“Nefs” kelimesi İslami literatürde “ruh, can, benlik, kalb” gibi birçok farklı anlamlar için kullanılsa da kısaca nefs: “Her nefs, ölümü tadıcıdır” ayetinde ifade bulduğu gibi insanın bizatihi kendisi anlamına da gelir.
Nefs özü itibariyle kıymetli bir yapıdır ama değeri kişinin niyet ve ameline göre müspet veya menfi bir hüviyet kazanır. Bu nedenle “nefs” başlangıçta nefs-i emmâre diye ifade edilen süfli bir yapı iken, kişinin çabası ve mücahedesi karşılığında ulaştığı güzel vasıflara göre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i raziye, nefs-i mardiyye gibi güzel sıfatlar alır.
Nefs mertebelerinin en düşüğü, dine uymayan isteklerin kaynağı olan nefs-i emmâredir. Terbiye ve tezkiye olmamış hali ile bu nefse küfür hâkimdir, bu nedenle iyiliğe, güzelliğe, İslam’a ve dolayısıyla Allah Teâlâ’ya karşı düşmanlık hisleri taşır.
İkincisi nefsin çirkinliğinin farkına vararak bununla mücadeleye girişen ve bir ömür bu mücadeleden vazgeçmeyen müminlerin nefsini tarif eden nefs-i levvâmedir. Bu makam tevbe kapısını aralamak ve oradan içeri girmek anlamında önemli bir makamdır. Bir müminin en azından bu makamda olmak için çabalaması gerekir. Bunun altı çok tehlikelidir ve bu tür kişilerin son nefeslerini iman ile verememe ihtimalleri çok yüksektir.
“Ey mutmain nefs! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. Katıl kullarım arasına, gir cennetime!” (Fecr, 89/27-30) ayetinde ifade bulan mutmainne makamı akıllı ve şuurlu müminlerin ideali olmalı ki bu mertebedeki nefs sahibi kişi, iman esaslarına şeksiz şüphesiz inanan, İslam’ın emir ve yasaklarına uyan, Allah ile manevî bir bağ kurmayı başararak bunun haz ve lezzetine ulaşan bir kişidir.
Şenel İlhan Beyefendi’nin bu konudaki orijinal tespitleri şöyledir:
“Nefs-i emmarenin küfrünün ve Allah’a (C.C.) düşmanlığının en önemli sebebi, yaratılıştan var olan egosu nedeniyle vazgeçmek istemediği benlik ve bağımsızlık duygusudur. Bu duygunun etkisiyle nefs, hak hukuk dinlemeden, acizliğini görmeden, onu yoktan var eden Allah’tan (C.C.) dahi bağımsız olmak ve her ortamda kendini ortaya koymak ister. İkinci olmaya, bir yerlerden emir almaya, yaptıklarına, yapacaklarına sınırlar, tahditler getirilmesine razı olmaz. Zira nefs, egosu nedeniyle kendine âşıktır. En çok kendini sever ve dünyanın hep kendi etrafında dönmesini ister. Bu nedenle nefsin bu hali psikolojide narsist kişilik bozukluğu olarak da ifade edilir. Felsefecilerin narsizme bu ismi, sürekli sudaki aksine bakan nergis çiçeğinden esinlenerek verdikleri söylenir. Bu kişiler kendilerini herkesten ve her şeyden üstün ve önemli görürler. Bu nedenle sevgisiz, kibirli ve bencildirler, empati kuramaz, başkalarının ihtiyaçlarını anlamakta ise çok zorluk çekerler. Gerçeklerle bağdaşmayan istek ve tutumlar içerisindedirler. Bu tanımlardan anlaşılan şu ki nefsle mücadelede kişinin gerçeklik algısını yitirmemesi, kendine karşı dürüst olması, kendini kandırmaması, adil olması çok önemlidir. Böyle hareket edince bir insan, gerçekleri görmeye, onlarla yüzleşmeye başlar. Bu durumda ve nefs de doğruya yönelir ve ona itaat eder.”
Nefsle mücadelede çok işe yarar yöntemlerden biri de “Bunlar iman eden ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşan kimselerdir. İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur.” (Rad, 13/28) ayetinde işaret edilen çokça zikir yapmak, ibadet ve taate ağırlık vermektir.
Salih kişilerin, Allah dostlarının feyzli manevi ortamları ve ihlaslı sohbetleri de nefsin egosunu kıran ve bağımsızlık duygusunu zayıflatan en tesirli amellerdendir.
Bu konuyla alakalı olarak sonuçta diyebiliriz ki: Peygamberler ve nefsini terbiye ve tezkiye etmiş Allah dostları, veliler hariç, herkesin nefsinde emmare vasfı baskındır ve nefsin bu hali, şerrinden Allah’a (C.C.) sığınılması gereken potansiyel bir kötülük kaynağıdır.
