Ehl-i Beyt'in Annesi Hz. Fatıma / Doç.Dr. Gülgûn Uyar

Ehl-i Beyt’e dair kıymetli çalışmalarınız biliniyor, biraz anlatır mısınız? Kur’an bu konuda neler söylüyor? 

“...Ben sizden bu tebliğ vazifeme karşılık hiçbir ücret istemiyorum...” (Şûrâ, 42/23)

Hiçbir ücret, yani Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle ücret kelimesi geçer; bu, maddî manevî her türlü karşılığı içerir. Böyle bir karşılık istemiyorum. Sizden, sadece yakınlarım konusunda, akrabalarım konusunda ve akrabalık münasebeti çerçevesinde meveddet istiyorum. Oradaki “kurb” kelimesini, biraz kelimeleri fazlalaştırarak size aktardım. Çünkü meal çevirilerde bu karşılıkları buluyoruz. Meveddet ise eşittir “sevgi” olarak açıklayabileceğimiz bir kelime. Fakat bu sıradan bir sevgi değildir. Hakikaten bir insanın bir insana besleyebileceği en üst düzeyde, artık kök salmış, gelgiti kalmamış, şek şüphe barındırmayan bir sevgidir “meveddet” ve bu ayet-i kerimede yine Ehl-i Beyt’in rüchaniyeti noktasında Ümmet-i Muhammed’in mahşeri vicdanında karşılığını bulmuştur. Ve her daim onları anarken isimlerinin ayrılmaz bir vasfı olarak “meveddet” de mutlaka zikredilen bir husus haline gelmiştir. Ehl-i Beyt’le alakalı olarak biz yine bir tabiri hatırlamıştık; bu da “Âl-i Âba” tabiriydi. Âl-i Âba yani âba, Türkçede kullandığımız, Arapçada saa seklinde de ifadesi olan hırka, üste giyilen üst giyecek diyebiliriz. Yani cübbe belki, ama âba bildiğimiz âba bize ne çağrıştırıyorsa onu anlamamız daha doğrudur. “Âba ehli, âba âli, âba beşlisi” olarak da Ehl-i Beyt’i yani bizzat Asr-ı Saadet’te mevcut olan Ehl-i Beyt’i ifade ediyoruz. Bu tabirle ilgili olarak da bir hadiseyi hatırlarız. Hz. Aişe validemizin anlattığı bir rivayettir. Bir sabah Peygamber Efendimiz (sav), üzerinde deve semeri deseni olan siyah bir âbası ile oturuyorken yanına önce Hz. Hasan gelir, Rasulullah Efendimiz (sav) Hz. Hasanı’ âbası içine alır. Arkasından Hz. Hüseyin gelir, onu da hırkasının içerisine alır. Ardından kızı Hz. Fatıma gelir. Aynı durumda iken Fatıma validemizi de âbasına dâhil eder. En sonunda damadı Hz. Ali gelir ve onu da aynı âba içerisine katar. Böylece bir tek örtü altında beş vücud olurlar. Aslında beş vücud olmazlar, yek vücud olurlar. İşte bu “âba ehli” ifadesi bu şekilde hayat kazanacaktır. Ve bu hal üzere iken Rasulullah Efendimiz (sav) “İşte benim Ehl-i Beytim bunlardır.” buyurmuş ve “Ey Ehl-i Beyt! Şüphesiz Allah, (tekvini iradeyle) sadece sizden her türlü pisliği gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister.” mealindeki Ahzab suresinin otuz üçüncü ayetini zikretmiştir.

