Endülüs bizim için hem iftihar hem tarifsiz bir acı alanı. Endülüsü tarif eden çok güzel kelimeler de var. Sadece tarih değil... Endülüs deyince ne anlamalıyız? Endülüs’ü Endülüs yapan nedir? Düşünce yapısının kaynaklarında ne var?
Tarihi anlamada bugün yaşadığımız büyük zorluklar var. Bunların en başında da anakronizm dediğimiz, bugünün şartlarını tarihe giydirmek diye özetleyebileceğimiz bir anlayış var, böyle bir metodoloji hatası yapıyoruz.
Tarihteki her bir devleti veya her bir medeniyeti, kendi içinde, kendi şartları olan, kendine özgü bir olgu olarak anlamak, kavramak ve ona göre onunla ilişkimizi belirlemek gerekir. Fakat bu çağda bunu yapmak insanlar için çok güç. Bunun iki sebebi var. Bir tanesi şu: Zaten tarihin kullanımı siyasi ve toplumsal amaçlar içindir. Bir devleti idare eden elitler, tarihi, hatta dini de bu amaçla değerlendirir. Ki bu normal bir şeydir. Tarihi, bugün ve geleceği belirlemede kullanırken de doğal olarak, tarih bugünün şartlarına uygun hale dönüştürülür. Burada bilimsellikten ziyade işe yararlılık ön plandadır.
Tarihi anlamamızda ikinci önemli zorluk da bugünün modern dünya şartları, insanların varlık tasavvuru, âlem, evren, insan ve tanrı algısı 100 yıl öncesine oranla büyük değişim geçirdi. Bu, bugün yaşayan herhangi bir insanın bırakın 200-300 yıl öncesini, büyükbabasını bile tanımasını güçleştirdi. Ya da tersinden bakarsak, büyükbabası ya da üç kuşak öncesi bir insan bugün dirilse ve bizi görse çok yabancı insanlar olarak bizi görecektir. Çünkü kendi kimliğiyle ve kendi varlık anlayışıyla bugünkü bizim anlayışımız arasında çok büyük farklar var.
Bu nedenle, bizim tarihi anlayışımız, tarihe bakışımız hakikaten çok büyük ideolojilerle yüklü. İşimize yarayan taraflarına bakıyoruz ya da nasıl yönlendirildiysek, nasıl bakmaya alıştırıldıysak o şekilde bakıyoruz.
Bu bakış açısıyla, bu girişle Endülüs’ü ele alırsak, Endülüs toplumu ya da medeniyeti, kendi içinde, kendine özgü bir varlıktır, kendi çağlarının bir ürünüdür. Dolayısıyla, bu çağlara hitap eder mi? Edebilir. Fakat yine az önceki örneğe dönelim, üç kuşak önceki benim büyükbabam bugün benim yerimde olsa ne yapabilir, kendi dünya anlayışıyla, kendi varlık anlayışıyla, ne kadar başarılı olabilir?! Tarihten bir organik canlıyı, bir medeniyeti alıp bugüne taşımak, onu bugün bizim işimize yarar hale dönüştürmek hakikaten çok problemli bir yaklaşımdır. Biz, Endülüs’e ve Osmanlı’ya, bütün tarihe bu şekilde yaklaşıyoruz.
Bu girişten sonra, Endülüs bizim için ne ifade eder?
Endülüs, kendi çağlarında, kendine özgü şartları olan bir toplum. Bir defa, Endülüs ya da İspanya’nın fetih tarihi 711. Hazreti Âdem’den bu yana var olan, insanlığın bir arada yaşama modeli, değerler bütünü olan İslam, ikmal dönemini Hazreti Muhammed’in öncülüğünde yaşamış ve bu son restorasyonun, son rönesansın yaşanmasının üzerinden henüz bir asır bile geçmemiş. Peygamber Efendimizin vefatı 632. Daha 732 olmadan, 711’de İslam devletinin sınırları İspanya’ya ulaşmış. Ve zaten 732’ye vardığında da, yani Peygamberin vefatından bir asır sonra İslam devletinin sınırları muhteşemdir. Bugünkü anlayışla, bugünkü yaklaşımla değerlendirirsek, dünyanın dev süper gücü haline dönüşmüştür ve neredeyse rakipsizdir. Karşısında sadece Doğu Roma İmparatorluğu vardır, o da zayıf durumdadır o çağlarda. Endülüs böyle bir dev imparatorluğun bir parçasıdır.
Kendi çağlarında İslam uygarlığının o küresel, o ekümen dünyanın yegâne büyük gücü olan, bu büyük güç olmanın üç ayağı vardır. Birincisi, askerî-siyasi hâkimiyettir. İkincisi, dinî ve kültürel hâkimiyettir. Üçüncüsü, ekonomik, iktisadi hâkimiyettir, dünyanın iktisadi hayatına egemen olma kapasitesidir. Bu üç alanda egemen olmuş bir güçten bahsediyoruz.
