Tabii Din Anlayışı Deizm
Deizm akla dayalı Tanrı inancını ortaya koyan, vahyi ve peygamberliği reddeden felsefî bir akımdır. Deizm’de din ve ahlak vahye dayanan olgular değil, insanın tabii yapısının ve aklının birer ürünüdür. Deizmde akıl, kutsalı üreten bir mertebeye yükseltilmiş, Tanrı’yı ve dini tayin eden bir konuma getirilmiştir. Deizm’de aklın ürettiği Tanrı, var olan ama âleme ve insanlara müdahil olmayan, pasif, etkisiz bir varlık durumundadır. Deizm’de Tanrı sadece yaratıcı bir konumda iken, akıl; dini, ahlakı, yaşam tarzını ve hayatın diğer bütün alanlarını belirleyen, insana sınırsız ve sorumsuz özgürlükler tanıyan tek merci konumundadır. Deist düşüncenin tanrı anlayışında büyük bir çelişki söz konusudur: Bir taraftan kâinatı yaratan ve ona nizam veren bir Tanrı’dan bahsedilirken, diğer taraftan âleme müdahale etmeyen, ilgisiz, pasif, güçsüz bir tanrı algısı söz konusudur.
Deizm’de vahiy, peygamber, ibadet, sevap, günah, ahiret ve kader gibi dini kavramlara yer yoktur. Deist düşüncede Tanrı insanlardan haberdar değildir ve onların iyilikleri, sevapları ya da zulümleri, gaddarlıkları, kötülükleri O’nun umurunda değildir. Dolayısıyla iyi insanlar için ilahi mükâfat ve kötüler için ilahi ceza söz konusu değildir. Deizm’de iyi ya da kötü değerlerinden söz etmek anlamsızdır. Her insan, aklınca bir ölçü ya da değer takdir edebilir. Ancak bunun bir mutlaklığı ya da evrenselliği söz konusu değildir. A şahsı için geçerli olan bir değer, B şahsı için değer teşkil etmeyebilir.
Deizm’de dinî ve ahlakî kurallar vahiyle belirlenmediğinden dolayı oluşan boşluk akıl tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Deist düşünce insana sınırsız bir yetki ve özgürlük vererek insanın kulluk vazifelerini dizayn etme yetkisini akla vermiş olmaktadır. Oysaki insanoğlunun dinî ve ahlakî açıdan eğitilmesi ve kendisine istikamet kazandırılması ancak beşer üstü ilahi bir vahiy ile mümkündür. Bir insanın başka bir insana hâkimiyeti Tanrı’nın insana hâkimiyeti ile mukayese edilemez. İnsan aklı ile insanların ideal bir şekilde irşad edilmesi mümkün olan bir şey değildir.
Sorumluluk hissetmek için insanüstü bir makama, merciye saygı duymak, ondan çekinmek gerekir ki o da Allah Teâlâ’dır. Deizm Tanrı’nın evrene müdahalesini ta baştan ortadan kaldırdığı için hesap verecek bir merci de söz konusu olmamıştır. Hesap verilebilirlik düşüncesi olmadığı için deist kişi dünyada kendisini tam bir kral psikolojisi içinde hissedebilmiş, yaptıklarının hesabını vermeyi düşünmemiştir. Başka bir ifadeyle deistler kendileri için tam bir sorumsuz özgürlük anlayışı geliştirmişlerdir.
Deist anlayışta kişi bütün hareketlerinde özgür bırakılmış ama hiçbir davranışında sorumluluk sahibi kılınmamıştır. Tanrı’nın bütün nimetlerinden yararlanan deist kişi için Tanrı’ya şükretmek söz konusu değildir. Allah insanı en güzel şekilde yaratmıştır ama bundan dolayı Allah’a kulluk borcu olarak bir ibadetten söz edilmemiştir. Allah’ın haram kıldığı birçok haram davranışta bulunan kişiye bir ceza öngörülmemiştir. Kişi başkasının malına, canına, namusuna göz diktiğinde deist anlayışta bunun Allah indinde bir hesabı söz konusu değildir.
Deizm’de Tabii Ahlak Anlayışı ve Kötülük
Deist yazarlara göre insan tabii bir ahlâkî yaratılış üzerinde bulunmaktadır ve insanın göstermiş olduğu ahlâkî davranışlar ve iyilikler, geleneksel dinlerce bildirilen ahiretteki ödül ve ceza kaygısından değil, tabiatının gereğidir. Deistler, Tanrı’ya yapılacak ibadetin içeriğinin erdemli bir yaşam ve ahlâkî davranışlar olduğunu ifade etmişlerdir, ancak bir insanın neden ahlâklı davranması gerektiğini ya da neden ahlâk diye bir kavramın olması gerektiğini tabii dinden hareketle ortaya koyamamışlardır. Aklın tek başına dinî ve ahlakî ilkeleri kurmakta yeterli olduğu iddiası, içinin tatmin edici şekilde doldurulması gereken oldukça büyük bir iddiadır. Din tarafından ortaya konulan ahlâkî davranışlar akıl ve mantık ile de uyum içindedir.
