babasız büyüme veya analı-babalı fakat yetersiz ilgi ve sevgi ile büyüyen gençler bazen intihara bile başvurabilmektedirler. Zira olumsuz yaşantıların birikimi, kişinin direncini kırmakta ve örseleyici son bir yaşam olayı intihar yolunu açmaktadır. Genç, sözleriyle ve davranışlarıyla ana-babasına duyuramadığı gereksinmelerini, içine düştüğü çıkmazı, umutsuzluğu, yalnızlığı ve çaresizliği canına kıymaya kalkışarak en dramatik şekilde dile getirmeye çalışır. Kısaca ifade etmek gerekirse gençlerin ruhsal durumu dolayısıyla umut ve umutsuzlukları daha ziyade içinde yetiştikleri aile ortamı ve sosyal çevre ile olan ilişkileriyle bağlantılı olarak yeterli ve güçlü bir benlik yapısı geliştirip geliştirememelerine bağlı olmaktadır.
Çalışmanıza göre, umudun korku, sevgi, güven ve inançla da ilişkisi var. Bu ilişkilere dair neler söylemek istersiniz?
Evet, umudun korku, inanç, güven gibi kavramlarla yakından ilişkisi söz konusudur. Psikolojide korku, ‘ferdin kendini koruma içgüdüsünden kaynaklı olarak göstermiş olduğu bir tepki’, ‘gerçek, beklenen ya da zihinsel olarak yaratılan bir tehlike karşısındaki duygusal yaşantı’ vb. şekillerde tanımlanmaktadır. Kur’an ve tasavvufta korku kelimesinin karşılığı olarak kullanılan ‘havf ‘, geleceğe ait bir kavram olarak, kalbin arzuladığı, isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı veya arzu etmediği şeylere maruz kalacağı düşüncesinden kaynaklı bir durum olarak ifade edilmektedir. Geleceğe ait olması ve kalbin yaşadığı bir duygu hali olması hasebiyle umutla ortak noktaları olan korku (havf), umudun karşıtı olarak ve umutla (recâ) birlikte bulunması arzu edilen bir duygudur. Görünüşte zıt gibi görünen bu iki duygu aslında birbirini tamamlayan, dengeleyen bir niteliğe sahiptir. Zıtlar birliği bir varlık olarak insanın tabiatında korku ve umut, aynı yönlerde birlikte hareket eden en yaygın ve en köklü karşılıklı iki çizgidir.
Yaratılış itibariyle çocuk umut ve korku kabiliyetleri ile birlikte doğar. Dolayısıyla insan ruhu, tabiatı itibariyle hem umut hem de korku ile doludur. Başlangıçta çocuk karanlıktan, yalnızlıktan, alışamadığı kimselerden vs. korkar fakat aynı zamanda emin olmayı, ısınmayı, rahat etmeyi, annesinin kucağında dinlenmeyi arzu ve umut eder. Çocuk büyüyüp gelişince karşılıklı bu iki çizgide gelişir. Böylece çocuğun umutları ve korkuları da değişir, fakat bu iki çizgi karşılıklı ve birbirine girmiş olarak devam edip gider. Yetişkinlikte insanın sorumlulukları artınca umut ve korkuları da artmaktadır. Kişi bir yandan meslek, iş sahibi olmayı, yuva kurmayı, maddi ve manevi olarak güçlü olmayı arzu ederken, diğer taraftan, mutsuz olmaktan, işini kaybetmekten, fakir düşmekten, hasta olmaktan vs. korkar. Yaş ilerledikçe insanları yalnızlık ve ölüm korkusu kaplarken bir yandan da sonsuz olma, çocukluktaki gibi rahat ve huzur içerisinde yaşayabilme umutları devam eder. Başlangıçta korku ve umut sadece basit duygusal bir tecrübedir. Daha sonra düşünce ve değer yargılarının gelişmesine paralel olarak dinî ve manevi bir anlam kazanan korku ve umut duyguları insan motivasyonunda çok önemli bir yer tutmaya, onun bütün duygu, düşünce ve prensiplerini çevreleyerek davranışlarına yön vermeye başlar.