Endülüs toplumu kendi başına var olmuş bir varlık değildir. O sadece İslam uygarlığının doğal bir parçasıdır ve elde ettiği, kendisine nasip olan varlık, medeniyet kapasitesi ve bunun hayata geçirilmiş hali de zaten İslam medeniyetinin doğal bir gelişiminden ibarettir. İslam devletine, İslam medeniyetine rağmen ve ondan ayrı bir varlık değildir.
Bunu özellikle vurguluyorum; çünkü bu genellikle böyle algılanıyor. Bunun sebebi de şu: Bugün Batılılar, Avrupalılar, hepsi demiyorum elbette, ama bir kısmı bilinçli olarak bu şekilde sunuyorlar. Özellikle Endülüs medeniyetini çok aşırı övüyorlar ve ön plana çıkarıyorlar; ama bunu yaparken de Endülüs Yahudilerini ön plana çıkararak yapıyorlar. Ve bunu yapanların da zaten çoğunluğu aslen Yahudi tarihçi ya da bilim adamıdır. Diğerleri de bugünün egemen Siyonist ya da Yahudi lobilerinin gözüne girmek amacıyla, onlardan bir toplumsal ve maddi çıkar elde etmek amacıyla yapıyorlar.
Endülüs’ün kendi çağında doğal bir parçası olduğu İslam devleti ya da medeniyetinden çok fazla farklılıkları yok. Elbette farklılıkları var; fakat o çağlardaki Abbasi Devletini ya da Abbasi medeniyetini bir yana koyup, Endülüs’ü diğer yana, ikisi farklı şeyler gibi sunuluyor. Öyle değil; ikisi tek bir parçadır. İslam uygarlığı o çağlarda Atlas Okyanusu’ndan Pirene Sıradağları’na, oradan Hindistan içlerine kadar, kuzeyde de Horasan-Orta Asya steplerine kadar tek bir uygarlıktır. Çünkü varlık tasavvuru birdir.
Bunun içerisinde Endülüs’ü bu şekilde anlamak lazım. Dev bir bütünün bir parçası olarak görmek; ama kendi çağlarına, kendi tarihsel şartlarına ait bir varlık olarak algılamak lazım. Endülüs’ün herhangi bir tarafı mesela bilimsel yönü ön plana çıkarılır. Bir diğer taraftan, gayrimüslimlerle ilişkileri ya da onlara uyguladığı hukuk sistemiyle, o çağlardaki Abbasilere göre daha olgun şartlarda sürdürmesi ön plana çıkarılır. Bu iki alanda Endülüs ön plana çıkarılır. Fakat bu kendi çağına özgü bir olgudur. Dolayısıyla, bu çağda bunların örnek alınması ya da o olayların bugün bir değer haline dönüştürülerek, bugün biz de bunları yapalım denilmesi büyük yanlışlara sebep olabilir, yanlış anlamalara ve sonuçlara neden olabilir.
Endülüs, az önce söylediğim iki yönüyle İslam medeniyetinin daha yoğun ve sofistike yaşandığı bir alandır. Bir diğeri de kendi çağlarında zorlu bir varlık mücadelesi, var olma mücadelesi vermiş ve bunu metafizik anlamda dokuz asır sürdürmüş, fakat fizikî anlamda beş-altı asır, küçük bir parçasıyla da sekiz asır sürdürebilmiş bir varlıktır. Bu bakımdan hakikaten muhteşem bir tarihtir, örnek alınacak çok şeyler vardır. Fakat bütün bu tarih metodolojisinin kurallarını bilmek ve tarihçilere işi bırakmak kaydıyla diyorum.
Bir konuşmanızda “…Endülüs âlimleri, Yunanların yönlendirmelerine kapılmıyorlar, sadece onlardan öz bilgiyi alıyorlar, hayat tarzı ve siyasi yönelimlerini almıyorlar. Batı’dan aldıklarını kendi medeniyetlerinde yoğurup bir yapı kuruyorlar…” demiştiniz. Burada İslam âlimlerinin rolüne değinir misiniz?
Bir tarihsel olgudur bu da. Bu da büyük devletlerin bir tavrıdır. Dünyada bütün büyük devletlerde bu tavrı müşahede edebilirsiniz. Bağımsız büyük devletlerin ortak tavırlarından birisidir. Uygarlık tarihine baktığımızda, dünyada birkaç tane büyük uygarlık olduğunu, bir çağda dünya yüzeyinde en fazla iki-üç büyük bağımsız devlet olduğunu görürüz. Bunların ortak özelliği şudur: Rakipleri karşısında, üç alanda, bazen galibiyet, bazen mağlubiyet alsa bile, mutlaka başa baş mücadele edebilir. Bunlardan birisi, siyasi ve askerî alandır. İkincisi, olmazsa olmaz, dinî ve kültürel değerler alanıdır. Üçüncüsü de iktisadi alandır.
