Hayat boyu doğumundan başlayarak ölümüne kadar insanoğluna yaşam yolcuğu süresince birçok imkân, fırsat, cihazat ve özellikler verilmiştir. Elbetteki bu özellikler insanı insan yapan değerlerdir. Bu donanımların hepsi pek tabi ki insan içindir. Peki, o zaman kendimize "insan ne içindir" sorusunu soruyor muyuz hiç!..
İnsanın akıl düzeyi, zekâsı, fiziki özellikleri, cinsiyeti, sağlıklı oluşu, gözü, kulağı ve diğer azalarının tamamı onu donatan özellik ve güzelliklerdendir. Kendimize "ya bunlardan bir tanesi eksik olduğunda (?)" sorusunu sormak bile istemeyiz hiçbir zaman. Ya da eksik bir özelliği olanlarla karşılaştığımızda; empati yapmak suretiyle onların hislerini anlamaya çalışmak bizleri, içinde bulunduğumuz nimetlerin kadrini ve kıymetini pek de bilmediğimiz sonucuna ulaştırmıyor mu sizce de? Şayet düşünen ve ibret alan bir aklımız ve muhasebe yapacak bir vicdanımız var ise bu sonuç kaçınılmaz görünmektedir…
Bir diğer açıdan baktığımızda bu özellikler insanın kendi çalışmasıyla geliştirdiği, inşa ettiği ve üzerine çeşitli şeyler bina ettiği bizatihi övünmeyi gerektiren özelliklerden midir? Yoksa âdemoğluna emanet olarak mı verilmiştir? Cevabınız ne olursa olsun, emanetin gerçek sahibi belli bir süreliğine bize verdiği bu üstün özelliklerimizi geri aldığında, sonuç nasıl olacaktır acaba? Yine de böyle umursamaz ve hoyratça davranabilecek miyiz? Her akıl ve idrak sahibi insanın bunları tahayyül etmesinde büyük faydalar olacağı düşüncesindeyim. Zira, bunun çözümünü yapmamak insanı biraz şımarıklığa, biraz anlık ve günlük yaşamaya, biraz nâdanlığa götürebilmektedir. Bunun numunelerini de yakın-uzak tüm çevremizde, birçok kişi ya da olay üzerinde görmek, izah etmek ve örneklemek hiç de zor değildir…
Ölüm gerçeğini unutarak yaşamak ve hiç ölmeyecek gibi hareket etmek, insana dünyanın sonsuz olduğu ve dünyanın oyun, eğlence, yiyip, içme ve zevkçil bir yaşam sürme yeri olduğu gayret ve düşüncesine sevk edecektir. Ölüm gerçeğinin farkında olmak ise hayatta iken yaptığımız ve yapacaklarımızın ölüm ötesine geçtiğimizde bizi güzellik ve ceza olarak karşılayacağını düşünmemizi sağlayacaktır. Bu düşünce biçiminin ise, aynı zamanda otokritik yapma ve davranışlarımızı da disiplin altına almaya yardımcı olacağı bir hakikattir hiç şüphesiz...
O zaman hayat denilen şey nedir, bu âlemde niçin varız? Nereye gidiyoruz? Nelerle imtihandayız? Hayattaki iyilik denen olgu ne işe yaramaktadır? Yoksa menfaatlerimiz gereği kendimizi aşamadığımız hususlarda bir takım mazeretlere sığınarak vicdanımızı ne kadar rahatlatabiliriz? vb. sorular şahsen benim kendime sorduğum, cevap aradığım ve kendimi mesul hissettiğim zincirleme sorular silsilesindendir. Yoksa en güzeli, düşünmeden yaşamak mı, sorgulamamak, susmak mı? İçten bize seslenen vicdanımızın nidaları olmasaydı; ne güzel de yaşanırdı hayat, rahat rahat değil mi? Ya da hayırda, iyilikte, güzel ve doğruda yarışmak diye insanların bir erdemi olmamalı mıydı? Kâinat mektebine bizi gönderenin rızasının hangi güzel davranışta saklı olacağını nasıl tahmin edebiliriz ki.