İnsan ruhunda umudun da korkunun da sonu yoktur. Ancak bu iki duygunun dengeli bir şekilde insan ruhunda varlıklarını sürdürmeleri esastır. Çünkü bir taraftaki fazlalık, dolayısıyla dengesizlik insan için hüsrandır. Korkusuz umut, umutsuz korku yoktur. Bir kimse buğday ekerse, buğday biçeceğini umut eder, ancak bir taraftan da ürününün âfetten zarar görebileceğinden korkar. Onun için İslam dininin en büyük gayesi, ferdin ruhundaki zıt kutuplar arasında bir denge temin etmektir. Bu denge toplumdaki dengeyi, daha sonra mümkün olduğu ölçüde bütün insanlıktaki dengeyi temin edecektir. Bu sebeple ‘umut başarının sâikı, korku ve titreme, başarının düzenleyicisidir. Yaşamak ise, bu ikisinin dengesidir.’ Sağlıklı bir bünyede, umutsuz bir korku ve korkusuz bir umut tasavvur edilemez.
Her şeyden önce tek başına umut insanın benliğini firavunlaştırır ve hiçbir şeyden sorumluluk hissetmemesine sebep olur. Dolayısıyla bu durum da insanın aktif üretken olmasına, kendisini geliştirip olgunlaştırmasına mani olur. Çünkü tek başına umut insan ruhuna aşırı emniyet duygusu verir. Emin olan, doyan ruh, mevcutla yetinir, yetinen ise daha ileri gidemez. Dolayısıyla tek başına umutsuzluk veya umut insan ruhu için marazi bir durum olup gelişip olgunlaşmaya engeldir. Bu sebeple insanın ruhen ve bedenen sağlıklı olması için İslam dini ‘korku ve umut’ dengesi prensibini getirmiş, inanç ve ibadet hayatını olduğu gibi hayatın bütününü bu prensip üzerine oturtmuştur. Zira İslam inancına göre Allah’ı hem sevmek hem de O’ndan korkmak esastır. Allah sevgisi ve Allah korkusu, dinî imanın ayrılmaz unsurlarıdır. Dinî sevgi, temelde Allah’ın insana bahşetmiş olduğu sonsuz nimetlerden dolayı duyulan minnettarlık ve şükran hisleriyle ilgili olup, Allah korkusu da bu nimetlerin Allah’a karşı gerektirdiği kulluğu ve itaati gereği gibi yapamamanın verdiği bir sorumluluk hissinin ifadesi olarak kişiyi ahlaken dürüst olmaya ve sorumluluk taşımaya sevk etmektedir. Bu nedenle iman hayatı, Allah’tan korkma ve umut etme gibi iki yönlü dinamik bir tutum içerisinde yaşanmadıkça tam bir gelişme göstermez. Sehl b. Tusteri’nin ifadesiyle korku, erkek; umut ise dişidir. İman sırrı bu ikisinde döllenmektedir. Mü’min kimse, korku ile umudun tam ortasında olmalıdır. Dolayısıyla imanlı kimsenin en yüksek hedefi, Allah’tan korkması ile Allah’ın rahmetini umut etmesinin eşit düzeyde olması, korku ile umut dengesi üzerinde yürüyebilmesidir. Çünkü tek başına korku, rahmete güvensizliğe ve nihayet tükenişe götürdüğü gibi tek başına umut da, hiçbir tehlike, zorluk, sınır tanımadığından benliği firavunlaştırır. Onun için korku ve umut insan ruhundaki noksanlıkları tamamlayıp aşırılıkları düzelterek ruha uygun bir denge vermekle tedavi edici bir ilaç niteliğini taşımaktadır. Mü’min, Allah’ın rahmetinin sonsuzluğuna tamamen güvenerek ümitvar olamayacağı gibi, Allah’ın rahmetinden umudunu keserek Allah’a yönelmekten de vazgeçmemelidir. Mü’min, ibadetlerinin çokluğuna güvenerek tamamen ümitvar olamayacağı gibi, günahlarının çokluğundan dolayı tamamen umutsuzluğa da düşmemelidir.
