Bizde Herkes Fetva Mühendisi

Geçmiş yıllarda cezaevi tabibi olarak çalışmıştım. İlginç bir hatıramdan bahsedeyim. Bir mahkum vardı, cezaevindeki yatış süresi dolmuş ve tahliye olmuştu. Sevinerek güle oynaya çıktı dışarı diye düşünüyorum. Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Eski mahkum her hafta cezaevine geliyor ve kapıdaki görevlilere adeta tekrar yatmak ister gibi “Abi beni içeri alın, dışarıda açım, ekmek yok mu, yemek yok mu?” diyordu. Dışarıdaki acımasız dünyanın cezaevi kapısına vuran iniltileriydi bunlar bana göre. Hürriyet gibi kıymetli bir unsurun fedasına yol açacak kadar vahşi bir dünya diye düşünmüştüm. Eski mahkum, cezaevinin çevresinden bir türlü ayrılmıyordu, oralarda dolaşıp duruyordu… Kendi kendime “Adam ihtiyacını biliyor, ihtiyaçlarının farkında!” dedim. 

İnsan olma noktasında aciz bir canlıydık sonuçta. Vazgeçilmez de değildik ama bunun farkında da değildik. Ara sıra hata yapıyor, günaha düşüyor insanoğlu… Hani mahkûm var ya, “oralarda dolaşan…” Ama insanoğlu aynen o mahkûm gibi “oralarda dolaşmayı” bilmiyor. Oysa bize düşen, hata yapınca, günaha düşünce “oralarda dolaşmayı bilmek” olmalıydı. Orayı terk etmek değil, oralarda dolaşmak, açım, ihtiyacım var, kendimi ihtiyaçlarım konusunda hür zannediyordum ama ihtiyaç sahibiymişim demek… Yanlış anlaşılmasın, Allah (cc) bizden kölelik değil, kulluk istiyor. Allah-kul ilişkisi… Kölelik değil, şerefli kulluk ama “kulluk...” Allah’ı Allah, kendini de kul bilmek… “Oralarda dolaşmak” bizim hatalarla dolu insanlık maceramızın vazgeçilmezi aslında. Çünkü ahir zamandayız ve “iman, elde kor”. Bıraksan imanından olacaksın, tutsan elin yanacak misali… Zor mu zor… En iyisi, hiç olmazsa “oralarda dolaşmak”. Ama bilinçli bir şekilde dolaşmak…   

Kulluğu itiraf sadedinde, kulluğun insana, günaha düşme, günah işleme potansiyeli olarak verildiğini düşününce “Kendimize karşı ne kadar da acımasızız.” dedim. Dışarıdan bakıldığında, kendini dindar bilen fetva vermekle meşguldü hep, hiç dertle ilgilenen yoktu, dert bölüşen, dert dinleyen… Ne kadar da ucuz satıyorduk birbirimizi… “Şu şöyle, bu böyle vs.; sanki kuralları biz koymuştuk…” Fazilet taslamak, düşük insan olmanın, sahte varlık duygusuna kapılmanın, kendisinde olmayan değerleri pazarlamanın, kendini müstağni kılmanın dindar görünüşlü olanıydı, “kutsalı” kullananıydı… 

 Oralarda dolaşmak dedik ya… İki cihan serveri Hz. Muhammed Mustafa (sav); “Siz hiç günah işlemeseydiniz, günah işleyip tövbe eden, tekrar günah işleyip tekrar tövbe eden bir ümmet yaratırdı Allah (cc).” buyuruyor. Tam da oturuyor yerine şimdi her şey… 

Eski zamanlarda belli meşreplere sahip insanlar, kullara “ben mükemmelim” havası atmaz, tam tersi zahire muhalif işler işleyerek, samimiyet ve ihlaslarını sadece Allah’a (cc) kulluk yaparak gösterir ve buna da ihlas derlermiş… Meşrep meselesi… Benim anlattığım ise bu bile değil… Bu zamanda kafanızda sağlam ölçüler olmazsa asla doğru dürüst İslam’ı yaşayamaz, hatta ihtiyaçlarını dahi fark edememiş, kendini tanıyamamış bir insan olarak göçer gidersiniz bu dünyadan, bu fani âlemden demek istiyorum. Oysa elde kalan samimiyet, ihlas ve kulluk… Bu fâni âlemden giderken başka bir şey kalmayacak elimizde… İşte tam da burası, herkesin bildiğini söylemek fetva oldu artık, sınırlar çiziliyor, “büyük günah, küçük günah…” El hak doğru, hayata bir şekil veren var… Burası aynı zamanda birbirimize zarar vermememiz gereken alan, çünkü cemiyet halinde yaşıyoruz; çirkinliği kötülüğü açıktan yapmak, pes artık daha neler!.. Günah yine günah, hata yine hata… Ama “sakla sakla, affedeyim” diyor Allah (cc); yapma, yayma, ilan etme, cesaretlendirme, kötü örnek olma anlamında…    

