Akl-ı Selim Olmanın Önemi
Peygamber mesleği olan tebliği ve irşadı hayatının tek amacı olarak belirleyen kişiler, şüphesiz ki öncelik olarak insanı tanımaya çok önem vermeliler. Çünkü insanı tanımadan ona yardımcı olmak ve onu hayra yönlendirmek mümkün değildir. İnsanoğlu, Kur’ân’ın: “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) ayetinde ifade bulduğu gibi en güzel biçimde yaratılmıştır. Bu güzel yaratılışın, yani insanı insan yapan değerlerin başında şüphesiz akıl nimeti birinci sırada gelir. Bu sebeple akıllı olmaya ve aklı kullanmaya yüce Rabbimiz Kur’ân’da pek çok yerde atıfta bulunmuştur. Çünkü aklın hakkını veren bir insanın geleceği nokta, hem yüce bir yaratıcının varlığını hem de Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu kabul olacaktır. Nitekim ayette: “Bu Kur’an; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir. (İbrahim, 14/52) Bu ayetin açıkça ifade ettiği gibi, akıllı olmanın en belirgin alameti yüce bir yaratıcının varlığını kabul etmektir. Çünkü akıl nimeti, bir kişiyi gerek nefsî yani kendisi ve gerekse çevresindeki varlıklar üzerinde tefekkürle mutlaka yüce bir yaratıcının varlığına ve sonra da ona imana götürür.
Aşağıdaki ayetler bu gerçeği haber verir:
“Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah’ın gökten rızık (sebebi olarak yağmur) indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgârları evirip çevirmesinde, aklını kullanan bir toplum için deliller vardır.” (Câsiye, 45/5)
“Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler; bir kökten çıkan çok gövdeli ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır ki hepsi aynı su ile sulanır. Ama biz ürünleri konusunda bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için (Allah’ın varlığı, birliği, yaratma sanatı vs. hakkında) nice deliller vardır.” (Ra’d, 13/4)
İslam alimleri Kur’ân’dan istinbat ederek, ayetleri, kevnî ayetler ve şer’î ayetler olarak ikiye ayırmışlardır.
Kevnî ayetler: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190) ayetinde ifade buyrulduğu gibi, kâinat kitabındaki en küçük parçacıktan en büyük galaksilere, yıldızlara ve Allah’ın yüce sanatına işaret eden her türlü varlıklara işaret etmektedir.
Şer’i ayetler: “Bu Kur’ân, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sâd, 38/29) ayetinde ifade buyrulduğu gibi, yüce Allah’ın indirdiği kitapların içindeki ayetleri ifade etmektedir. Bu anlamda tahrife uğramamış olan ve kıyamete kadar hükmü bâki olan bir kitap olarak Kur’ân ayetleri şer’i ayetleri temsil eder. İşte bu ayetler üzerine düşünmemiz yüce Rabbimiz’in bize hem tavsiyesi hem de emridir ve bunlar üzerine düşünülürse temiz akıl sahiplerinin veya akl-ı selim olanların kesinlikle bunlardan ibret alarak yüce Yaratıcı’ya yöneleceğini haber verir.
Çok akıllı ve zeki olanların değil de akl-ı selim olanların ibret alacağını söylemesi de insan psikolojisinin ve inanma özelliğinin yapısını teşhis anlamında mucize tespittir. Zira yaşayarak da gördüğümüz ve her zamanda şahit olduğumuz gibi ibretlik olaylardan ancak akl-ı selim olanlar ibret alıyor. Kur’ân bu gerçeğe her seferinde vurgu yapıyor ve hatırlatıyor. Yani toplum içinde profesör, doktor vs. gibi kariyerleri olan ve çok zeki, akıllı, kültürlü adam görüntüsü verdiği halde, inancı olmayan kişilerin bu halleri sizi vesvese ve kuşkuya sevk etmesin, diyor. Onların inkârı saf ve temiz aklın, objektif bilginin gücünden değil; hırsları, egoları, kibir ve ukalâlıklarıyla kirlenmiş bir aklın cılızlığından kaynaklanır. Bu gerçeği bilin ki kendinizi gereksiz yere hırpalamayın; akıllı görünen bu kişiler niye imana gelmiyorlar diye şaşırmayın. Evet, selim akıl, gerçekler karşısında objektif olabilen, işine gelmese de hak ve adaletten yana olan, yani duygusallığın tesiriyle doğrudan ayrılmayan akıl demektir. Mesela aşağıdaki ayette açıkça, haktan ayrılan kişilerin psikolojilerini haber veriyor.
“Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden birtakımı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra (kibirleri, gururları, menfaatleri devreye girince) onu, bile bile tahrif ederlerdi.” (Bakara, 2/75)
Evet, akıl çok büyük bir nimet ama aklı, hakkaniyet, dürüstlük, doğruluk ve objektiflikten ayrılmadan kullanmak ise ondan daha büyük bir nimettir. Nitekim şeytan da çok akıllı, çok zeki, kurnaz bir varlıktır ama onu doğru yoldan çıkaran dürüstlükten ayrılması oldu. İnsanoğlu için de en büyük tehlike cahillik ve duygusallığın etkisiyle dürüstlükten ayrılmasıdır. İnsanların imtihanı kaybettiği en önemli nokta burasıdır.
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiğinde, ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!’ derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı onların yoluna uyacaklar?” (Bakara, 2/170) Bu ayet aynı zamanda kendilerine hak bir uyarıcı gelip de gerçekleri gösterdiği halde hâlâ sapık dinî inançlarını terk etmeyen ve atalarının peşinden giden toplumların hâlet-i ruhiyesini izah ediyor ve diyor ki: Aklın hakkını vermeyip körü körüne atalarını taklit ve takip ettiklerinden bu haldeler.
Yeryüzünde sapık ve ilkel inançlara sahip toplumların, yine temiz İslam inancına, akla ve mantığa aykırı eklentiler yapan veya birtakım ayetleri çıkararak dinlerini bozanların sayısı ne kadar fazla değil mi? Hatta insanların çoğunluğunu onlar teşkil ediyorlar. İşte bu hallerinin sebebi akla ve objektifliğe gerektiği kadar değer vermemeleridir. Dolayısıyla aklın ve duyguların hakkını vererek bu iki özelliğimizi veya yeteneğimizi dengeli kullanmanın ne kadar önemli olduğu açıkça görülüyor. Nitekim salt akılcı olmak, metafizik gerçekleri tümden yok sayarak hem iman konusunda hem de birçok metafizik hakikat konusunda problem çıkarır. Salt imancılık da akla, mantığa, bilime yok muamelesi yaparak aklı doğru kullanma konusunda problem çıkarır ve dolayısıyla mantıksız, ilkel, sapık birçok inanca kişiyi iman ettirir. Hâlbuki hem aklımızı hem de metafizik gerçeklere inanma yeteneğimizi doğru kullanmak ise insanı hakikate ve doğru yola ulaştırır. Neticede de hem bu dünyada hem ukbâda huzurlu ve mutlu kılar…
Zihniyet Çeşitleri
İnsanların ve toplumların olayları ve varlıkları algılama biçimini, felsefeciler üç farklı zihniyet olarak ele alıp değerlendirmişlerdir. Kısaca bu zihniyetleri: Salt akılcı olup metafizik olayları hepten reddedenleri pozitif (olgusal) zihniyet; metafizik olayları akılcılığın üstünde gören ve her şeye daha çok metafizik olarak yaklaşanları magique (büyüsel) zihniyet; aklı da metafizik olayları da kritik edip değerlendiren ve iki olaya da dengeli yaklaşanları critique (eleştirisel) zihniyet sahibi kişiler olarak sınıflandırmışlardır.
Konunun iyi anlaşılması için zihniyet mevzusunu biraz daha açacak olursak: Zihniyet; insan ya da toplumların, insan, toplum ve doğayı algılama biçimi ve bu algılamaya bağlı olarak ortaya koydukları tavır demektir. Bu bağlamda zihniyet, aslında bir bilme tarzıdır. Zihniyetler insanların nihai kararlarında çok etkili olduğu için bu mevzu önemli bir mevzudur. Çünkü insanlar herhangi bir konu hakkında mantık kurallarıyla düşünseler de zihniyetleriyle karar verirler ve dolayısıyla mantıksız birçok şeyi onaylar, kabul eder ve hatta ona mantıklı muamelesi yaparak bu uğurda canlarını bile ortaya koyarlar. İnsanlık tarihi bu tür olaylarla doludur. O nedenle sosyal hayatta zihniyetlerin önemi çok büyüktür. Felsefe tarihine bakınca da dönem dönem bu zihniyetlerin tesirini, hatta insanlar üzerindeki baskı ve zulmünü açıkça görürüz. Mesela Fransız sosyolog ve filozof Auguste Comte’un tesiriyle bir dönem pozitif (olgusal) zihniyet toplumlara hakimdi ve sonra gelen felsefeciler ve bilim adamları bu zihniyetin tesirinde bir zaman kaldılar. Bu zihniyetin etkisiyle ortaya çıkan ateist ideolojiler ve sistemlerin sayesinde, tanrıya veya dine inanan insanlar üzerinde ciddi anlamda maddî ve manevî baskılar oluştu. Bu dönemlerde kiliselerin, camilerin, kutsal kitapların horlandığı, aşağılandığı, inanan insanlar üzerinde ne zalim işkence ve baskılar uygulandığı tarihen sabittir. Mesela Marksistlerin komünistlerin zihniyeti böyleydi.