Özetle ifade etmek gerekirse dinî inanç, ibadet ve duanın temelinde umut ve korku duygusu birlikte bulunmaktadır. Zira bu durum, insanın ruh sağlığı ve kişiliğini geliştirip, bütünleştirebilmesi açısından zaruridir. Bu sebeple mü’min korku ile umut arasında bir denge kurmak ve hayatını ona göre düzenlemek durumundadır. Kur’an-ı Kerim ruhunda bu dengeyi kurabilenleri övmüştür (Bkz. Secde 32/16). Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde; ‘Mü’min Allah indindeki ukubeti bilseydi, cennetten umudunu keserdi. Eğer kafir, Allah’ın rahmetini bilseydi cennetten umudunu kesmezdi.’ buyurarak gerçek mü’minin Allah karşısındaki durumunu veciz bir şekilde ifade etmiştir (Bkz. Müslim, Tevbe; 23, 4/2109). Diğer taraftan İslam dini, bir taraftan çalışmayı diğer taraftan da şükredip kanaatkâr olmayı emretmektedir. Dolayısıyla mü’min kimsenin, ‘kendinden iyi durumda olanlara bakarak çalışması, kendinden kötü durumda olanlara bakarak şükretmesi gerekir. İslam’ın bu prensibi de insanların umutsuzluğa düşmemelerinde son derece etkilidir. Bununla birlikte günümüzde teknik gelişmelere bağlı olarak imkânların da artması söz konusudur. Üretim bolluğu karşısında, ihtiyaçlar da artarak aşırı bir şekilde tüketim arzusu ortaya çıkmakta ve bu durum insanlarda umutsuzluğa sebep olmaktadır. Çünkü insanların pek çoğu, mevcut üretim bolluğu karşısında etrafındakilerin sahip olduğu şeylere kendisinin de ihtiyacı olduğunu düşünmekte, diğer taraftan bunları elde etmedeki imkânlarının yetersiz olduğunu fark edince umutsuzluğa kapılmaktadır. Oysa tam anlamıyla inanarak, inancını hayata geçirmeye çalışan mü’min, böylesi bir durumda kanaat sahibi ve şükreden bir insan olarak aşırı arzularını frenleyerek arzu edip elde edemediği şeylerden dolayı da umutsuzluğa düşmemektedir. Kısacası, kişiler dinî hayata bağlandıkları takdirde dünya hayatında umutsuzluklarını yenerek, inanç, umut ve huzur ile dopdolu hale gelebilmekte, umut ve korku arasındaki dengeyi koruyabilmektedirler.
Umudun sevgiyle de yakın bir ilişkisi söz konusudur. Frankl, sevginin inançla birlikte umudun bileşeni olduğunu belirtirken, Gazâli, ‘umut ve muhabbet beraber olur’ diyerek bu iki kavram arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. M. Kutub da insandaki umut–korku çizgisi ile sevgi–nefret çizgisi arasında kuvvetli bir bağ olduğunu, dolayısıyla kişinin umut ettiği her şeyi, herkesi sevdiğini, korktuğu her şeyden ve herkesten nefret ettiğini belirtmektedir. Bu nedenle umuttan sevgi doğmaktadır. Bütün varlıklara veya nesnelere duyulan güçlü bir yakınlık ve bağlılık duygusu olarak ifade edilen sevgide her şeyden önce bir bağlanma söz konusudur. Umutta da aynı şekilde yarınlara, geleceğe bir bağlanma söz konusudur. Yine sevgide mizâcın güzel şeylere meyletmesi söz konusu olduğu için güzel olan, hoş olan şeyler sevilir. Umutta da güzel ve hoş olan şeylerin umut edilmesi, beklenmesi söz konusudur. Bu sebeple sûfiler umudu, sevilen, arzu edilen, hoşa giden bir şeyi beklemekten kalbin duyduğu bir ilgidir şeklinde tarif etmişlerdir. Bu bağlamda umut, sevileni beklemekten gelen sevgidir. İnsan hayatı sever, kendisini sever, diğer insanları sever, dolayısıyla insanın diğer insanlardan ve hayattan birtakım beklentileri vardır, onlardan birtakım şeyleri umut eder. Onun için ümitvar insana aynı zamanda ‘yaşam sever’ de denilmektedir. Çünkü yaşam severliğin özü, yaşamı sevmektir, yaşamayı sevmektir. Umutsuz insanlar ise ‘ölüm sever’ olarak nitelendirilmektedir. Çünkü bu tür insanlar hep geçmişte yaşar, geleceğe asla yönelemez, yani geleceğe dair birtakım umutlara beklentilere sahip olmayıp, yaşamayı değil adeta ölümü sevmektedirler.