Ahzap suresi 56. ayet-i kerimede de şöyle buyrulur: “Allah ve melekleri Nebi’ye çok salât ederler. Ey iman edenler! Siz de O’na salât edin ve O’na tam bir teslimiyetle selam verin.” Bu ayet-i kerime inzal olduğunda Ashab-ı kiram Peygamber Efendimiz’e (sav) müracaat edip “Biz sana nasıl selam vereceğimizi biliyoruz ama nasıl salât edeceğimizi bilmiyoruz.” demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav), ashabına, tahiyyattan sonra okuduğumuz, salli ve barik duaları olarak ifade ettiğimiz salavât-ı şerifeleri öğretmiştir. Ve bizzat bu salavât-ı şerifenin içerisinde Hz. Peygamber’in kendi zâtına ve âline yani soyuna salât edilmektedir. Her daim, asırlardır, günde beş vakit olarak… Hz. Peygamber, ümmetinden, Ehl-i Beyti’ne muhabbet göstermelerini talep etmiş ve bunu kendisini sevmesinin bir gereği olarak ifade etmiştir. Yani nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ “Eğer Allah’ı seviyorsanız Peygamberi sevin.” bağlantısını kurduysa Rasulullah da kendi sevgisiyle Ehl-i Beyti’nin sevilmesi arasında bir bağ kurmuştur. Bu, bu şekilde silsile halinde devam eden bir bağdır. Bu şekilde bir bağlantıyı kurarsak daha salim olur.

Tarih içinde Ümmet-i Muhammed’in Asr-ı Saadet’i takip eden yıllarda Ehl-i Beyt’e karşı affedilemez tutumları da olmuştur. Bunun içerisinde siyasî otorite yer almıştır. Ve bu siyasî baskı ve zulümler de maalesef toplum içerisinde tarafgirlik duygusunu ortaya çıkarmıştır. Haklı olarak Hz.Peygamber’in (sav) torunlarını, Hz. Ali ve evladını tutanlar, O’nun taraftarları elbette mevcut olduğu ve yaşadığı gibi, bir de bu karşıtlığın tarafları maalesef ne kadar etkin olmasalar da bir damar olarak vücut bulmuşlardır. Bu bir mana, bu mevzuya çok derinlemesine girmeyelim ama hak batıl mücadelesinin tezahürü olacaktır. Yani Hüseynîlikle Yezidîliğin, zahirle batının, hak ve batılın, ruh ve nefsin… Bunu her türlü anlamda, iyi ve kötü başlığı altında, yukarıdan aşağıya doğru sıralayabiliriz. Bunlar birer temsil bulmuşlardır. Onun öncesinde Hz. Ali’yle Muaviye bin Ebu Süfyan’ı da yerleştirmeliyiz. Hatta onun üstünde Hz. Peygamber ile (sav) Ebu Süfyan vardır. Yani yukarıdan aşağıya eğer biz bir nesepten bahsediyorsak, bu nesebin içerisindeki Ebu Süfyan, Muaviye ve Yezid nesep devamlılığı bir tarafta; Rasulullah (sav), Hz. Fatıma ve oğulları şeklinde karşı karşıya gelen taraflar olduklarını görürüz. Evet, bunu bu şekilde sadece parantez içinde zikretmiş olalım ve biz yine birleştirici olma noktasından devam edelim. Bahislerimiz aşağı yukarı bundan ibaretti ve genel olarak Ehl-i Beyt’ten bahsetmiş olduk. Asr-ı Saadet’te Rasulullah (sav) için ailesinin arz ettiği önem ve ehemmiyete değinmiş olduk. Ve bu ailenin Rasulullah’a verilmiş bir hediye olduğunu da özellikle söyledik. Evet, bu aile Ehl-i Beyt, hakikaten haklarında söylenen bu ayırıcı vasıfları bi hakkın zaten taşıyorlardı ve bunları ortaya koydular. 

Hz. Fatıma’nın şahsında Ehl-i Beyt ailesinden bahseder misiniz?