Endülüs çağında, Endülüs ve İslam uygarlığı, rakip uygarlıklar karşısında bu üç alanda çok baskın, hatta zaman zaman kahredici bir üstünlüğü sağlamış ve sürdürebilmiş bir uygarlıktır. Bugünün Batı uygarlığının dünyadaki baskın egemenliği neyse, o çağlarda Endülüs ve İslam uygarlığının da egemenliği öyledir. Özellikle 8. asırdan 17. asra kadar bu bir realitedir.
Dolayısıyla, Endülüslü âlimler bunun bilincindeler ve rakip dünyayı tanıyorlar. Kimdir o rakip dünya? Hristiyan dünyadır tabii ki o çağlarda. Bu çağda da böyle. Bütün dünyada, bugün dahi büyük imparatorlukların, büyük bağımsız devletlerin ya da uygarlıkların yaptığı gibi, rakibinden sadece teknik alır. Bakın, teknoloji demiyorum. Teknoloji bir ideolojidir. Yani dünyevi işlerde neyi nasıl yaparız… Bu, daha çok eşyaya ait, dünyalık işlere ait şeylerdir, değerler alanına ait değildir. Değerler alanından neredeyse hiçbir şey almaz. Sadece düşünce adamları alır değerler dünyasından. Düşünce dünyasından o da, edebiyat dünyasından değil. Burada da büyük bir ayrım vardır. Değerler dünyasından, felsefi alanda, hikmet alanında o medeniyetin, yani İslam medeniyetinin sadece seçkin, havas dediğimiz düşünen adamlar, ulema dediğimiz kesim, bilginler sadece muhatap olur; düşünce dünyasında alınması gerekeni alır, alınmaması gerekeni almaz. Alınması gerekeni de ancak kendi değerler dünyasıyla uyuşturarak alır. Müslüman filozofların yaptığı da budur. Kindi’den Farabi’ye İbni Sina’dan İbni Rüşd’e kadar, İbni Tufeyl’e kadar İslam filozoflarının yaptığı da budur. Yunan’dan daha çok mantık merkezli, düşünme yöntem ve biçimlerini, içeriklerini almışlardır. Ama değerleriyle değil. Değerlerini kendi değerleriyle uyuşturarak alıyor, uyumlu hale dönüştürerek alıyor. Hatta bunu yaparken, kendi değerleri ile Yunan düşüncesinin, Hint düşüncesinin, Mısır düşüncesinin değerlerini uyuştururken ya da uyumlu hale dönüştürürken, bir dönem geliyor ki, mesela Gazali’ye kadar gelindiğinde, bunda da ipin ucunu kendi uygarlığına, dinine zarar verecek boyuta gelecek şekilde kaçırıyorlar ve Gazali başta olmak üzere, bazı âlimler buna müdahale ediyorlar ve işi dengeye oturtuyorlar.
Bağımsız büyük devlet, dünyada iddialı ve bu iddiasını bu kapasitesini gerçekleştirmiş olan ve bunu sürdürme çabasında olan bir uygarlık, bunun sahipleri, bunun yönetici, düşünür olan, sürükleyici dinamik kesimi, rakip uygarlıktan özellikle edebiyat alanında, ahlak alanında bir şey almaz. Çünkü edebiyat ahlak alanının taşıyıcısıdır. Kültürün ve dinin iki taşıyıcısı vardır. Birisi, soyut alan dediğimiz edebiyat alanıdır, edebiyat türleridir. Diğeri de somut alan dediğimiz yaşayan toplumdur. Bir insan gözünü açtığında, bir toplumun içinde yaşar, bir toplum içinde yaşamak zorundadır ve her ilişkiye girdiği eşya ve insan ya da canlıyla bir değerler alışverişi yapar, değerlerini ortaya koyar ve onun dini oluşur. Edebiyat ve din alanında herhangi bir şey alma söz konusu değildir. Bu sadece İslam uygarlığına has bir tavır da değildir. Bugün de böyledir. Mesela bir Amerika Birleşik Devletleri’ne bakalım. Dünyanın neresinde becerikli kişiler varsa istihdam ederler. Fakat Müslümanların ahlak anlayışını almaz, mesela edebiyatını almaz, hatta bunları tercüme bile ettirmez. Ne yapar; mesela Alâeddin’in Sihirli Lambası, Ali Baba ve Kırk Haramiler gibi, İslam uygarlığının edebi ürünlerini kendi film endüstrisinde kullanmak üzere, ama kendi değerleriyle uyumlu hale dönüştürerek alır ve bunu sadece para kazanmak amacıyla yapar.