Bu nedenle nefsin terbiyesi zaruridir. Kur’ân-ı Kerîm’de de mealen, “Nefs-i emmare, aşırı derecede kötülüğü emreder.” buyruluyor. (Yusuf, 12/53)
Hadis-i şeriflerde ise “Asıl kahraman, nefsini yenendir.”, “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz kişi de nefsini hevâsına tabi kılan ve Allah’tan dilek(ler)de bulunup duran (bunu yeterli gören) kişidir.” (Tirmizi, Kıyame 25) buyrulur.
Evet, bu dünyadaki imtihanımız gereği nefsin olgunlaşmamış hali böyledir. Kur’ân ve sünnet; nefsin, kendisini yaratan Allah’ı (C.C.) tanıması, O’na iman etmesi, teslim olması ve bu kötü halini değiştirmesi için vardır. Bu nedenle akıllı müminlerin en önemli işi: “…Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9) ayetine kulak vererek, nefsi çirkin sıfatlardan temizlemek ve onu Allah’a, Kur’ân’a, ahirete şeksiz şüphesiz iman ettirmektir. Zira bu ayette de açıkça ifade edildiği gibi gerçek kurtuluş ümidi ancak bu nefsin terbiye ve tezkiyesi ile mümkündür.
Bizler bu kısacık imtihan dünyasında egomuzu değil, Rabbimizi razı etmeli, onun peşinde olmalıyız. Keşke namaz olmasaydı; keşke oruç, zekât, hac olmasaydı, şu fiiller de günah olmasaydı gibi dilek ve temenniler hep egoyu mutlu etmenin değişik kaçamak yollarıdır.
Nefsimizi tamamen terbiye ve tezkiye etmeye muvaffak olamasak dahi, en azından nefsimizi yaptığı kötülüklerden veya imkânı olduğu halde yapamadığı iyiliklerden dolayı kınamaktan vazgeçmemeliyiz ki böyle yapan bir kişinin nefs mertebesi levvâmedir.
“Kıyamet gününe yemin ederim. Nefs-i levvâmeye yemin ederim.” (Kıyâme, 75/1-2) ayeti ile bu nefsin Allah katında önemli bir konumu vardır.
Zira levvâme ile nitelendirilen bu nefs sahibi kişi, nefsin kötülükleri karşısında uyanıktır. Elinde olmadan işlediklerinden pişmanlık duyar; kendini hesaba çeker, bu sayede hata ve günahlarından tevbeye yönelir ve tevbe ve istiğfarı dilinden düşürmez kendisini aldanmaktan kurtarır.
Şu gerçeğin de farkındayız ki, Allah Teâlâ’nın, kullarının ibadetlerine ihtiyacı yoktur. İşleyecekleri günahlar da O’na zarar vermez. Nefslerini terbiye etmeleri, nefsle cihad etmeleri ve böylece cennete girmeleri sadece kulların yararınadır. “Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır.” (Nâzi’ât, 79/40-41) ayetinde ifade bulduğu gibi…
Hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.), “Senin en büyük düşmanın, seni çepeçevre kuşatan nefsindir.” buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir savaştan dönünce de, “Küçük cihattan büyük cihada döndük.” demiştir. Ashab-ı kiram, “Ya Resulullah büyük cihat nedir?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz, “Nefsle cihattır.” buyurmuştur. (Deylemi, Beyheki)
Bu hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) nefsle cihadın, düşmanla cihattan daha zorlu olduğunu ve dolayısıyla daha büyük bir cihad olduğunu ifade etmesi de çok anlamlıdır. Zira ehli bilir ki, önce nefsle cihad olmadan yapılan bütün amel ve ibadetlerin ve hatta düşmanla cihadın bile niyet bozukluğundan heba olma ve boşa gitme ihtimali çok yüksektir.
Zaten aklın da yolu budur: Allah’ın (C.C.) emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimse düşmanla nasıl cihad edecek ki?
Nefsten sonra da yine Kur’ân’ın ve hadislerin ışığında en büyük düşman olarak şeytanı görmek gerekir ki her an bizimledir ve insanlara verdiği vesvese, kuruntu ve evhamlarla nefs-i emmarenin en iyi arkadaşıdır. Ama işin püf noktası ve bizim imtihanımızın en önemli tarafı şu bir gerçek ki nefsle olandır. Nitekim nefsimiz olmasaydı şeytan bizi vesvese ile aldatamaz ve parmağında oynatamazdı. Şeytanın adeta kardeşi olan nefsimiz ve isteklerini yok etseydik bize şeytanın gücü yetmezdi. Çünkü şeytanın insana sataşabildiği yer, yani insanın yumuşak karnı da nefstir. Nefs olmazsa şeytanın da tüm diğer zararlı unsurların da etkisi gerçekten çok zayıf kalacaktır.
Efendimizin duasında olduğu gibi, Rabbimiz, göz açıp kapayıncaya kadar dahi bizleri nefsimizle baş başa bırakmasın inşallah diyerek yazımızı noktalayalım.
Allah’a (C.C.) emanet olun.