Kur’an’ın bu konuya değinen bir ayeti şöyledir: “Kendi istek ve tutkularını (hevâ) ilâh edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın.” (Furkan, 25/43) İnsanın en güzel biçimde yaratılmış olmasına rağmen nefsinin istekleri sebebiyle ne kadar aşağı hallere düşebildiği görülmektedir. Bu gibi insanlar için dinî ya da ahlâkî prensibin değeri bulunmamaktadır. İnsan, Allah tarafından kendisine verilen kabiliyetleri yerli yerinde kullanmadığı zaman insana yakışmayan bir hayat sürmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu durum Kur’ân’da şöyle ifade edilir: “Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.” (A’râf, 7/179)
Nefsine düşkün, bencil insanın kendisine bir kötülük isabet ettiğinde hemen Allah’a yalvarıp yakardığı ancak o kötülüğün kendisinden uzaklaşmasıyla birlikte hemen eski haline dönerek nankörlüğe saptığı görülmektedir. Yine insanın rahat olduğu zamanlarda Allah’ı unuttuğu, kendi kendisine yeterli olduğu zannına kapıldığı ve bu sebeple şirke varan boyutlara ulaştığı görülmektedir. Bu sebeplerden dolayı insana Allah’ın hatırlatılması ve içinde bulunduğu sapkınlıktan kurtulabilmesi için de ilâhî buyrukların bildirilmesi gerekmektedir. İnsanın bu zayıf yönlerine Kur’ân ayetlerinde şöyle işaret edilir: “Gerçekten, insan, bencil ve haris olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel olur.” (Mearic, 70/19-21) “İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirir, yan çizer. Kendisine şer dokununca, hemen duaya koyulur.” (Fussilet, 41/51)
İlahi dinler aynı zamanda birer ahlak anlayışını da beraberinde getirmişlerdir. Yüzyıllar boyu insanların bilinçaltına yerleşen ahlakî esas ve gelenekler ilahî dinlerin insanlığa miras bıraktığı öğretilerdir. Bu öğretiler zaman içerisinde insanlar tarafından dinden soyutlanarak müstakil ahlakî esaslar olarak lanse edilmişlerdir. Oysaki dinden ve ilahî buyruklardan bağımsız bir ahlak yapısının ne rasyonel bir temelinden ne de kalıcılığından söz edilebilir. Beraberinde dinî bir yaptırım olmayan bir ahlakî prensip insanın insafına kalmıştır; isterse yerine getirir, isterse yerine getirmez.
İnsanların ilahî vahiyle gelen emir ve yasaklara uymadıkları zaman ve akıllarıyla baş başa kaldıklarında neler yaptıklarına, ne gibi davranışlarda bulunabildiklerine bir göz atmakta fayda vardır. Örneğin Meksika’nın Sierra Madre bölgesinde baba-kız evlenmeleri oldukça sık ve büyük çoğunlukla ekonomik nedenlerle yapılmakta idi. Aynı kabileden bir kızla evlenmeyi büyük bir dehşetle karşılayan Khondlar tehlikeyi önlemek için kız çocuklarını öldürürlerdi. Veddahlar ise erkeğin ablasıyla evlenmesini suç saydıkları halde, kendisinden küçük kız kardeşi ile evlenmesini hoş görürlerdi. Güney Avustralya kabilelerinde bir erkeğin annesi, kız kardeşi, birinci ve ikinci dereceden kuzenleri ile cinsel ilişkisi yasak olduğu halde, Java’daki Kalonglar arasında ana-oğul evlenmelerinin uğur getirdiğine inanılırdı. Bali’nin soylu ailelerinde ise farklı cinsten ikiz kardeşlerin ana rahminde birleştiği sanıldığından, evlenmeleri mümkündü. Doğu Afrika’daki Teita ahalisi de kendi anne ve kız kardeşleri ile tamamen ekonomik nedenlerle evleniyorlardı. Eski Mısır ve İnkalar’da soyun asaletinin devamı için kardeş evlilikleri sık yapılırdı. Mısır’da bu o derece abartılmıştı ki prenseslerin asil kanı tahtın varislerinden başkalarına geçirmeleri kesinlikle yasaktı. II. Ramses’in kendi kızı ile evlendiğini gösteren kanıtlar vardır. Kleopatra da bir baba-kız evlenmesinden doğmuştu.(2) Günümüz dünyasında da Kuzey Avrupa ülkelerinde hemcinsler ile birlikte yaşamanın tescillenebildiği, Hollanda’da ise erkek erkeğe ya da kadın kadına resmî evliliklerin gerçekleşebildiği görülmektedir.