Dolayısıyla, Endülüslüler, Endülüs âlimleri ve aynı çağlardaki genel olarak İslam âlimleri, İslam dışı dünyadan bilim ve teknik almıştır; ama asla dinî değerler almamıştır, toplumsal ve edebî değerleri almamıştır; bunları hariç tutmuştur, bunda çok titiz davranmıştır. Bunun da sebebi, kendisine olan güvenidir. Bu alanlarda kendisi zaten yeterli olduğu için büyük devlet, büyük uygarlık olabilmiştir. Rakibine, düşmanına muhtaç olmadığı için o haldedir zaten. Eğer bir millet ya da bir uygarlık edebiyat alanında ya da değerler ve din alanında düşmanlarına, rakiplerine muhtaç duruma düşüyorsa, zaten kendi özgüvenini kaybetmiş demektir ve zaten kendi ayakları üzerinde, kendi değerleri üzerinde, kendi kökleri üzerinde artık yaşamını sürdüremeyecek duruma düşmüş bir canlıya, bir organizmaya dönüşmüş durumda demektir. Dolayısıyla, onun, kendine özgü, gururlu bir varlık olarak davranmasını beklemek de beyhudedir.
Endülüs âlimleri ve İslam âlimleri, Yunan’ın sadece felsefi düşünme ve mantık sitemlerini özellikle Aristo merkezli olmak üzere, almışlardır. Fakat mesela Ilyada, Odyessa gibi edebî ürünlerini, efsanelerini, panteonunu, yani tanrılar dünyasındaki o saçmalıkları almamışlardır. Çünkü buna ihtiyaçları yoktur. Almamasının bir diğer nedeni, en temel etkenlerinden bir tanesi de şudur: Eğer bunu almaya kalkışırsa, edebiyat ve din alanında, değerler dünyasında alınan herhangi bir değer olursa, bunun şöyle psikolojik ve toplumsal sonuçları olur: Hangi toplumdan aldıysanız, hangi dinden ya da kültürden aldıysanız ya da hangi uygarlıktan aldıysanız, sizin toplumunuzda o uygarlığın sahiplerine karşı ya da kısaca o dine karşı bir sempatik bakış oluşmaya başlar ve bu alım eğer bir süreç haline dönüşürse, yani uzarsa ve çeşitlenirse, dinî ve hayat tarzı, edebiyat ve değerler dünyasından alımlar taklide dönüşmeye başlar ve kimden alıyorsanız o millete karşı sizin milletinizde onları düşman görme, onlara karşı mücadele etme, direnme, onlardan olmama, onları öteki sayma gibi duygular zayıflar ve zamanla yok olur. 1700’den sonraki Osmanlı merkezli Türk ve İslam dünyasının yaşadığı olay da olgu da budur zaten. Düşmana sempatik bakmak onu taklit etmeye dönüştü, zamanla onda ne varsa onu almaya dönüştü. Ama dikkat ederseniz, aynı süreçte düşman karşısında bu üç alanda da, siyasi ve askerî, iktisadi ve dinî ve değerler dünyası alanında seri yenilgiler söz konusudur. Dolayısıyla, Endülüslüler, kendi çağının egemeni olarak, rakip uygarlık olan Yahudi ve Hıristiyan kültürlerine karşı, inançlarına karşı mesafeli ve gururlu bir kişilik sergilemişlerdir doğal olarak. Doğal olarak diyorum; çünkü bütün büyük uygarlıklar diğerlerine karşı bu şekilde davranır.
Endülüs âlimleri nasıl bir ortamda yetiştiler?
Ortamı da şöyle tanımlamamız lazım: Yine bu çağda onun anlaşılabilmesi için söylüyorum, bugünkü yaşadığımız toplumsal sistemden neredeyse tamamen farklı bir ortamdır. Endülüs toplumu ve hatta o çağlarda bütün dünyadaki toplumsal yapı bir otorite piramidine, hiyerarşik piramide dayanır, hiyerarşiye dayalıdır. Bir defa, tek tanrılı din/inanç egemendir. İslam toplumunda, Allah’ın hâkimiyeti, yani tevhit inancını ve uygarlık tarihindeki tecessüm etme halini anlatıyorum. Çünkü bir toplumu ancak değerler ekseninde inşa edebilirsiniz; bunun başka yolu yoktur, görülmemiştir de. Bunun için bir değer koyucu lazım burada. Peki, değerleri kim koyacak? İşte İslam medeniyeti ve ondan önce Hristiyanlık, ondan önce Yahudilikte de bu böyledir. Tek tanrılı dinlerde değer koyucu sadece Allah’tır. Yani piramidin en tepesinde O vardır. En tepeden aşağı doğru piramit genişler, aşağıya doğru O’nun temsilcileri gelir. Temsilci derken, bu resmen böyle bir şey değil; fakat uygulamada bu böyledir. Allah’tan gelen değerleri aşağıya, kendisinden alt pozisyonda bulunan makamlara, pozisyonlara aktarır. Mesela Osmanlı’dan bakarsak, en tepede bir padişah vardır. Endülüs’te, 929’dan sonra Endülüs halifesi vardır, ondan önce Endülüs emiri vardır. Abbasiler zamanında Abbasi halifesi vardır. Oradan aşağıya doğru vezirler vardır, oradan aşağı valiler vardır, komutanlar vardır, kadılar vardır. Bu böyle mahalledeki şeyhe kadar, oradan ailedeki aile reisine kadar iner; ki bu büyükbabadır, babadır, annedir. En tepede Allah’tan başlar, en aşağıya kadar bir hiyerarşi vardır, otorite vardır.