Sevgi, bir zenginliktir, üreticiliktir, insanın kendisiyle ve başkalarıyla yaratıcı bir ilişki kurmasıdır. Dolayısıyla sevgide üreticilik, aktiflik, etkinlik söz konusudur. Umutta da aynı şey söz konusudur. Umut edilen şeyi pasif bir şekilde beklemek, umut değildir. Umutta aktif olmak esastır. Sevgi, fert ve toplum hayatını etkileyen, insanlara dirlik, düzen, haz ve huzur veren bir duygusal yaşantıdır. “İnsan hayatında umut mu daha etkilidir, yoksa sevgi mi?” diye bir soru akla gelebilir. Bu noktada sevginin bazen kendisinden önce gelen umut duygusundan bir adım öne geçtiğini söylemek mümkündür. Örneğin; Allah yolunda, değerleri uğruna insan kendi şahsıyla ilgili olan umut ve korku duygusunu yenerek her türlü fedakârlığı göze alabilmektedir. Onun için skolastikler sevginin umuttan önce geldiğini belirtmektedirler. Dünyaya gelen her varlıkta en temel bir unsur ve en büyük kuvvet olan sevginin yeryüzünde yenemeyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak unutmamak gerekir ki bir şeyi insana sevdiren umuttur. İnsan sevgiyi umut eder.
Ayrıca umut, güvene iki taraflılığa ve bekleyebilme gücüne gereksinim duymaktadır. Umut etmek, şu anda yalnızca imkân olarak, mevcut olan şeyin gerçekleşeceğine mutlak olarak güvenmek demektir. Esasen umut etmenin temelinde güven duygusu bulunmaktadır. Kişinin birtakım beklentilerde bulunabilmesi için öncelikle onları sağlayabilecek olan kimselere veya şeylere güvenmesi gerekmektedir. İnsan güvendiği şeylerden veya kimselerden bir şeyler beklemekte ve umut etmektedir. Her şeyden önce insanın kendisine güvenmesi, umut duygusunda önemli bir faktör olmaktadır. Çünkü umudun gelişmesi, insanın birtakım şeyleri başarabileceği, bazı güçlüklerin üstesinden gelebileceği beklentisi temel güvene, yani aşırı derecede başkalarına bağlı olmadan, kişinin kendisine olan güveninden kaynaklanmaktadır. Başkalarına güvenme duygusu da umut etmede büyük rol oynamaktadır. İnsanın, diğer insanlardan umut dediğimiz, iyi, hoş ve güzel olan birtakım beklentiler içerisinde olması, onlara olan güveninden kaynaklanmaktadır. Başkalarına güven duygusu olmayan bir insan, başkaları ile birlikte bir eyleme girişmiş olsa ve bu eylem başarısızlıkla sonuçlanmış olsa, bundan başkalarını sorumlu tutmaktadır. Başkalarına güven duyan bir kimse ise hatalı bir sonuçtan kısmen kendisini de sorumlu tutabilmektedir.