Bundan önce de Ortaçağ Avrupasında kiliselerin baskısı ve taassubu ile, bilim yapmanın bile yasaklandığı tarihin en karanlık dönemleri yaşandı. Ellerinde tahrif edilmiş İncillerle en koyusundan dogmatik papazlar İncil’e ters düşen her bilimsel bilgiye savaş açıyor, inat edenleri aforoz ediyor veya öldürüyordu. İşte magique (büyüsel) zihniyetin toplum üzerindeki baskısına da bu çağ güzel bir örnektir. Bu karanlık çağda, İtalyan bilim adamı Galileo, Dünya dönüyor dediği için engizisyon mahkemesi tarafından idama mahkûm edilmiş, sözünü geri alması karşılığında affedilmişti. Ancak o mahkemeden çıkarken “Siz isteseniz de istemeseniz de dünya dönüyor.” diye mırıldanmıştı.
İşte insanların sosyal kültürel dünyası, böyle içinde yaşadığı topluma hakim gelenek ve göreneklerin ve kültürlerin oluşturduğu zihniyetten son derece etkilenerek oluşur. Sonra bu kuralların dışına çıkarak düşünebilmek ve kararlar almak zor ötesi zordur. Bu zor işi ancak peygamberler gibi çok özel kişiler veya özel yaratılmış dehalar başarabilirler, çoğunlukla ağır bedeller ödeyerek hem de… İşte düşünürlerin, filozofların, entelektüellerin de aslında bütün çaba ve gayesi, insan zihnine arzuladıkları bir form kazandırarak belli bir zihniyeti oluşturmaktır.
Şimdi bu zihniyetleri ele alıp biraz açalım:
(Positiv) Olgusal Zihniyet
Metafizik olaylara, subjektif şeylere, dolayısıyla dinlere ve yaratıcıya inanmazlar, her şeyde mantık ve bilimsellik ararlar. Deneysel olmayan bilgilere itibar etmezler. Gereğinden fazla aklı ve akılcılığı ön plana çıkarırlar. Duygusal yönleri zayıf insanlardır. Kalbe değil de yalnız akla itibar ettikleri için vesvese ve şüpheyle başları her zaman derttedir. Müspet anlamda olması gereken dogmatiklik de dahil, dogmatiklikle araları hiç yoktur.
Majik (Büyülü) Zihniyet
Toplumun geneline hâkim olan bir zihniyet türüdür, avamın zihniyetini temsil eder. Bu tür insanlar babadan, dededen gelen geleneklere ve dinlere çok bağlıdırlar. Sorgulama ihtiyacı hissetmeden geleneksel yaşamlarını, dinî inançlarını devam ettirirler. Mesela Hristiyansa daha mantıklı bir dinî inancı bulsa da din değiştiremezler. Dolayısıyla bu zihniyet sahibi insanların, özellikle dinî konularda düşünceyle, akılla, bilimsellikle işleri yoktur, dogmatik bir şekilde inançlarını sürdürürler. Günümüzdeki tarikatların ve her türlü cemaatlerin sayıca çoğunluğunu bu zihniyet sahibi insanlar oluşturur. Subjektif şeylere, metafizik olaylara, sihre, büyüye vs. çok kolay inanırlar. Her zamanda ve günümüzde de bilimsellikten ve akıldan uzak dinlerin, mezheplerin, fikir ve ideolojilerin, batıl inanışların, hurafelerin, falcıların, üfürükçü hocaların, sahte şeyhlerin peşinden kolayca sürüklenen kitleleri bu zihniyet sahibi insanlar teşkil ederler. Mesela hak mezhepler dediğimiz mezhepler vardır. Bu hak mezheplerin temeli Kur’ân, sünnet, içtihat ve akıldır. Yani hak mezheplerde her yönden bir tutarlılık, Kur’ân’a, sünnete ve akla uygunluk vardır. Hâlbuki sapık mezhepler öyle mi? Bu objektif ölçülere göre teste tabi tutsan kesinlikle sınıfta kalırlar. Ama bugün böyle sapık mezheplere bağlı yaşayan bir hayli toplumlar, hatta İslam ülkesi adı altında ülkeler var. İşte akla mantığa giran bu tutumların bir açıklaması vardır; o da bu toplumları oluşturan insanların majik zihniyet yapısına sahip olmaları. Nitekim bilimin zirve yaptığı bu çağda, ineğe kutsal diye tapan, Budizm’i doğru bir inanç gören, doğaya, tabiata tanrı gibi anlamlar ve güçler yükleyen insanların da büyülü zihniyetin büyüsü altında oldukları açık değil mi?