İslam’da, toplumsal hayatta, Müslümanların toplumsal hayatında bütün ibadetlerde, ritüeller de hep hiyerarşiyi diri ve zinde tutmak amaçlıdır. Mesela bunlardan namaza bakarsak, namazın iki amacı vardır. Birincisi, hiyerarşinin en tepesindeki varlık olan, yegâne değer koyucu olan Allah ve daha sonra da O’nun gönderdiği Resul, yani nübüvvet kurumuyla bağ kurmamızı sağlar ibadetler. Bunun da en önemlisi namazdır. Bunun bir diğer faydası da hemen yanı başımızda, omzu omzumuza değen, dizi dizimize değen Müslüman kardeşimizle, kardeşlerimizle bağımızı tazelemektir. Günde beş kez, en azından, hiç olmazsa iki kez, “Sabah ve yatsı namazını mutlaka cemaatle kılın.” diyor Peygamber Efendimiz, emir budur. Bunlar sürekli değer koyucu Allah’a ve O’nun koyduğu değerleri en alt birime, yani aileye kadar, ferde kadar uygulayan pozisyondaki kişilere itaati tazeler her gün.
Endülüs toplumu böyle bir toplum. Bu yönüyle bizim bugünkü toplumdan çok farklı. Çünkü bugün modernite ya da modernlik denilen bir din ya da anlayış egemen dünyada ve bizde de egemen kılınmış durumda. Endülüs toplumunda, İslam toplumunda, uygarlığında var olan piramit yapısı, hiyerarşik değerler otoritesi bugün maalesef ortadan kaldırılmış durumdadır. Bunun kalıntıları var; mesela ailede babanın, kocanın reisliği. Erkekler vasıtasıyla sürdürülen bu geleneksel otoritenin kırıntıları devam ediyor. Geleneksel İslamî yapıyla, anlayışla modern yapı çatışıyor şu anda. Ve modernlik, bu geleneksel yapıda var olan kalıntıları yok etmek için her gün var gücüyle mücadele ediyor. Her gün ateş ediyor. Mesela kocaya ateş ediyor, erkeğe ateş ediyor sürekli. Bunu işte bu amaçla yapıyor. Feminizmi canlandırıyor, şu hakları, bu hakları diyor. Bu şekilde, bu geleneksel yapıdaki, binlerce yıldır insanlığın yaşadığı kadim toplumsal yapıdaki hiyerarşiye vuruyor. Onu yıktı, ama direnenler var. Türkiye’deki muhafazakâr ya da İslamî kesim gibi. Dünyanın her yerinde dindar kesimler buna direniyor, geleneksel otoriter yapıyı ya da hiyerarşik yapıyı muhafaza etmeye çalışıyor. Çünkü geleneksel değerlerini, aile değerlerini, kendi dinî değerlerini başka türlü yaşatma imkânı yok. Eğer bunlar da kaybolursa modern değerler mutlaka onların yerini alacaktır ve hatta büyük ölçüde şu anda almış durumdadır. Yaşadığımız sorunların ekseriyeti de bundan kaynaklanmaktadır.