İnsana yakışmayan davranışların önlenmesi ancak evrene müdahil bir Tanrı’ya inançla mümkündür. Bu inanç ortadan kaldırıldığında insandaki kontrolsüz hırs ve haz duygusu ortaya çıkar ve her istediğini haram-helal demeden gerçekleştirmeye çalışır. Tarihte ve günümüzde meydana gelen ahlaksız davranışlar insana tanınan sınırsız ve sorumsuz özgürlüğün bir sonucudur.
İnsanlığın değerini düşüren davranışlar sadece cinsel alanla sınırlı değildir. Dünya tarihine baktığımızda insan gibi değerli bir varlığın ne kadar büyük bir kıyıma uğradığını görmekteyiz. Dünya tarihinde binlerce savaş yapılmış ve akıllı, deist düşünceye göre aynı zamanda tabii ahlak sahibi insanlar birbirlerini maddi çıkarlar için acımasızca katledebilmişlerdir. Siyasi amaçlar uğruna yapılan savaşlarda, örneğin birinci ve ikinci dünya savaşlarında 60 milyon kadar insan katledilmiştir. Milyonlarca insanın ölümüne sebep olanların kendilerince tabii bir ahlakları vardı. İçlerinden birçoğu da muhtemelen deist bir anlayışa sahipti. Dünya tarihinin kaydettiği en büyük insan katliamı olan birinci ve ikinci dünya savaşları, dinî müeyyideden uzak olan insanların tabii ahlaklarıyla insanlığı nasıl bir felakete götürebileceklerinin en büyük kanıtıdır.
Afganistan, Irak ve Suriye’de yıllardır süren savaşlarda milyonları aşan sayıda masum insan, çocuk ve kadın katledilmiştir. Öyle ki tabii ahlak sahibi insanlar, hiçbir günahı olmayan küçücük çocuk bedenleri kimyasal gazlarla vahşi bir şekilde öldürebilmektedir. Dünyanın farklı bölgelerinde bir kısım insanlar diğerlerine en büyük kötülükleri reva görebilmekte, onlara hayatı çekilmez hale getirebilmektedir. İnsanlar yine insanlar tarafından ırk, dil, din ve renk olarak sınıflandırılabilmekte, ikinci, üçüncü sınıf muameleye tabi tutulabilmektedir. Hayvanlara reva görülmeyen muamele birçok insana reva görülebilmektedir.
Tarih boyunca yeryüzünde işlenen kötülükler çok büyük oranda dinî hassasiyetlere sahip olmayanlar tarafından yapılmıştır. Deistler tarafından iddia edilenin aksine çok az sayıda savaş dinî sebeplerle meydana gelmiştir. Savaşların ve kötülüklerin asıl kaynağı dinden azade kılınmış benlikler, ihtiras sahibi bireylerdir. Gözünü hırs bürümüş, nefsini ve aklını dinden soyutlamış, tabii ahlak sahibi ve akıllı yöneticiler dünyadaki kötülük ve katliamların baş aktörleridir.
Deizm’de Ahiret Anlayışı
Ahiretin varlığı ve ruhun ölümsüzlüğü konusunda da deistler arasında bir ittifak mevcut değildir. Kimilerine göre bu dünyadaki yaşantımızın ve işlerimizin bir neticesi olarak ve mutlak adaletin gerçekleşebilmesi için ahiret hayatı olması gerekirken, kimileri bu düşünceye karşıdır. Bazı deistler insana verilecek ceza ve mükâfatın bu dünya hayatında olacağını söylerken diğerleri ceza ve mükâfatın ahirette olacağını söylemişlerdir.
Ahiret hayatı konusunda deistlerin kafası bir hayli karışıktır. Kimi deist ahiret hayatı, ödül ve ceza olmalıdır derken kimisi buna karşı çıkmakta ve böyle bir inancın eski Mısırlılardan Yahudilik ve Hıristiyanlığa geçtiğini söylemektedir. Diğer bazı deistler ahiretin tabiatın kanunları tarafından onaylanmayan bir inanç olduğunu iddia ederken bazıları ise bu hususta agnostik bir tavır takınmaktadır.
