“Allahım!.. Bize dünya musibetlerini hafifletecek güçlü bir iman ver!..” (Tirmizi, Deavât 80, 5/528 Hadis No: 3502)
Dünya Musibetleri ve Güçlü İman
Dünya musibetleriyle iman ilişkisini ortaya koyan bu dua cümlesinde Efendimiz (s.a.v)’in - niyaz anlamı bir yana- vurgulamak istediği ulvî mesajlar bulunmaktadır.
Hadisimizde “yakîn” kelimesiyle ifade edilen güçlü bir iman sahibi olmak, Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanıdır. Dolayısıyla olaylara karşı özel tavır almaya, felaket ve musibetler anında özel tepki koymaya sebep olacak kuvvetli bir imanı elde etme noktasında Cenab-ı Hakk’a niyaz etmenin, O’na yakarışta bulunmanın önemi büyüktür.
Güçlü İmana Sahip Olma
Yakîn; bilme, kavrama ve benzeri kavramların üstündeki “ilim” kavramıyla birlikte kullanılan sıfatlardandır. Yakîn, kuşkuların ve tereddütlerin silinmesidir.
Yakîn, başımıza gelen sıkıntıları hafifleten, belâ ve felaketleri gözümüzde basitleştiren, dert ve hastalıkları normalleştiren bir irade gücü kazandırmaktadır mü’min kula.
Değerli sahabî Abdullah b. Mes’ud (r.a.): “Yakîn, imanın tamamıdır” (Buhari, İman 1) demiştir. Onun bu ifadesi; “Yakîn imanın aslıdır, imanın özüdür. Kalb, yakînen iman ederse, vücudun bütün âzâları salih amellerle Allah’a kavuşmak için can atarlar.” şeklinde açıklanmıştır. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari. 1/148)
Tabiîn büyüklerinden fıkıh, hadis ve tefsir alimi Süfyan es-Sevrî (rh.a.): “Eğer yakînî iman, gerektiği gibi kalbe yerleşirse kul, Cennet’e karşı duyduğu sonsuz arzu ve Cehennem’den uzaklaşma duygusuyla adeta uçar.” demiştir.
Kalbe yerleşen yakînî iman, mü’min kula hayatının her anında manen güç ve kuvvet vermektedir. Mü’min, bu iman sayesinde olaylar karşısında kendisinden beklenilen üstün tavır ve davranışları sergilemektedir. Kalpte kökleşen yakînî iman, mü’minin hayatına yön vermekte, bu güçlü iman sayesinde mü’min kul, olayları “Kadere İman” gözüyle soğukkanlı olarak değerlendirebilmektedir.
Yakînî iman; olgun, kâmil, kuşkusuz, kesin bir inanç duygusudur. Kulun bütün benliğine yayılan, hayatına yansıyan sarsılmaz ve yıkılmaz bir teslimiyet halidir. Yakînî iman, taklidî imandan çok farklıdır. Yakînî iman; ibadet, zikir ve takva ile geliştirilmiş ve kalpte kökleşmiş hakikî imandır. Efendimiz (s.a.v.): “Allahım!... Bana iman ve ardından inkâr gelmeyen yakîn ver.” (Tirmizi, Dua 30) duasıyla yakînin, imanın bir üst derecesi olduğuna işaret etmektedir.
Hz. Ebu Bekir (r.a.): “Allah’tan afv ve afiyet dileyin. Zira hiç kimseye yakînden sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.” (Tirmizi, Dua 105) sözüyle yakînî imanın önemini vurgulamaktadır.
Dünya hayatını bir imtihan salonu, bir tiyatro sahnesi gibi gören, kendisine verilen kulluk rolünü en iyi şekilde oynama gayreti içinde olan inançlı kul, gerçek ebedî hayat yanında bu dünya hayatını oyun ve eğlence gibi telakki edecek, ebedî hayat için yatırım yapmaya yönelecektir.
Bunun tabii sonucu olarak mü’minin gözünde hayat basitleşecek, en çetin olaylar normalleşecek, sıkıntı ve musibetler hafifleyecek, belâ ve felâketler ilâhî imtihanın gayet tabii renkleri olarak kabul edilecektir.
Mü’min, Kadere Razıdır
Yakîn derecesinde güçlü bir imana sahip olan mü’min kul, Allah’ın takdirine razı olur. Olayların arka planında ilâhî kudretin varlığını hisseder. Hak Teâlâ’nın hükümlerine, kazâ ve kaderine teslim olur. Bütün tedbiri alır, ama neticeyi Allah’a havale eder.