Medeniyet felsefesini, toplumsal psikolojisini, altyapısını anlatıyorum. İlkokul çocuğuna tarih öğretir gibi, Müslümanlar 711’de Endülüs’ü fethetti gibi kronolojik bilgi vermenin insanlara hiçbir faydası olmaz. Hatta tarihe ve özel olarak Endülüs’e bu şekilde yaklaşmak, çağdaş modernitenin sahipleri ve misyonerlerinin çok çok işine yarar. Çünkü medeniyet felsefesi, tarih felsefesi bilmeden eğer tarih okunursa, tarih ele alınırsa kesinlikle ve değişmez bir sonuç ortaya çıkacaktır: Çağdaş tarih anlayışı ve tarihin siyasi-ideolojik amaçlı kullanımı neyse, o tuzağa düşmüş olacak insanlar, kaçınılmaz olarak düşmüş olacaklar. O yüzden sürekli uyarmak zorundayız. Endülüs’e hayran olalım, ondan örnek alalım kendimize; fakat Endülüs toplumuyla ya da o çağdaki İslam uygarlığı, İslam toplumuyla bugün bizim içinde yaşadığımız, iliklerimize kadar işlemiş olan modern uygarlık arasındaki farkları mutlaka bilmeliyiz. Bu konuda hiç dikkatli değiliz, ben bunu gözlemliyorum. Bu farkları bilmeden iki dünya birbiriyle karşılaştırılamaz ve tarihten istifade etmek mümkün olmaz, çağdaşların tuzağına düşeriz. Sonuç ne olur? Dindar görünen insanlarımız bile, hatta tarihçi, hatta profesör arkadaşlarımızın bile mesela üniversitedeki dersinde öğrencilere şu tavsiyeyi yaptığını görüyorsunuz: Bernard Lewis büyük tarihçi diyor mesela. Veya bizim içimizde bir Fransız, bir Amerikalı gibi yetişmiş tarihçilerimiz var. Hâlbuki bu tarihçiler -konuşmamızın en başında söylediğim gibi- büyük ölçüde anakronik yaklaşırlar; tarihi çağdaş güçlerin, yani modernlerin, modernite sahiplerinin çıkarına uygun şekilde ele alırlar ve sunarlar. Fakat bu sunum şekli acaba Müslümanların, geleneksel toplumların çıkarına uygun mudur; bunun üzerinde düşünme yetimizi neredeyse kaybetmiş durumdayız maalesef. Bunlar bizim işimize yaramaz, bana sorulursa. Bunlar zaten var olan Batı hayranlığının çarpılarla katlanmasına sebep olur ve hepten kişiliksiz, silik bir topluluk haline dönüşürüz. Bırakın toplum olmayı, silik topluluklar haline dönüşmemize sebep olur Batı hayranlığı. Onların tarihçileri ya da onlar gibi olmuş bizdeki tarihçileri eğer çok fazla kutsarsak, dikkate alırsak, hep onları dinlersek, farklı görüşleri dinlemezsek, farklı görüşleri ötekileştirerek değersizleştirirsek, itibarsızlaştırırsak bu bizim lehimize olmayacaktır. Farklı çıkış noktaları yakalamak gerekiyor. Artık bizim bu çağda farklı bir teori üretmemiz lazım. Artık geleneksel hale dönüşmüş olan ideolojilerden bence artık vazgeçmenin zamanıdır. Ve bunların yapılması gereken yer de üniversitedir, ilim dünyasıdır, düşünce dünyasıdır.
Siyasi ve toplumsal değerler Allah’tan toplumun en alt birimlerine kadar yayılıyor ve bu düzenli bir şekilde muhafaza ediliyor, toplumsal yapı ile toplumsal dinamikler bunu sürdürmeyi sağlıyor. Bu ortamda, böyle bir toplumsal nizam içerisinde siyasilerin, İslam tarihindeki terminolojiyle konuşursak, havas dediğimiz kesimin… Bunlar idareciler ve ulemadır, ulemanın daha sonra bir parçası haline dönüşen zahitler ve mutasavvıflar da bu gruba dâhildir. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden mesulsünüz.” Bu hadis geleneksel bütün toplumlarda var olan toplumsal yapıyı anlatır. İdareci pozisyonundaki herkes, yukarıdan gelen, Allah’tan aldığı değerleri sorumlu olduğu alandaki insanlarla birlikte uygulamakla mükelleftir.
711’de çıktığınız İspanya üç asır önce Roma toprağıydı ve Roma uygarlığının verdiği siyasi, idari, kültürel bir yapı vardı orada. Fakat üç asırdır bu barbar kavimler dediğimiz, Avrupa’yı istila eden, dinden-kültürden nasibi olmayan güruhların istilası altında perişan oldu Avrupa toplumları. İspanya toplumu da öyleydi. Dolayısıyla, devlet yapısı, devlet geleneği neredeyse kaybolmuş durumdaydı. Bu yüzden zaten 711 ile 756 tarihi arasında, 45 yıl kadar bir sürede, ki Endülüs’teki valiler dönemidir, Emeviler İmparatorluğuna bağlı olarak, bu dönemde bir toplumsal düzen de kurulamamıştır, hep iç çatışmalarla geçmiştir. Ama iç çatışmalara rağmen Müslümanlar Fransa içlerine kadar fetihleri sürdürmüşler ve oralara da hâkim olmuşlardır. Fakat 756’dan itibaren, doğuda büyük İslam devleti el değiştirdi, Emevi ailesinden Abbasi ailesine geçti idare. Abbasilerin elinden ölümden kurtulan bir Emevi şehzadesi vardır, emiri vardır, Abdurrahman. O aileden kurtulan tek erkektir. Bu, Fas’taki dayılarının desteğiyle Endülüs’e ulaştı, Endülüs’ü ele geçirdi ve orada bağımsız bir devlet kurdu.