Kritik (Eleştirisel) Zihniyet
Oranları insandan insana farklı olsa da, her insanın, yaratılışında mevcut olan aklından dolayı olgusal bir yanı, duygularından dolayı da majik bir yanı vardır. İşte bu gerçekten hareketle olaylara yerinde olgusal, yani akıl ve mantıkla, yerinde de majik yani duygularla yaklaşmak gerekir ki doğru olan budur. İşte bu düşünce eleştirisel zihniyetin düşüncesidir. Gerçek İslam alimlerinin ve İslam filozoflarının tavrı da bu yöndedir. Yani bu zihniyettekiler, olgusal ve büyülü her iki zihniyetin görüşlerini, düşüncelerini kritik ederek doğrulara ulaşma konusunda tutucu ve bağnazlıktan kaçarlar. Bu zihniyet sahibi insanlar yerine göre majiktirler, dogmatiktirler, yerine göre de akılcı, kuşkucudurlar. Dolayısıyla en sağlıklı zihniyeti teşkil ederler. Çünkü insanların yerine göre dogmatik olmaları, majik olmaları, aklın ve mantığın gereğidir. İnsanlar olması gerektiği kadar majik ve dogmatik olamazlarsa iman edemezler. Çünkü iman, istidlalî bilgiyle olur, zorunlu bilgiyle olmaz. Zorunlu bilgiyle inanç olur.
Müslümanların Allah’ın varlığına, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna, Hz. Peygamber’in üstün ahlâkına ve güvenilirliğine ait istidlalî bilgileri, zorunlu bilgi kadar güçlü de olsa, yine de daha önce bu konularda çok bahsettiğimiz gibi istidlalî bilgiler yapıları gereği bir ucu açık bilgilerdir. Kesine yakın bilgiler olmakla beraber, imtihan gereği ucunda açıklık olan bilgilerdir. İşte bu noktaya kadar aklın ve mantığın verileriyle gelen insanlar, artık akıllarıyla değil ahlâklarıyla, vicdanlarıyla karar vermeli ve iman etmelidirler. Yani bu noktadan sonra akıl değil ahlâk, yani inanma özelliğimiz devreye girmelidir. İnanma özelliğimiz majik yanımızla yani müspet dogmatik yapımızla olur. Bu sebepten, bir ateistin aklı mantığı bir yaratıcıyı onaylasa da ahlâkı onaylamaz… Çünkü adamın işine gelmiyor. Bu, dinler içinde geçerlidir. Kur’ân’da yüce Rabbimiz, Yahudiler için ne diyor? Onlar senin peygamber olduğunu kendi öz çocuklarını bildikleri gibi bilirler. Aklen bu konuda bir problemleri yok ama duygusal davranıyor, ırkçılık nedeniyle bu gerçeği reddediyorlar.
Kritik zihniyet sahibi insanlar akla ve bilime de son derece önem verirler. İşte gerçek İslam alimlerinin hemen hepsi, bu zihniyeti teşkil ederler. Onlar aklı ve bilgiyi asla reddetmezler ama aklın hududunu çok iyi bilirler. Yerine göre son derece kuşkucu, son derece şüpheci ve araştırmacıdırlar. Kolay inanmaz, kolay teslim olmazlar, her şeyi akıl ve bilim süzgecinden geçirirler. Akla, mantık kurallarına, epistemoloji bilimine, son derece değer verirler. Yerine göre de dogmatiktirler. Ama asla bilimsellikten uzak bir dogmatiklik değildir bu. Körü körüne inanışların, batıl düşüncelerin içinde asla olmazlar.
Evet, Rabbimiz insanları akıl ve duygularla birlikte en güzel bir biçimde yaratmıştır. İkisinin de hakkını vermek gerekir. İnsanı, zaten ona verdiği akıldan dolayı muhatap alıp sorumlu tutmuştur. Bu sebeple aklı kullanmak ve gerçekler karşısında duygulara yenilmeyerek objektif olabilmek dünyadaki imtihanımızın önemli bir boyutudur. Akıl önündeki en büyük engel veya aklı yanıltan şey duygusallığımızdır. Özellikle duygusallığın tesiriyle akıldan, doğruluk ve dürüstlükten uzaklaşmamak, başarılması zor bir imtihandır. Bu imtihandan başarıyla geçen insanların sayısı çok azdır. Zira insanların en büyük zaaflarından biri, çevrenin etkisi ile veya gelenek ve göreneklerin tesiriyle hareket etmeleri ve bu anlamda akıl ve akılcılıktan kolayca taviz vermeleridir.