Vahiyden bağımsız akla dayalı bir din anlayışını geliştiren deizmin, vahiyle bildirilen ahiret hayatını ilahî dinlerde olduğu şekliyle kabul etmeleri beklenemezdi. Tanrı inancı ve ahlak yapısı akıl ile belirlenen bir dinî anlayışta ahiret inancı kişinin vicdanına bırakılmıştır. Vicdan elverirse dünyada yaptıklarına ahiret hayatında bir karşılık takdir edebilir. Kişinin vicdanı özgürlüğüne mağlup olduğu takdirde ne bir ahiret hayatı ne de ödül ya da ceza söz konusudur. Vahiy ve peygamberlikten azade olan özgür birey arzu ettiği takdirde ahlakî esasları göz önünde tutabilir ve kendisinin ahirette bir hesaptan geçmesine izin verebilir. Burada esas olan Tanrı’nın emri veya isteği değil, özgür bireyin iradesidir. Bu durum ancak sınırsız özgürlük ve sorumsuzluk şeklinde ifade edilebilir. Allah korkusundan azade, peygamber tebliğinden uzak, ahiret hesabının söz konusu olmadığı sorumsuz bir özgürlük.
Sonuç
Deizm, Tanrı’nın evrenle ve insanla ilişkisini keserek onu dışlamıştır. Akıl, dinî ve ahlakî esasları belirleyerek kendisini Tanrı makamına yükseltmiş, kendine göre bir tabii din ortaya koymuştur. Bunun sonucunda insan yeryüzünde kendisini tamamen serbest hissetmiş ve aklına geleni yapmıştır. Bireysel olarak her türlü hazzı, haram-helal ya da doğru yanlış hükümlerinden soyutlayarak kendisi için mübah kılmıştır. Yaptığı her haksızlığı kötü olarak değil kendi hakkı olarak algılamış, başkasının hakkını görmezden gelmiştir.
Deistler kendilerini en akıllı kişiler olarak görmüş olacaklar ki kendi tanrılarını da kendileri belirliyorlar. Deistlerin tanrısı insanların kulluk ettikleri bir tanrı değil, aksine insanlara tabi olan bir tanrıdır, çünkü insan ürünü olan bir tanrıdır. Deist felsefe sahipleri tanrıyı kendi egolarına tabii kılacak kadar da egoisttirler. Âlemi yaratacak güçleri olmayan Deistler, âlemin yaratılmasını tanrılarına bırakırken, vicdanı, ahlakı, helal ve haram kılma yetkisini tanrıya bırakmamışlardır. Deistler bu yetkileri tanrıya bırakmazlar, çünkü egoları her şeyi isteyen, kural-kaide tanımayan bir egodur. Her türlü haramı işleyecek ama hesap vermeyecek, her türlü haksızlığı yapacak ama sorgulayan bir tanrı olmayacak. Her türlü ahlaksızlığı yapacak ama mahkeme edecek bir merci olmayacak. Deistlerin tam da istediği bu. Sınırsız özgürlük, sınırsız sorumsuzluk, sınırsız ahlaksızlık ve hesap verme yok, çünkü akıllarınca ürettikleri tanrılarının böyle bir yetkisi yok.
Dünya tarihinde insanlar tarafından işlenen sayısız kötülük, zulüm, işkence ve haksızlık meydana gelmiştir, ancak deist düşüncede bunun uhrevi bir cezası öngörülmemiştir. Selim akıl ve vicdan böyle bir durumu kabul etmez. Ne var ki deist düşünce Allah’ın evrene ve beşeriyete müdahalesini kabul etmemekle, insanın aklına ve vicdanına hâkim olabilecek ve onu engelleyebilecek yegâne müeyyideyi ortadan kaldırmış, insana kontrolsüz, sınırsız ve sorumsuz bir özgürlük tanımıştır. Tanrı’dan soyutlanmış bu özgürlük, kontrolsüz bir güç haline gelmiş ve dünya üzerinde milyonlarca insanın ya hayatına mâl olmuş ya da haksızlığa uğramasına sebep olmuştur.
DİPNOTLAR:
1) Adıyaman Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Kelam ve İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Öğr. Üyesi. hgundogar@adiyaman.edu.tr
2) Ayan, Dursun ve Diğerleri, “Akraba Evliliğinin Kültür Birikiminde ve Toplum Hayatındaki Bazı Görünümleri: Dil, Din ve Tıp”, Aile ve Toplum Eğitim-Kültür ve Araştırma Dergisi, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, Yıl: 5, Cilt: 2, Sayı: 5, Ankara (Nisan-Haziran 2002), s. 81.