Dikkat edin, Medine’de Resullulah’ın sıfırdan kurduğu devlet sürecine bakın, yapıya bakın; onun kadar olmasa da, sıfıra yakın denilecek bir seviyeden bir devlet kuruyor Abdurrahman, Endülüs’te. Hem de bunu 30 yıl kadar bir sürede yapıyor ve kendisinden sonra gelen oğulları, halefleri, bu yapıyı olgunlaştırarak sürdürüyor. Bu çok zor bir olaydır. Devlet geleneğinin kaybolmaya yüz tuttuğu bir ortamda -ki üzerinden bir asır geçmiş- yeniden bir devlet yapısı inşa etmek gerçekten zor bir olaydır. Bunun için neye ihtiyacınız var? O yapıyı dikkate alırsanız, bugün de büyük ölçüde benzerdir; bir defa, çok dirayetli idarecileriniz olacak. İkincisi, ulemanız, bilginler topluluğunuz olacak; o siyasetçilere, idarecilere neyi nasıl yapacağını söyleyecek, yol gösterecek, işin teorisini üretecek ulemanız olacak. Ve siyasetçi, idareci de ne yapacak; onu pratize edecek. Bir de çok iyi savaşçılarınız olacak; hem idareciler hem ulema, aynı zamanda da iyi savaşçı olacak. O çağlarda bütün dünyaya bakarsanız, bu tablo çok benzerdir.
Özellikle 756’dan itibaren bizim anladığımız manada Endülüs uygarlığı oluşmaya başlamıştır. İşte bunun başlangıcında ve temelinde çok dirayetli Emevi ailesinin yöneticileri vardır ve onların hemen yanı başında ve arkasında en büyük destekçileri olarak -ki onlar olmadan asla bu devletin inşa edilemeyeceği bilinir- ulema vardır, bilginler vardır. Ki bunlar çok çeşitlidir. İlk başta Endülüs’te bunlar yoktur; Abdurrahman döneminde ulema denilen kesim yoktur, sayısı üçü-beşi geçmez Endülüs toplumunda. 756, hatta 760’lı yıllara kadar. İşte o tarihten itibaren Abdurrahman ne yapıyor; o zaman Abbasilerin eline geçmiş olan büyük İslam devletine, yani Maşrık dediğimiz doğu İslam devletine çok yoğun, çok büyük sayıda öğrenciler göndermeye başlıyor. 756’da başlayan bu süreçte 1200’lü yıllara kadar devam eden bir rıhle geleneği var. Endülüslü gençler ilim tahsili amacıyla doğu İslam ülkesine giderler, çok yoğun olarak. Hatta ben bunu şuna benzetirim: Endülüs bir arı kovanı ya da arı kovanlarından oluşan bir bütün ve oradan arılar vızır vızır doğuya işler, gider gelirler ve oradan bal taşırlar. Bu gelenek o kadar yoğundur ki, bugün dünyanın hemen hemen hiçbir yerinde bu yaşanmaz. Modern çağda bile bu kadar yoğun bir trafik yoktur. Ama tabii ki oran olarak söylüyorum bunu; sayı olarak tabii ki bugün fazladır dünyadaki nüfus, o zamanki nüfusla mukayese dahi edilemez. Mesela şöyle bir ortalama rakam bulmaya çalıştım: Endülüslü talebelerin, ilim taliplerinin, bugünkü manada üniversite tahsili için, üniversite ve lisansüstü eğitim için doğu ülkesi olan İslam ülkesine rıhle yapma oranı kabaca tahminle en az yüzde 80’dir. Ülkedeki gençlerin neredeyse yüzde 80’i doğu İslam ülkesine eğitim için gidiyorlar. Arada en az 3-4 bin kilometre mesafe vardır. Mesela Mısır’la arada 4 bin kilometreden fazla mesafe vardır. İskenderiye 3-4 bin kilometre kadardır. Bugünkü Suriye dediğimiz, o zamanki Şam toprakları, Bağdat toprakları 5-6 bin kilometredir. Hatta 10-11. asırlardan sonra Buhara, Semerkant, Horasan taraflarına da gitmişlerdir. Endülüs’le arası 7 bin kilometreyi de geçmektedir. Bu kadar uzun mesafelere gidiyorlar… Ayrıca şunu da ekleyelim: O çağlardaki seyahat ya da ulaşım şartları ile bu çağdaki şartlar arasında çok büyük fark var. O çağlarda seyahat çok risklidir, çok büyük zorluklarla doludur. Mesela gemi yolculuğuyla Endülüs’ün Elmeriye şehrinden İskenderiye’ye gitmek durumundasınız. En az 2-3 ay sürer bu yolculuk. Burada gemilerin batma oranı nedir biliyor musunuz; en az yüzde 30’dur.