Bu sebeple olmalı ki büyüklerimiz; "her geceyi kadir, her geleni hızır bil" diye tavsiye ederlerdi bizlere... Şimdi ne oldu da bu düşüncelerimiz rafa kaldırıldı. Yoksa, eskilerle birlikte bu ve buna benzer güzel düşüncelerde eskiyip gitti mi… Öyle ya! Artık biraz materyalist, biraz kapitalist, biraz demokrat, biraz diğer izm ve ist'lerden nasiplendik(!) Bu düşünce akımlarının üstüne; biraz bencillik, biraz çıkarcılık, biraz Avrupalılık, biraz da ılımlı mütedeyyinlik ekleyince böyle bir şey olduk! Bütün bu karma yapının içinden ben tek bir tarif şekli çıkartamıyorum. Bana göre bizler artık çok yönlü, her şeyden anlayan, geniş kültürlü bireyleriz. Kısacası; artık biz çok şey'iz(!) Elbette eskiler eskide kalmıştır. Biz bugünü yaşamaya bakmalıyız öyle değil mi? Yol ve yön haritamızda avrupaîlik ve biraz da batılılık var artık. Öyle ya! Avrupalının yaşamak hakkıysa, bizim insanımızın da hakkıdır. Onların eğlenip, tatil yapmak, gezmek tozmak, gününü gün etmek hakkıysa bizim onlardan aşağı kalacak ne eksiğimiz var. Biraz özgürce yaşamak bizimde hakkımız değil midir yani... Eh! bu kadar nasiplenmek yeter diye düşünüyorum. Şimdi de madalyonun öbür yüzüne bir göz atalım…
Herkesin kendi özelliklerini üstün görmesi yaratılış penceresinden bakıldığında tabi ki çok güzeldir. Meziyetlerini de yerinde görerek bundan memnun olunması hem özellikleri verene bir teşekkür ifadesi hem de kendimize olan öz saygımızın da bir tezahürüdür. Bundan daha doğru ve daha tabii bir şey düşünülemez zaten. Fakat bunlar, kim ve ne için veya nerelerde kullanılmak üzere kişiye tahsis edilmiştir, işin önemi de zaten burada ortaya çıkmaktadır. İmkanlarıyla insanlara hava atmak için mi, güzelliğiyle "ben ne güzelim" diye caka satmak için mi, "ben çok zekiyim siz o kadar değilsiniz" demek için mi, "aslında sizin benim meziyetlerime yetişmeniz imkansız" demek için mi, ya da "siz kiiim, ben kim, beni hak etmiyorsunuz" demek için mi…
Bahsedilen konuların fikir babaları ve bu düşüncenin kılavuzları kimlerdir. Neden insanların böyle yapmasını sağlarlar acaba? İnsanları fitne ve tefrikaya düşürmekten kim ne elde eder. Niçin olumsuzluklar oluşturulur da sonra bu suni menfilikler bir bir körüklenerek ortalık yangın yerine çevrilir. Elbette menfaatçiliğin olduğu yerde gerçek maksat kendini gizler ve samimi gönülleri ancak bu şekilde ifsada uğratır. İnsanın doymaz heves ve arzularının girdabında hırs ve gazaba dönüşen beklentileri, güzelim süreçleri tahmini zor, vahim ve dönülmez sonuçlara götürmesi de içten bile olmaz. Evet, asıl, saydığımız sözkonusu meziyetlerin hepsi de bu tür olumsuzlukların giderilmesinde devreye girmeli ki, gerçek amacına uygun kullanılmış olsun… Yoksa insanların haset, kin, nefret, kıskançlık ve bencillik gibi menfiliklerde, ortak paydayı yakalamasının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu alanda hiç şüphesiz çok da başarılılar. Güzellikler yerine çirkinlikte, birlik ve beraberlik yerine tefrikalarda karar kılıp, olumsuzluklarda ortak payda oluşturmanın kimseye sağladığı bir yarar olmasa da, bundan kendilerini alıkoyamamaktadırlar. Fani olduğunu unutan insan, neden böyle şeylere tevessül eder anlaşılmaz. İnsan denen muhteşem yaratık hangi düşüncenin itmesiyle bunu yapar. Aidiyete alışamamanın etkisi mi, geçmişin kötü izleri mi, yâda ezilmişliğin bir intikam yansıması mı? Ya da kendisiyle ve geçmişiyle hesaplaşmasını başaramayanların, dış dünyaya karşı psikolojik savunma mekanizmalarından doğan bir yansıma mı? Bindiği dalı kesmek pahasına olsa bile bu yine de böyle mi? Demek ki insan olmak böyle zorlukları da göğüslemeyi, hayatta olmak da bu türden mücadeleler vermeyi zorunlu kılmaktadır…
Bütün bu anlattıklarımız göz ardı edilerek yürütülen bir hayat yolculuğu, ister istemez kişinin hem kendini, hem de etrafını huzursuzluğa boğacaktır. Her şeyin bir bedeli varsa, hoyratlığın da bir bedeli olacaktır elbette. Sonuçta hayat, olaylardan ders alamayanlar için acı reçeteler ve şefkat tokatlarıyla yapılmış tahsilât örnekleriyle doludur. İnsana; makam, mevki, para, eş, çocuk, statü, güzellik, zekâ, akıl, yeterlilik vb. üstün başarılar, insanlığa hizmet etmesi için verilmiştir. Yine, sağlık, nefes, güzellik, bilgi, tecrübe ve hayata dair her ne varsa hepsinin de şımarmak için değil, bilakis onları değerlendirerek insanlığa katkı yapmak üzere emanet verilmiş olduğu düşüncesi, bende hâkim bir duygu ve inanç biçimidir. Siz nasıl düşünürsünüz bilmiyorum ama hayatın sınav olduğu bilinci bende böyle bir sorumluluk duygusunu da zorunlu kılmakta ve kendimi mesul hissetmeye sevk etmektedir.
Bu nedenle; ölçüden şaşmamak ve ipin ucunu kaçırmamak gereklidir diye düşünüyorum. Hangi çekirdek kadar basit gördüğümüz bir hadisenin, bizim hayat sınavını kaybetmemize yâda kazanmamıza vesile olacağı bilinmez. Hangi güler yüzün, ne gibi bir belayı def edeceği, hangi zora düşmüş bir insana verilecek desteğin kişiyi ne gibi uçurumlardan döndüreceği, yâda hangi mazlumun kaşlarının çatılmasına sebep olacak basit gördüğümüz bir davranışın belaya davetiye çıkartacağı bilinmez. Belayı davet etmemek için çizgiden şaşmamak, şuurlu ve bilinç içinde hareket etmek bir zorunluluktur.
Yoksa emanet verilen özelliklerle beylik sürmek, elbet bir gün saltanat tahtını sallamaya yetip de artacaktır bile...
Selim bir akıl ve sağlıklı bir vicdanın terazisinde meziyetlerimizi yerli yerince kullanabilmek ümit ve dileklerimle.