Aileye nasıl bir giriş yapabiliriz ya da genel bir başlık nasıl verebiliriz şeklinde biraz daha zihnimizi yorduğumuzda aklımıza iki kavram geldi. Bu iki kelimenin birincisi “sır” kelimesi bir diğeri ise “vahdet”. Şimdi bu iki kelime nasıl Ehl-i Beyt’le bir araya gelecek, size onu arz etmeye çalışacağım. “Sır” kelimesine şuradan ulaşıyoruz. Rasulullah Efendimiz’in (sav) bir sözü vardır. Bu aslında hepimizin çok iyi bildiği bir sözdür. Buyurur ki: “Evlat babasının sırrıdır.” Bu anlamda baktığımızda genelde bu ifade tasavvuf anlayışında karşılığını çokça bulan bir ifadedir. Orada çok işlenmiştir. Ama biz kelamlara zahiriyle de muamele ettiğimiz için, o kelamı söyleyen ve onun söylediği zaman içerisinde vücut bulmuş kişiler üzerinden ilk önce temsile dökerek de bu anlayışımızı daha sonrası için geliştirmemiz mümkündür dedik. Tabi ki buradaki baba Rasulullah olunca O’nun evladı da O’nun sırrı olacaktır. Tabi buradaki sır kelimesini bütün yönleriyle açıklayabilme becerisini benden beklemeyin. Ben bu sırrın hakikaten ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bu sırra, tezahürlerden yola çıkarak anlamlar yüklemeye çalışacağım. Yani bir baba olarak biz Rasulullah’ı görüyorsak, evlat olarak Hz. Fatıma’yı tanıdığımız bildiğimiz kadarıyla elimizde anlatılar varsa bunları bu sır ekseni etrafında birleştirebiliriz diye düşünüyorum. Evvelemirde belki Hz. Fatıma’nın isminden başlamak lazım. Bildiğimiz gibi Hz. Peygamber’in (sav) nübüvvetinden önce, tartışmasız olarak sahip olduğu bir vasfı vardır. Bu vasfı, herkes tarafından teslim edilmiş olan “eminlik” vasfıdır. Hz. Peygamberimiz (sav) emin olarak tanınıyordu ve yine hatırlayacağımız gibi nübüvvetin başlangıcından yaklaşık beş sene önce Kâbe müşrikler tarafından onarılmıştı ve Hacerü’l-Esved’in yerine konma sırası gelmişti. O noktada kabileler o şerefe nail olmak için çekişmeye düşmüşlerdi. İşte o sırada bir fikir ortaya atmışlardı, demişlerdi ki: Biz madem bu konuda anlaşamıyoruz, şu kapıdan ilk olarak kim girerse bu taşı o yerine yerleştirsin. O kapıdan Hz. Peygamber (sav) girmiştir. Abdulmuttalib’in torunu, Abdullah’ın oğlu geldi ama iş bu kadarla kalmadı. Orada bir hissiyat oluştu. Herkes aynı zamanda çok da memnun ve müsterih oldu. Hz. Peygamber’in söylediği şekilde Hacerü’l-Esved’i yerine taşıdılar. Burada vurgu yapmak istediğimiz vasıf eminlik vasfıydı. Eminlik vasfı ile Hz. Fatıma’nın eminliği arasında çok net bir bağlantı kurabiliriz. Burada şunu da ifade etmeliyiz. Aslına bakarsanız Hz. Fatıma çok uzun yaşamamıştır. Yani ömrü Asr-ı Saadet’tir. Yani Peygamberimiz’in (sav) peygamberliğine yakın dünyaya gelmiştir. O’nun irtihalinden çok kısa bir süre sonra da vefat etmiştir ve hakikaten de mahfiye yaşayan bir kişidir. Ortada bulunan bir şahsiyet değildir ve hakkında bilinenler de aslında günümüzde bazılarını nedense rahatsız edecek kadar azdır. Hani biz o kadar bilgi fazlalığına alışmışız ki sanki Hz. Fatıma denince ciltlerin dolması gerekiyormuş gibi bir intibaya kimi zaman kapılıyoruz. Hz. Fatıma’nın