Yine insanın hayata, yaşama, geleceğe güvenmesi de umut duygusunda önemli bir faktör olmaktadır. Zira umut eden kimse, yaşamın ona birtakım şeyleri verebileceğine, birtakım çaba ve gayretler gösterdiğinde, yaşamın ve hayatın, onun istediği ve arzu ettiği şeyleri elde etmesine engel olmayacağına güvenmektedir. İnsan, doğuştan yaşamını sürdürmek isteyen, bunun için de gerek kendi dışındaki kâinat ve tabiat olayları, gerekse kendi bedeni ve psikolojisi karşısında güven içinde olmak eğiliminde olan bir varlıktır. İnsan doğuştan, hayatın akışının iyiye doğru gideceğine ve sarsılmadan yaşamını sürdürebileceğine dair bir güven duygusuna sahip bulunmaktadır. Ancak bu güven duygusunun gelişebilmesi olumlu birtakım tecrübeleri ve çevre şartlarını gerektirmektedir. Zira gerek çocuğun, gerekse yetişkin insanın yaşam karşısındaki tutumunu yani dünyaya bakış açısını derinden ve kalıcı bir şekilde etkileyen faktör, çevreden edinilen izlenimler olmaktadır. Dolayısıyla çocuğun doğduğu andan itibaren çevresinden aldığı izlenimler, onun kendisine, başkalarına ve hayata güven duyup duymamasında son derece etkili olmaktadır. Çocuğun, etrafından aşırı derecede sevgi ve ilgi görmesi veya ihtiyaç duyduğu ilgi ve sevgiyi görememesi onda güvensizlik duygusunu yaratmaktadır. Güvensizlik duygusu, dıştan gelen bir saldırı, baskı, etki karşısında insanda oluşan bir gerilim, bir alt üst olma, normalin dışına çıkma hali olmaktadır. Çocuk bu normalin dışına çıkma durumundan sıyrılmak için çaba göstermekte, ancak bu çaba başarısız kalırsa çocuk kötümser bir dünya görüşü geliştirmektedir. Yani güvensizlik duygusu aşılamadığı takdirde kişiyi umutsuzluğa sevk etmektedir.
Anlaşılacağı üzere güven duygusu umuda, güvensizlik duygusu da umutsuzluğa eşlik etmektedir. Bu sebeple güven duygusu kişilerin umutsuzluğa düşmemesi için ruhsal dengeyi sağlayan başlıca unsur olmaktadır. Güven duygusunun yerini güvensizlik alınca, ruhsal denge bozulmakta, umutsuzluk baş göstermektedir. Onun için kişi kendisine, insanlara, yaşama karşı güveni sayesinde umutlu, güvensizliği nedeniyle de umutsuz olmaktadır.
Yine umudun inançla da yakın ilişkisi söz konusudur. İnanç, “insanın tüm yaşantısını kapsayan bir karakter özelliği, insana yanılgıya düşmeksizin gerçeklikle yüz yüze gelme ama yine de inancıyla yaşama gücünü veren bir yetidir. İnanç, zayıf bir inanma, bilgi biçimi ya da şuna buna iman etmek değil, henüz kanıtlanmamış şeyin doğru olduğuna inanmak, bir olasılığa inanmak, gebeliğin farkına varmaktır. Yani inanç, tıpkı umut gibi geleceğe ait kehanette bulunmak değil, şimdiki zamanın gebelik durumundaki görüntüsü olmaktadır. Dolayısıyla inanç ve umut yaşamın doğasını oluşturan temel öğeleri teşkil etmektedir. İnanca eşlik eden bir ruh hali olarak umut, yalnız ve yalnızca inanç temeli üzerinde durabilmektedir. İnanç ve buna bağlı olarak umut yok olduğunda yaşam olgusal ve potansiyel olarak sona ermiş demektir. Umut, şu anda yalnızca bir imkân olarak mevcut olan şeyin gerçekleşeceğine inanmak demektir. Bu nedenle umutta, beklenilen, arzu edilen şeylerin gerçekleşeceğine dair bir inanç söz konusu olduğu için, umut inanç temeli üzerine oturmaktadır. Onun için kişinin yaşayabilmesi ve umut edebilmesi için inanması gerekmektedir. Esasen insanın inançsız yaşayabilmesi ve umut edebilmesi mümkün değildir. Bir bebeğin annesinin göğsüne inanç duyması, bir insanın kendisine, sevdiklerine ve etrafında ilişki kurduğu insanlara inanması, yaşam için geçerli olan birtakım davranış kurallarına inanması gerekmektedir.