Endülüs âlimleri günümüze neler söylüyor?
Endülüs toplumu, en başta ulema ve idareciler şunun farkındaydı: “Biz burada, yani İspanya’da, yani Avrupa’nın batısında, Avrupa toplumunun içindeyiz. Kültürel olarak, hayat şartları olarak, iktisadi olarak bir kuşatma altındayız. Biz burada bir varoluş mücadelesi vermek zorundayız, başka türlü ayakta kalamayız.” Bugün Türkiye toplumu da ve diğer İslam ülkeleri de, toplumları da aynı şartlardadır; kuşatılmış durumdayız. Düşmana derken, düşman zihniyetini kastediyorum tabii ki. İslam tarihinde, daha 1900’lere kadar mücadele ettiği bir düşman uygarlık vardı; Avrupa, Batı uygarlığı, Hristiyan uygarlığı. O uygarlığın artık gönüllü savunucusu ve hatta taliplisi haline dönüşmüş bir İslam dünyasından bahsediyoruz artık. Endülüs toplumuyla karşılaştırdığımızda, Endülüslüler bizim bu halimizi şöyle değerlendirebilirlerdi: “Size geçmiş olsun, sizin işiniz bitmiş artık.” derlerdi bize, kesin olarak bunu derlerdi herhalde. Endülüs toplumunda içeride böyle bir sorun yok. Endülüs’ün ilk iki asrında Müslüman nüfus azınlıktadır tabii ki. Çünkü hepsi 4-5 bin, 6 bin kilometre uzaktan gelerek oraya yerleşmiş insanlardır. Ki çoğunluğu asker olarak gelmiştir, erkektir. Bunların çoğu yerli kadınlarla evlenmişlerdir. Ama 150-200 yıllık süreç sonunda artık çoğunluk hale gelmişlerdir. Fakat doğudan gelen insan sayısıyla olmamıştır bu tabii ki, oradaki halkın büyük ölçüde kendiliğinden İslamlaşmasıyla gerçekleşmiştir.
Bağımsız, özgür, müstakil bir devlet, müstakil bir din, müstakil bir uygarlık olabilmenin temel şartı şudur: Bir, rakiplerine karşı askerî ve siyasi alanda mutlak başarı kazanmak zorundasınız. İki, dinî alanda, kendi halkınızı, havasından avamına kadar rakip gücün, rakip uygarlığın, rakip dinin, rakip devletlerin edebiyatından, kültüründen, dininden, yani değerler dünyasından mutlaka uzak tutmak zorundasınız. Halkınızın onlara sempatik bakmasını önlemek zorundasınız. Endülüs uleması ve idarecileri bunun farkındaydı ve birlikte çalışarak bu işi başardılar. Onlara karşı iktisadi, dinî ve askerî, siyasi alanda mutlak başarı sağladılar ve bu şekilde ancak var olabildiler. Bunun şartlarını bugün biz onların tarihini, hayatını, Endülüs tarihini, uygarlığını her yönüyle inceleyerek, ama bir şartla; bugünkü dünyada hâkim olan ve bizde de egemen olan toplumsal sistemle mutlaka ayrıntılı mukayese ederek, işte özgürlük anlayışıdır, insan anlayışıdır, tanrı anlayışıdır, varlık anlayışıdır, iktisat anlayışıdır vesaire, bütün bunlarla karşılaştırarak yapmak zorundayız. Eğer bunu becerebilirsek Endülüs bize çok şey söyler. En başta da şunu söyler: Dünyada var olabilmek ancak düşmanla bir mücadelenin sonucunda mümkündür. Bundan ötesi bence ideolojidir, kandırmacadır. Endülüslüler bize bunu söyler. Burada var olmanın tek şartı, rakip uygarlığa, rakip dine, rakip kültüre karşı koyabilmektir. Bu üç alanda, askerî ve siyasi, dinî ve kültürel ve iktisadi alanda kendi değerlerini üreterek ve kendi dünyanda, hatta kendi dünyanın dışında, tüm dünyada kendi değerlerini baskın hale dönüştürerek bunu yapabilirsin ancak. Başka türlü asla yapılamaz. Tarih bunun şahididir, Endülüs uygarlığı bunun delilidir, Endülüslüler de bunu ispat etmişlerdir ve onlardan bizim öğreneceğimiz en büyük ders de bence budur.