hayatına bakıyorsunuz, hakikaten çok fazla bilgi yoktur. Ama olan bilgi zaten ciltlerle hesap edemeyeceğimiz, bu şekilde karşılık koyamayacağımız bilgidir. Bu nedenle bizim kemiyet rahatsızlığımız bizi bu noktada bazen boşa düşürüyor. Fazla malumatımız yoktur ama şimdi biz bildiğimiz ve kesin derecesinde olan malumatla bu derlememizi yaptığımızı da ifade etmiş olalım. Evet, bu ikisi arasındaki eminlik ortaklığının tezahürleri neydi? Bir kere Hz. Peygamber’in ona verdiği isimdi Fatıma. “Fatıma” kelimesi ilk olarak “çocuğu sütten kesmek” “sütten kesilmek” veya “herhangi başka bir şeyden kesilmek” anlamını taşır. Arapçanın, kelime anlamları açısından çok zengin bir dil olduğunu biliyoruz. Kelimenin diğer anlamlarına geçtiğinizde ise şunu görürsünüz: “Nehyolunan bir şeyden vazgeçmek, dolayısıyla ondan kesilmek.” Başka anlamlarına baktığınızda “cehennem ateşinden uzak olmak” yani “cehennem ateşinden emin olmak”. Rasulullah (sav) şöyle buyuruyor: “Kızımı Fatıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri cehennemden uzak tutacağı hakikatidir.” Biz bu çıkarımımıza, bu kadar kesin bir cümleyle zaten Peygamber Efendimiz’in (sav) ifadesiyle ulaşıyoruz. Yani Fatıma olmak cehennemden emin olmak; çok şükür onu sevmek de bu eminliğe dâhil olmak anlamını taşıyor. Biz yine Hz. Aişe’nin bir ifadesinde görüyoruz ki: “Hz. Peygamber’den sonraki en doğru kişi Fatıma’dır.” Bu açık bir beyandır. Bu sebeple Ezvâc-ı Tâhirât kendi aralarındaki meseleleri ona açarlar ve Rasulullah’a (sav) iletme noktasında bu eminlik vasfı sebebiyle onun tavassutuna iltica ederlerdi. Hattı zatında bizim burada Hz. Fatıma’yı övme noktasında deliller getirmeye ihtiyacımız yok. Zaten onun şahsiyeti ortadadır ve zaten biz şunu da çok iyi biliyoruz: Hz. Fatıma, Rasulullah’a (sav) ahlak olarak en çok benzeyen kişidir. Sadece burada bu sır ekseni etrafında bu ana noktaları biraz anmak istiyoruz. Böylece değişik bir pencereden Hz. Fatıma’yı tekrar hatırlamış oluyoruz. Yine Mekke’nin Fethi öncesinde müşrikler anlaşmayı bozmuşlardı. Kureyş, Hudeybiye antlaşmasını ihlal etmişti. Fakat bundan da pişmanlık duymuşlardı. Bunun üzerine hemen Ebu Süfyan Medine’ye gönderilmişti. Fakat doğrudan Hz. Peygamber’in (sav) karşısına çıkmaya yüzü yoktu. Onun için kapı kapı dolaşmıştı. Bu kapılardan bir tanesi de Hz. Fatıma’nın kapısıydı. O da burada ondan tavassut istemiştir. Ve bu da Hz. Peygamber’e (sav) bir sözü iletmesi konusunda Fatıma validemizin eminlik vasfıyla irtibat kurabileceğimiz bir nokta olabilir. Evet, ismi önemlidir Hz. Fatıma’nın… Bu Fatıma ismi özellikle Hz. Peygamber’in kimi beyanlarında da özellikle yerini bulur. Buyurur ki Rasulullah Efendimiz (sav): “Ben Fatımaların evladıyım.” ve Atikelerin, der. Şimdi, zahiren baktığımızda hemen nesep kitaplarını açarız ve Hz. Peygamber’in (sav) nesebi içerisinde Fatıma ve Atike isimlerine bakarız. Hakikaten de karşımıza Fatımalar da çıkar Atikeler de. Yani Hz. Peygamber’in kendine gelen nesebi içerisinde Fatıma ismi vardır ama Fatıma ismine bu derece önem