Bizde herkes fetva mühendisi…  Ben de “Ara sıra muhasebe yapın, çok iyi gelir…” diyorum.  “Ucup abidelerine” “sahte varlık sevdalılarına” iyi gelir, “Karşıki dağları ben yarattım.” diyenlere, “Benden başka büyük yok!” diyenlere, ümmetin dertleriyle ciddi ciddi ilgilenmeyip fetva ve caka satanlara, faziletfuruşluk taslayanlara… Çünkü kendini günahsız bilmekten iyidir bu… Merhamet zaviyesinden bakınca görünüşte “sadece başkalarına” tavizsiz duruşların kimseye faydası yok; önce hastalığı, derdi doğru tespit etmemiz lazım… Pervasızca günah işleyerek yaşamak… Bu hoş değil… Ya da başkalarına yaranmaya ya da sadece başkalarının gözünde büyümeye dayalı bir riya… Bu da hoş değil… İkisi arasında gelgitlerle ama hiçbirini fark edememiş olmakla geçen bir hayat gerçekten çekilmez… Sağlam bilgi ve ölçülerle önce kendimizi tanımak her şeyden daha önemli. 

İki olay anlatacağım konuyu tam anlayabilmek için… 

Birisi Prof. Dr. Sadettin Ökten Hocamız’ın aktardığı bir olay. Amerika’da bir papaz, karşısındaki topluluğa vaazdan önce, dinleyicileri taltif etmek için “Şu masum yüzler…” der. Fakat bu hitap dinleyicilerde ilginç bir tepkiye döner. En öndeki arkaya, arkadaki daha arkaya, en geride oturan ise geri dönerek arkasındaki duvara bakar “şu masum yüzlüyü” görmek için… Sadettin Ökten Hoca çok güzel yorumlar bunu: “İnsan, kendinden ve Allah’tan saklayamaz.” Yani hatalarla, acziyetlerle varız biz; ara sıra hata yapar, günaha düşeriz. Önemli olan sadece Allah’a sığınarak, tüm hesabı O’nun göreceğini bilerek, O’na acziyetini itiraf edip kulluk makamına yükselmek… Çünkü O (cc), hatalarımızla da bize kulluğu tattırıyor. Makamına kabul ediyor, atmıyor. Halvetî büyüğü Kasım Yağcıoğlu Hocaefendi bunu çok güzel ifade ediyor: “Allah (cc) kulundan vazgeçmez evladım!” diyor. Önemli olan “oralarda dolaşmak” işte… Dönüp dolaşıp yine o büyük, o yüce, o affedici makama, dergâh-ı ilahiye gelmek, yüz sürmek, af dilemek, “Acizim ya Rabbi!” demek... Ayaklarımız tökezleyip yere düşünce kalkmayı bilmek… Orada da Mevlana Celaleddin Rumî yetişiyor sözleriyle yardıma... “Battık ki battık diyerek daha çok kirlenerek yola devam etmeyin, sakin bir şekilde üzerinizi temizleyin ve yola devam edin.” diyor bir kıssadan mülhem sohbetinde… Bunlar sadece kıssa değil her zaman yaşanan ya da yaşanmış olaylar… Kaldı ki kıssalar dahi hakikatin temsilinden doğar ama kıymetini bilen azdır. Çünkü amaç üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olunca fetva meraklıları baş köşeyi tutar hemen… 

İkinci olay da çok çarpıcı. Zülfiyare dokunmayacaksa bir kıssa daha anlatalım. Bir zamanlar bir alim, bir şeyh efendiye intisap eylemek amacıyla gelir. Ama çok naif bir alim, yedi bavul elbise, hepsi pırıl pırıl, tertemiz…  Bakımlı, temiz, tertemiz bir alim… İlim tahsil etmiş, gelmiş divana... Şeyh efendi insan sarrafı tabi… Münasip bir görevle çalışmaya başlatır alimi dergahta. Ama ne görev!.. Verilen işler ağır gelir alime... İtiraz da yakışmaz tabi derviş olana... Verilen iş yapılır, lakin zamanla nefs dayanamaz buna. Alim efendi der ki kendi kendine: “Sonuçta ben bir alimim, bana bu yapılmaz ki…” Gider derdini söyler şeyh efendiye: “Efendim, ben bir alimim, bana niçin bu basit işi verdiniz…” Şeyh efendinin cevabı çarpıcıdır: “Evladım, dişlerinin arasında en ufak bir mollalık kırıntısı kalsın istemedim.” der. Bu cevap çok çarpıcıdır. Maksat belli, iş de çok zor… Alim gider ve kendi dişlerini kırıp şeyh efendinin eline tutuşturur. Şeyh efendi ona: “Evladım biz mecazen söyledik ama sen hakikaten yaptın.” diyerek icazet verir. Bu kıssadaki hikmeti bir büyüğe sormuştum, cevap da çok çarpıcıydı: “Evladım, kim olursa olsun, gittiği yere nefsini de götürür.” demişti… Ehli anlamıştır herhalde bu söylenenleri… 