Umut, insanın kendisine, diğer insanlara, hayata, yaşama inanması, inanç duyması demektir. İnsanın kendisine inanması demek bir benliğe sahip olduğuna, kişiliğinin değişmeyen bir özü, çekirdeği bulunduğuna, şartlar değişmiş olsa bile ufak değişiklikler haricinde özünün hayatı boyunca hep aynı kalacağına inanması demektir. İnsan, benliğinin hep aynı kalacağına dair inancını yitirdiğinde, benliğini yitirerek umutsuzluğa kapılmaktadır. İnsanın, başkalarına inanması demek, onların temel tavırlarının değişmezliğine, güvenirliliğine kısaca kişiliklerinin özüne güvenmesi demektir. İnsanın başkalarına inanmasının doruk noktası ise, insanlığa duyduğu inanç olmaktadır. İnsanlığa duyulan inançta da, insanlığın imkânlarının elverişli şartlar gerçekleştirildiği takdirde eşitlik, sevgi ve adâlet ilkeleriyle yönetilen bir sosyal düzen kurabilecek güçte olduğuna kişinin inanmasıdır. İnsanın kendisine, başkalarına ve tüm insanlığa inanç duyması ise aynı zamanda yaşama, hayata inanç duyması, yaşamdan, güven bulması anlamına gelmektedir. Çocuk başlangıçta iyiliğe, adâlete ve sevgiye duyduğu bir inançla hayata başlamaktadır. Fakat çocuktaki bu inanç, erken yaşta yıkılmaya başlayabilmektedir. Çocuk babasının önemli bir konuda yalan söylediğine, annesinin herhangi bir konuda kendisine haksızlık yaptığına vs. şahit olmakta dolayısıyla, ebeveynlerin sevgisine, doğruluğuna ve adaletine olan ilk (özgün) inanç tekrar tekrar yıkılmaktadır. Gerçekte her çocuğun birtakım düş kırıklıkları yaşaması söz konusu olsa da burada önemli olan yaşanan düş kırıklığının derecesi ve ağırlığıdır.
Kısacası çocuk hayat yolculuğuna inançla birlikte başlamakta, kendine, başkalarına ve yaşama olan bu inancı, zaman zaman sarsılmak suretiyle örselenmekte fakat bazen de tamamen yok olmakta, bu durumda da kişi umutsuzluk bataklığına düşerek bir takım yıkıcı eğilimler geliştirebilmektedir. Eğer inanılacak hiçbirşey ve hiçbir kimse yoksa ve kişinin iyiliğe ve adâlete olan inancı sadece bir yanılsamadan ibaretse, kişi yaşama karşı nefret dolu olmakta ve düş kırıklıklarının acısına dayanamayarak, yaşamın, kendisinin ve insanların kötü olduğunu kanıtlamak istercesine umutsuzluktan kaynaklanan bir takım yıkıcı faaliyetlere başvurabilmektedir. Bu nedenle inanç umudun temeli ve umutsuzluğun panzehiri olarak inançsızlıktan kaynaklanan boşluk, plânsızlık, anlamsızlık duyguları ve yaratıcılıktan yoksun olma durumuna karşılık, hayata yön ve anlam veren, kişiyi harekete geçirerek, üretici ve aktif kılan yegâne unsurdur. Bütün faaliyetlerimiz inandığımız değerlerin tasvir ettiği hedeflere ulaşmak amacıyla gerçekleştirilmekte ve böylece yaşam canlılığını, dinamizmini devam ettirmektedir. Onun için hiçbir şeye inanmamak, faaliyetsiz olmak demektir ki, bu da yaşamın donuklaşması, anlamsızlaşması olup tek kelime ile umutsuzluktur. İnançsız insan ise kısır, verimsiz, umutsuz ve varlığının asıl özüne işlemiş bir korkuyla dopdolu olan insan demektir.