vermesi, çünkü başka aynı isimde kişiler de olabilir. Fakat buradaki “Fatımaların oğluyum”da biz biraz daha derin bir anlam aramalıyız ya da daha farklı bilgileri de buraya katmalıyız diye düşündüğümüzde karşımıza Hz. Peygamber’i (sav) büyüten Fatıma da çıkıyor. Yani Hz. Ali’nin annesi, amcası Ebu Talib’in eşi olan Fatıma binti Esed. Hz. Peygamber (sav) çok erken yaşından itibaren amcasının hanesine intikal etmişti. Ama ne yazık ki biz anlatımlarımızda genelde fakültelerde ve diğer yerlerde siyer anlatırken bu noktayı çok zikretmeyiz. Kabul etmediğimizden değil ama hatırımıza çok gelmez. Deriz ki: “Önce dedesinin yanındaydı. Sonra dedesi vefat edince amcasına emanet edildi. Sonra amcasının yanında büyüdü. Amcası O’nu seyahatlere götürdü. Amcasının himayesi altında tebliğ faaliyetlerini yürüttü.” Bu şekilde o hane içerisindeki durumu anlatırız. Fakat orada bir anne vardı ve onun ismi de Fatıma’ydı. Ve Hz. Peygamber’i (sav) çok seviyordu. Onu kendi çocuklarından zaten ayırmamıştı. Kendi çocuklarından önce hep onunla ilgilenmişti ve aralarında hakikaten çok hususi bir muhabbet vardı. Vefat ettiğinde onu istirahatgâhına Hz. Peygamber elleriyle tevdi etmişti, kendi hırkasına sararak yolcu etmişti. Bu anlamıyla “Ben Fatımaların evladıyım.” dendiğinde, herhalde Fatıma binti Esed’in de burada yeri olması gerekir diye düşünüyoruz. Buradan bir başka ifadeye geleceğim. O da Hz. Fatıma’nın şeref payesi niteliğinde olan lakabıdır. Bildiğimiz gibi Arapların isim geleneğinde lakap ve künye çok önemlidir. İsmin ayrılmaz bir parçasıdır. Mutlaka künyeleri olur. Ebu Talip bir künyedir ya da bir lakap olur. Yine ismin ayrılmaz bir parçasıdır. Mesela “Ebu Turab” yani “toprağın babası” Hz. Ali’nin lakabıdır. Lakaplar bazen isimlerden daha çok meşhur olur. İsimleri bilinmez ama lakapları veya künyeleri bilinir. İşte Hz. Fatıma’nın da künye formunda bir lakabı vardı. Yani anne ve baba kelimeleriyle kurulan ama lakap niteliği taşıyan bir unvanı vardı: “Ümmü Ebiha”. Arapça ifadeyi çözecek olursak “üm” anne demek, “eb” baba demek, oradaki “ha” da Hz. Fatıma demek; yani babasının annesi… Şimdi düşünebiliyor muyuz Hz. Fatıma’nın lakabını… Bu ifadeyi de çözümlemek noktasında hakikaten çok zorluk çekilmekte. Çünkü kimse bunu anlatamıyor. Yani neden bu lakabı var? Çünkü lakapların bir anlamı vardır. Kendi sahip olduğu bir özellikten dolayı kişiye lakap verilir. Belli ki Hz. Fatıma’nın taşıdığı hususiyetlerden dolayı bu lakap kendisine verildi. Ama biz onun delaletini, söylenmediği için bilemiyoruz. Bilemediğimizi ilk önce söylemiş olalım. Ondan sonra söyleyeceğimiz her cümle yorumdur. Şimdi yorumlarımızı yapabiliriz; yani bu noktadan sonra söyleyeceklerim benim kendi zihni çıkarımlarımdır. “Ben Fatımaların oğluyum.” dediğimizde demek ki kızına “babasının annesi” derken, bir mana, Fatıma isimli kızının da oğlu olduğunu ifade ediyor. Şimdi burada zihnimiz çelinmesin. Böyle şey olur mu diye... O anlamda konuşmuyoruz. Sadece temsili noktada bu neyi ifade ediyor onu anlamaya çalışıyoruz. Daha