“Allahım!.. Sana kavuşacağına iman eden, senin kazâna razı olan ve verdiğin rızka kanaat eden, seninle huzur bulan bir gönül istiyorum.” (İbn Kesir, Tefsir. Fecr 27; İbn Asakir, Tarihu Dımaşk’dan naklen) niyazında bulunan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’i örnek alır kendisine...
Olgun mü’min Allah’tan gelen her şeyi hoş görür. Başına gelen her şeyi Allah’tan bilir. O’nun emrine gönülden teslim olur. Hakk’ın emirlerine itaatkâr olur. İyi-kötü, acı-tatlı, hayır-şer bütün kaza ve kaderine razı olur. Hiçbir itiraz ve şikâyette bulunmaz, feryat ve figan etmez, saçını başını yolmaz.
Kadere razı olan kul, sonsuz gönül huzuru hisseder, gam ve kederden emin olur. Allah’tan gelen her şeyi güzel telakki eder. Olan her şeyde mutlaka hayır vardır, diye düşünür. O, yaradandır; ben de O’nun kuluyum, der. Şairin ifadesiyle:
Her ne gelirse yahşidir (güzeldir)
Zira o, dostun bahşıdır (ikramıdır)
Çün cümle O’nun işidir (Çünkü hepsi O’nun işidir)
Ben, bed gümâni (kötü sözü) n’eylerem?!.
Mü’min kul. “Allahım!.. Bize dünya musibetlerini hafifletecek güçlü bir iman ver!..” duasıyla; Ya Rabbi!. Senin kaza ve kaderini engelleyecek hiçbir gücün bulunmayacağı, Senin yazdığından başkasının başımıza gelmeyeceği, Senin takdir ettiğin şeylerin büyük ecirle birlikte asla hikmet ve maslahattan uzak olmayacağı şeklindeki iman derecesinden bizi de hissedar eyle, anlamında niyazda bulunmaktadır. ( Aliyyül’-Kârî’, Mirkatül Mefatih 3/153 )
Ruhi bunalımlar, psikolojik krizler, asabi hastalıklar, şiddetli depresyonlar ve acı intiharların en önemli sebeplerinden biri, ilahi kaza ve kadere razı olmamaktır. Cenab-ı Hakkın takdirine teslim olmamak; psikolojik dengeyi bozmakta, aile ve iş hayatını, gönül ve toplum huzurunu tehdit eden davranışlara sebep olmaktadır. Manevi ve ruhi hastalıkların temelinde kaza ve kadere razı olmama duygusu bulunmaktadır.
Musibetler, Kâmil Mü’min İçin “İkram” Niteliğindedir
Cenab-ı Hak, dünya hayatını imtihan olarak kabul eden mü’min kula -açık nimetleri yanında görünüşte belâ ve musibet şeklinde tecelli eden, ama arka planda ahiret için yatırım olabilecek nimetler de takdir etmektedir.
Sabır, teslimiyet, rıza ve kanaat şeklinde olumlu ve yapıcı tepkilerle karşılanan belâ ve musibetler, imanlı kul için sonuçları itibariyle gerçekten Allah’ın lütuf ve ikramıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Allah kime hayır dilerse, ona musibet verir.” (Buhari, Merda 1)
Mü’min kulun; hastalık ve dertleri, felâket ve musibetleri, sıkıntı ve problemleri imanına yaraşır tahammül, anlayış ve olgunlukla karşılaması; kat kat ecir ve mükâfat elde etmesine, hata, kusur ve günahlarının silinmesine, manen Allah’a yaklaşmasına, Allah’ın rızasını kazanmasına vesile olacaktır.
Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor ki: “Mükâfatın büyüklüğü, belânın büyüklüğüne göredir. Allah, sevdiği topluluğa belâ verir. Kim başına gelen belâya razı olursa, Allah ondan razı olur. Kim başına gelen belâya razı olmazsa, Allah’ın gazabına uğrar”. (Tirmizi, Zühd 57)
Bu konuda Efendimiz (s.a.v.)’in pek çok müjdeleri vardır. Teselliden çok, tebrik ve takdir anlamındaki bu müjdeli hadis-i şerifler, belâ ve felâketlerle karşılaşan mü’min kula moral vermekte, manevî güç kazandırmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Mü’mine isabet eden yorgunluk, hastalık, tasa, üzüntü, rahatsızlık ve gam; hatta ayağına batan diken sebebiyle Allah, onun hatalarını bağışlar.” (Buhari, Merda 1; Müslim: Birr 49)
Sel, yangın, trafik kazası, hastalık... gibi belâ ve musibetler, yaşadığımız ilahî imtihanın parçasıdırlar. Belâ ve felâket, Allah’ın kuluna verdiği dünyevî ceza olabileceği gibi; Allah tarafından başkalarına ders ve ibret olması için takdir edilmiş olabilir. Sadece ecir ve mükâfat için belâ gelebilir. Belâ ve felâketleri daima Allah’ın cezası olarak kabul etmek yanlıştır. Peygamberlere, Allah’ın salih kullarına ve sabırlı mü’minlere gelen belâlar, onların manevî derecelerinin artması ve insanlığa ders ve ibret olması içindir.
“İnsanlar içinde en şiddetli belâya uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra salih kullar, sonra da diğer mü’minlerdir.” (Buhari, Merda 3; Tirmizi: Zühd 57)
Bütün insanlar gibi mü’min de belâ ve sıkıntılarla karşılaşır. Ancak mü’min sıkıntıları sabır ve metanetle karşılarsa; Allah’ın emrine teslim olur ve kadere razı olursa; bu durum onun günahlarının silinmesine vesile olur.
“Erkek olsun kadın olsun, mü’minin kendisinde, çoluk-çocuğunda ve malında belâ eksik olmaz. Mü’min, bu belâlar sebebiyle nihayet Allah’a günahsız olarak kavuşur.” (Tirmizi, Zühd 57)
Bütün bu hadis-i şerifler, mü’min kulun başına gelen belâ ve musibetlerin, sabır ve teslimiyetle karşılandığı takdirde o kul için manevî açıdan “ikram” olduğunu gayet açık bir şekilde dile getirmektedir. Allah dostu saliha hatun Rabiatü’l Adeviyye: “Bir kimse nail olduğu nimetlere sevindiği gibi, belâ ve musibetlere de sevinmedikçe rıza sahibi olamaz.” demiştir.
Belâ ve musibetlere sevinmek, bunların kazandıracağı manevî derece ve ulvi mertebelere sevinmek anlamında olmalıdır. Belâ ve musibet sevilmez, istenmez. Ancak Cenab-ı Hak böyle çetin bir imtihan takdir etmişse mü’min kula düşen; sabır, tahammül, rıza ve teslimiyettir. Bunun en güzel ifadelerinden biri Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin meşhur sözüdür:
Mevlâ görelim n’eyler
Neylerse güzel eyler.
Sabır, Belâyı Nimete Dönüştürür
Olgun Müslüman, sahip olduğu irade ve disipliniyle her haliyle diğer insanlardan farklı olmalıdır. Onun olaylar karşısındaki tavrı, dengeli ve mutedildir. Şuurlu mü’min, sevinç ve coşku anlarında taşkınlık yapmaz ve şımarmaz, buna karşılık Allah’a şükreder. Üzüntü anlarında şikâyet ve isyan etmez, buna karşılık sabreder. Dolayısıyla onun her hali kendisi için hayra ve ecre vesile olur.
“Mü’minin hali hayran olmaya değer. Çünkü onun her hali kendisi için hayırlıdır. Bu özellik, mü’minden başka hiç kimsede bulunmaz. Mü’min kişiye bir iyilik verilse şükreder. Bu, onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder. Bu yine onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
Mü’min kul, Cenab-ı Hakk’ın yazmadığı hiçbir musibetin başına gelmeyeceğine inanan, takdir edilen musibetin Allah’ın bir imtihanı olduğunu kabul eden, sabrettiği kadar ecir ve mükâfat alacağını, sabrın sonucu olarak belânın nimete dönüşeceğini düşünen kuldur.
Mü’min kul, geçici dünya hayatını ebedî hayat yanında çok basit ve değersiz görür. Bu dünyada onun önüne çıkan belâ ve sıkıntılar, yangın söndürmeye koşan itfaiye memurunun ayağına takılan çakıl taşları gibidir.
Ulvî dâvâya, ilâhî rızaya ve ebedî hayata talip olanların, Hak Yol’da yürürken önüne çıkan çakıl taşlarını önemsemeleri düşünülemez.