Dedik ya, bizde herkes fetva mühendisi… Şu şudur, bu budur… Baş tacı… Ama bu ümmeti, bu milleti bir dinleyen olsa… Öyle dertler var ki… Fetva vermekle işin içinden çıkamayız… Şenel İlhan Beyefendi’nin, Feyz Dergisi’nde yayınlanan “Günah İhtiyaç mıdır?” başlıklı makalesi, tüm bunların üzerine tam da yaralara merhem olacak bir yazı. Merhamet dolu, anlayış dolu… Ah bir kabul etsek, insanın kim olursa olsun nefsinden ayrı yaşayamayacağını… 

Bu zamana merhamet zaviyesinden bakan anlayışlar ne kadar az günümüzde. Ne kadar acımasız insanoğlu birbirine karşı… Gerçek manada ne kadar ilgisiz birbirine… Anlattığımız olayların dili; bir yerlerde yanlış yaptığımızı, bunların ciddi yanlışlar olduğunu, bu sıkıntılı ve kaygan zeminden yüzeysel bakış açılarıyla çıkamayacağımızı, sadece sözlü kodlamalarla bir yere varılamayacağını açık seçik gösteriyor. 

Derdimiz sadece anlatmak değil, bölüşmek… Kadim kültürlerin kadim kıssaları vardır, taklidi zor, hatta bu zamanda imkânsız görünen... Mesela tacı tahtı bırakan bir İbrahim Edhem olamazsınız, ya da kadılık makamını bırakıp Üftade Hz.’ne gelen Aziz Mahmud Hüdai de olamazsınız bugün… Deneyin görün… Ama onların elde ettiği hikmeti, aynı şeyleri yapmak zorunda kalmadan -çünkü zor- aynen taklit etmeden, günümüzde nasıl elde edebiliriz sorusuna kafaları yormak bugün çok önemli bir uğraş olmak zorunda… 

İnsanlarla sürekli yüzleşen ve hekim olarak görev yapan biri olarak, insanların ekonomik sorunlarından tutun da ahlaki problemlerine kadar ne denli dertli, konuşmaya ve dertleşmeye ne kadar muhtaç olduğunu her geçen gün bir birey olarak görüyorum, kendimi de asla tenzih etmeden… Sahaya indiğinde sosyolog, psikolog, ilahiyatçı olan herkesin fark etmek ve görmek zorunda olduğu sıkıntılar var. Yolda yürüyen insanların, sokaktaki kalabalıkların ne derdi olduğu, cebindeki parasının geçinmeye ya da yaşamaya yetip yetmediği, kullandığı anti depresanların, yeşil reçetelerin sayısı, eşi ve çocuklarıyla nasıl bir hayat yaşadığı, çocuklarını yetiştirirken bilgi ve usul olarak yaşadığı çaresizlikler, herkesi çok üzen madde bağımlılıkları, aile hayatında neler yaşandığı ve boşanmaların çokluğu, üzerinde çok düşünülmesi ve doğru şeyler yaparak yol alınması gereken konular… 

Büyük lafa gerek yok, fetva mühendisi olmaya da… Ama bilelim ki bize bizi, kendi kültür kodlarımızla doğru dürüst anlatan birileri çıkarsa orada yol almak gayet mümkün… Tabi, pazarlamacılara ve spekülatörlere de dikkat!.. 

Artık hiçbir şeyin sahtesiyle kaybedecek vaktimiz kalmadı ve hepsine karnımız tok!.. Nesil geldi geçiyor, nesiller de öyle… Üstelik sosyologlar “vaaz dilinin günümüzde çok karşılığı olmadığını” söylüyor. Dikkat edin, vaazın değil, “vaaz dilinin…” Artık kendi problemlerimizi doğru dürüst konuşmanın vakti çoktan geldi ve geçiyor… Acizleri, garipleri, mazlumları unutmayalım lütfen. Dünya bizim çevremizde dönmüyor ve hiçbirimiz vazgeçilmez değiliz. Ama insan aziz, insan latif, insan duygulu… İnsan “var”, insanlık da var… 

İnsanı Allah (cc) yarattı ve Allah (cc) insana değer veriyor… 

Sağlık ve afiyet üzere kalın...