çok bu lakabı açıklarken getirilen yorum şudur: Hz. Fatıma ömrü boyunca babasından hiç ayrılmadı. Kız kardeşleri de vardı ancak onlar erken vefat ettiler. Ayrıca onlar Hane dışında oturdular. Fakat Hz. Fatıma’nın, Hücre-i Saadet’e yakın bir yerde Mescid-i Nebevi’nin içerisinde hanesi vardı. Hz. Ali de bu anlamda kendi hanelerinde büyümüştür. Amca çocuğu ve damat olmakla Âl-i Beyt’e dâhil olduğu için, Hz. Peygamber’le birliktelikleri daha ayrılmaz olmuştur. Bu birliktelikle bağlantılı olarak Hz. Fatıma daima babasına alaka göstermiştir. Hz. Hatice’den sonra geçen süreç içerisinde ve daha sonra Medine dönemine kadar geçen süreç içerisinde, aralarındaki o muhabbetin bir yansıması olarak müşfik tavrını her daim hissettirmiştir. Daima babasının bu anlamda yanında olmuştur. Bu birliktelikle ancak “babasının annesi” açıklanmaya çalışılıyor. Bunu yine sizin düşünce ikliminize emanet etmiş olalım. 

Sözlerimizin sır eksenli bağlantısını kuracak olursak eminlik vasfı ile Hz. Fatıma’nın adından başlayarak böyle bir bağlantı kurmuş oluyoruz. Hz. Peygamber’in (sav) şahsiyetinde eminlik hususiyetinin alenen tezahürüyle de bağlantılandırarak ve tabi ki konuşmamızın en çok vurgulanan noktası, “âl” yani “soy” birlikteliği. Buna da bir başlık koyacak olursak “âl sırrı”, “âba sırrı” diyebiliriz. Elbette Hz. Peygamber’in başka evlatları da oldu, ancak devam eden nesebi Hz. Fatıma’dan yürümüştür. Diğer nesepleri yürümemiştir. İttifaken söylenen, Hz. Fatıma nesebinden yürüdüğüdür. Biz böylece biliyoruz ki Hz. Fatıma, Muhammed Âli’nin soy anasıdır. Bu soyun annesidir, bu “âl” sırrı Hz. Fatıma yoluyla tezahür etmiştir. Ve âbanın içerisindeki bir konumu da yine budur. Hz. Fatıma için Hz. Peygamber’in (sav) müjdeleri vardır, pek çok ashabı için de müjdeleri vardır, hususen ailesi için de müjdeleri vardır. Burada özellikle Hz. Fatıma için buyurmuşlardır ki: “Fatıma cennet hanımlarının Seyyidesidir.” Yine buyurmuşlardır ki: “İnsanlık âlemine şeref olarak şu dört kadın yeter: Birincisi Hz. İsa’nın annesi Meryem’dir. İkincisi Firavun’un iman eden karısı Asiye’dir. Üçüncüsü benim eşim Hatice’dir. Dördüncüsü ise kızım Fatıma’dır.” Hz. Hatice için de bu bir müjdedir. Yani cennet kadınlarının Seyyidesi olmak noktasında. Peygamber Efendimiz’in (sav), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için de böyle bir müjdesi vardır. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Bu ikisi, cennet gençlerinin Seyyidleridir.” Yani bizzat “Seyyid” kelimesi kullanılıyor. Bu bir tercüme değil. Bizzat “Seyyid” ve hanım için “Seyyide”. Yani Hz. Hatice’den başlayarak Hz.Fatıma cennet kadınlarının, iki torunu da cennet gençlerinin Seyyidleridir, efendileridir. Bu müjde, bu soyun ilelebet devam edecek olan bir ilanıdır. Aynı zamanda sadece bu cihanı değil ukbayı da içine almaktadır. İşte bu ailenin soy anası, bu âl’in annesi, bu sırrın tezahür eden Hz. Peygamber’in (sav) soyunun aleniyete ifşa olmasının, varlığa bürünmesinin sebebi, Nebevi Âl’in yürümesinin vesilesi Hz. Fatıma’dır, Hz. Ali’dir. 