İman Duygusu Akılda Gerçekleşmez
Akıl, yapısı itibariyle devamlı sorular soran meraklı bir makinaya benzer. Bu yapısından dolayı imanda da inkârda da karar kılamaz ve sürekli iman-inkâr arasında gider gelir. Bu sebepten, tek başına akılla iman olmaz, denir. Bunu demek, akıl imanî konuları ispat edemez demek değildir. Gayet de güzel ispat eder. Ama bin bir delille ispat etsen bile bin bir tane başka soruyla karşına çıkar. Bu sebeple iman telaşıyla, akla gelen her soruya cevap vermemek gerekir. Akıl ve delille iman güçlenir, ama iman olmaz. Akla gelen bir düşüncenin kararlılık gerektiren iman ve itikada dönebilmesi için akıl boyutundan kalp boyutuna geçmesi gerekir. Bu sebeple, önce hayalden başlayıp akıldan geçen ve kalpte inanç olarak karar kılan bilginin insan dimağında bir serüveni vardır. Buna bilimin mertebeleri denir. İnsana hem içten (enfüsten) hem dış âlemden (afaktan) gelen algıların ilk anda bir şekli ve sureti yoktur. Bunlar soyut, mücerret manalardır. Bu manalar önce dimağda sırasıyla tahayyül, tasavvur, taakkul… gibi safhalardan geçerler ve böylece bir şekle ve surete kavuşurlar. Bu algıların hayalden başlayan ve imana doğru giden mertebeleri şöyledir: tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, izan, iltizam, itikad.
Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, bunlar dimağda, yani akıl veya zihinde gerçekleşen mertebelerdir. Bu mertebelerde iman oluşmaz. İzan, iltizam, itikad da kalpte gerçekleşen mertebelerdir. İman, itikad bu mertebelerde oluşur.
Bunları biraz açacak olursak; “tahayyül” demek hayal etmek, demektir. Hayal mertebesi, kalpten doğan iç manaların veya beş duyu organı ile dışarıdan gelen bilgi veya malumatların durduğu ilk duraktır. Önce her şey hayalle başlar. Hayalde saklama, muhafaza etme kabiliyeti yoktur. Bilgiler burada uzun süre saklanamazlar. Bu bilgiler tahayyül mertebesinden diğer mertebelere geçerken her mertebenin tecrübelerini üzerlerine ilave ederek geçerler. Her şey önce dimağda, zihinde hayal etmeyle başlar. Hayale gelen şeyler hayalden hiçbir işleme tâbi olmadan gidebilir veya oradan düşünce safhasına da geçebilir. Düşünce safhası, tasavvur safhasıdır. Tasavvur: Bir şeyin suretinin insan zihninde şekillendirilmesi, tasarlanması, kurulması, bir form kazandırılmasıdır. Bu safhada, hayaldeki şey eski tecrübelerle değerlendirilip tasvir edilerek bir şekle bürünür. Bundan sonra taakkul safhası gelir. “Taakkul” akla alma demektir. Akıl bu düşünceyi enine boyuna değerlendirir ve kararını tasdikler. Bu mertebe bilginin tasdik mertebesidir. Bilgi hâlâ zihin mertebesindedir. Bu mertebelerde iman oluşmaz. Aklın tasdikinden sonra izan (anlayış) mertebesi gelir. “İzan” boyun eğmek, itaat etmek ve hakkı ikrar etmek anlamına gelir. Yani aklın tasdiklediğini kalp de kendi melekeleri ile tasdiklerse izan olur. İzandan sonra iltizam gelir. “İltizam” aklın da yardımıyla izan edilen düşüncenin taraftarı olmak, o düşünceyi kendine lüzumlu görmektir. Bu mertebeden sonra itikad mertebesi gelir. “İtikad” inanma, gönülden tasdik etme demektir. İşte bilgi bu süreçlerden geçerek kalbe iner ve iman olur. Dolayısıyla yalnız akılda oluşanlar iman değil inançtır. Bu sebeple bir insan bir bilgiyi, bir duyguyu, bir düşünceyi, ilmin süzgeçlerinden geçirdikten sonra kalbe indirerek inanırsa bu inanç iman olur. İman için aklın tasdikinin yanında kişinin duyguları, sevgisi, vicdanı, vs. gibi duyguları da devreye girer ve işte ancak bu iman kişiyi eyleme geçirir.