Şimdi burada âl ile ilgili böyle bir bağlantı kurmuş oluyoruz. Yani “âl” sırrı; bunun içerisini biraz zenginleştirecek olursak “âba sırrı” da diyebiliriz. Yine bu anlamda Hz. Fatıma’nın şahsiyeti etrafında ailesiyle de bütünleştirerek bunu ifade etmiş olalım. 

Hz. Fatıma ile ilgili olarak şecaati anmalıyız. Rasulullah buyurur ki: “Ben rahmet Peygamberiyim, ben savaş peygamberiyim.” Hani kimi zaman Rasulullah’ın elindeki kılıçtan utandığımız oluyor. Bir hümanizm görüntüsü içerisinde nedense utanıyoruz, onu saklamaya çalışıyoruz. “Rasulullah  (sav) eline kılıç almadı, Rasulullah (sav) savaşmadı…” Bunlar boş lakırtıdır. Rasulullah (sav) savaş komuta etmiştir. Savaş emri vermiştir. Cihat boyutu noktasında ailesi de yer almıştır. Mesela Hz. Fatıma ile ilgili anlatılan şu olay: Mekke dönemidir ve Rasulullah’a (sav) eziyet ve işkencenin başladığı safhalardır. Kâbe’de Rasulullah’ın namaz kıldığı bir sırada Ebu Cehil’in emriyle Ukbe bin Muayd, ölmüş bir devenin yavru yatağını getirip Rasulullah (sav) secdede iken omzunun arasına koymuştur. Peygamberimiz (sav) o sırada çok zor durumda kalmıştır. Bunu gören birisi hemen koşmuş evlerine haber vermiştir. Hz. Fatıma o zamanlar 10 yaşında bir kız çocuğudur. Hemen koşarak gelmiş, babasını rahatsız eden o durumu izale etmiştir. Sadece bu kadarla da kalmamış, o haliyle büyük bir şecaatle bunu yapanlara da orada karşılık vermiş, karşı sözler söylemiş ve beddua etmiştir. Yani bu şecaati o yaşlarda göstermiş birisidir. 

Evet, muhabbet sırrı ile Hz. Fatıma’yı belki tamamlayabiliriz. Rasulullah Efendimiz Hz. Fatıma’ya muhabbetiyle birlikte çokça hürmet eder, onu her geldiğinde ayağa kalkarak karşılar, yanaklarından öper, ya yerine ya da yanına oturturdu. Eğer şehirden ayrılacaksa en son Hz. Fatıma ile görüşür, tekrar geldiğinde yine ilk ziyaret ettiği Hz. Fatıma olurdu. Bu muhabbet Rasulullah Efendimiz’in (sav) lisanında ancak şu şekilde tezahür bulmuştur: “Fatıma benden bir parçadır.” Yani elbet kanımdan, canımdan, etimden bir parçadır ama burada ayrıca bir vurgu var. “Onu üzen şey veya kimse beni de üzmüş olur. Aynı şekilde onu mesut eden şey veya kimse yine beni mesut etmiş olur.”

Hz. Fatıma, Rasulullah Efendimiz (sav) irtihalinin yaklaştığını kendisine bildirince çok büyük bir hüzne gark olmuştu. Fakat Rasulullah Efendimiz (sav) onu nasıl sevindirmişti? Nasıl gönlünü almıştı? “Benden sonra en erken bana kavuşacak olan sensin.” dediğinde ona dünyalar bahşedilmişti. Hz. Fatıma bu anlamıyla Âl-i Beyt’in annesidir, soyun validesidir. Hakikaten Hz. Fatıma bütün zamanların, Müslüman ümmetin en saygıdeğer hanımıdır.