İnsanlarla ilişkilerimizde doğru bir ilişkiyi yakalamak istiyorsak aklımızdan ziyade duygularımız devrede olmalıdır. Zira akılla kurulan ilişkiler her zaman soğuk ve sıkıcı olur… İnsanlar sadece akıl ilişkili ortamlarda uzun süre kalmak istemez, duyguların yoğun yaşandığı ortamlara kaçarlar ki ellerinde olmadan böyledir. Mesela iş görüşmeleri veya sadece bilginin aktarıldığı konferans türü toplantılar ne kadar kısa sürerse o kadar iyi gelir bize. Yani bu tür toplantılar hiç kimse tarafından asla komik bir tiyatro veya duygusal bir film gibi uzun sürsün istenmez. Çünkü insanlar sosyal hayatlarında daha az akıl ama daha çok duygu ağırlıklı yaşamaya kodludurlar ve öyle yaşarlarsa da mutludurlar... Yani yaşantıları aslında daha anlaşılır bir dille yarı otomatiktir. Bu yaşantıda akla zaman zaman ihtiyaç duyulur, sonra hemen tekrar duygu yoğunluklu yaşam devreye girer. Bu meseleyi daha iyi anlamak için mesela otomobil sürmeyi örnek verebiliriz. Arabayı kullanırken bilirsiniz ki akla çok az iş düşer... Yani daha açıkçası araba kullanırken akılla yapılan işler; arabayı çalıştırmak, vitesi değiştirmek, gaza basıp hızlandırmak, firenle yavaşlatmak, direksiyonla yolu kontrol etmek gibi üç beş tane iştir… Fakat bir arabanın çalışması, yola gitmesi, benzini alıp motorda yakması, direksiyonun hareketiyle tekerleklerin uyumlu bir şekilde dönmesi gibi binlerce hareket otomatik olarak gerçekleşir, sizin bunlardan ne haberiniz olur ne de aklen bir bilgi ve müdahaleniz… İşte tüm bu işler bilirsiniz ki otomobilin yapısından dolayı otomatik olarak gerçekleşir... İnsan da aynen böyledir, yaşantısında aklının ve iradesinin çok az bir katkısı vardır, çoğunlukla Allah’ın (C.C.) iradesi ve insanın ruhu devrededir. Bu yüzden bu hayata yarı otomatik yaşantı demek icap eder aslında…
Vücudumuzdan misal vererek de bu meseleyi daha iyi anlayabiliriz. Mesela biz aklımız ve irademizle birtakım kararlar alıp bunları uygularız… Peki, bu eylemleri yaparken vücudumuzda bizim kontrolümüz dışında otomatik çalışan organlarımızı düşünelim. Evet, kalbimizi, beynimizi, sinir sistemimizi, böbreklerimizi, ciğerlerimizi, dolaşım ve boşaltım sistemlerimizi ve bunlara bağlı çalışan organları ve bunları oluşturan sayısı trilyonları bulan hücrelerin faaliyetlerini düşünelim… İşte bunların hepsini aklımız ve irademizle yönetmeyiz, onlar otomatik olarak bize hizmet ederler. Eğer böyle olmasa da biz onları devamlı kontrol ve idare etmek zorunda olsaydık çıldırırdık ve buna güç yetiremezdik… Bu örnekten anlıyoruz ki insanların hayatlarında akıl ve iradelerinin rolü aslında çok azdır. Allah’ın (C.C.) külli iradesi daha baskın ve daha belirleyici bir şekilde arka plandadır ve hep devrededir. İnsanlar her yaptıkları işleri akıllarıyla matematik problemi çözer gibi yapmaya kalksalar böyle bir hayatın zorluğuna bir saat bile tahammül edemez, dayanamazlardı...
Duygular da böyledir, aklın boş bıraktığı alanları hemen doldururlar.
Aslında biraz düşünürsek görürüz ki sosyal yaşantımıza yön veren de daha az aklımız ama daha çok duygularımızdır, vücudumuz örneğinde olduğu gibi. Kendimizden de biliyoruz ki günlük yaşantımızda bizi hep duygularımız yönetir. Sevmek, üzülmek, acımak, özlemek, ağlamak, merhamet etmek, yardım etmek, kızmak, öfkelenmek, kıskanmak, haset etmek, cimrilik etmek vb. duygular biz istemesek de hep hayatımıza yön veren ve aklımızın veya bilgilerimizin çok az kontrol edebildiği duygularımızdır. Aklınızla yanlışına kızdığınız bir kimseyi cezalandırmak istersiniz ama sevgi, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu biri iseniz bunu gerçekleştirmekte zorlanırsınız ve çoğu zaman başaramazsınız. Zira davranışlarınıza yön veren duygularınız otomatik olarak sizi bu işten caydırır. Yine eğer kindar, öfke dolu, sevgisiz, şefkat ve merhamet konusunda fakir birisi iseniz, yaptığınız kötülüklere siz bile akıl erdiremezsiniz. Haksız olduğunuzu bildiğiniz halde insanlara hatta hayvanlara kötülük yapmaktan kendinizi alamazsınız.
Bakınız Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında yaşanan şu hadiseye… Öfke duygusuyla hareket eden bir kişinin deli gibi bir tutum içine girdiğini ve aklının kontrolü kaybettiğini ne güzel anlatıyor: “Efendimiz’in (s.a.v.) bulunduğu bir ortamda bir kişi çok öfkelenmişti. Karşısındakine var gücüyle bağırırken yüzü kıpkırmızı kesiliyor, şahdamarı boynunda belirginleşiyordu. Öfkenin alevi yüzüne yansırken kırıcılığı da sesinde çınlıyordu. Onun bu hâli Rahmet Peygamberi’nin dikkatini çekince yanındakilere dönerek o sakin ve huzur veren sesiyle şöyle demişti: “Öyle bir söz biliyorum ki eğer şu kişi o sözü söylese kendisinde bulunan öfke hâli yok olur gider. Eğer bu adam ‘Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm’ (Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım) dese kendisinde bulunan bu öfkeli hâl diner.”
Bunu duyan sahabeler hemen adamın yanına gelerek şeytandan Allah’a sığınmasını yani “eûzü besmele” çekmesini söylemişler ama o “Ben deli miyim de bunu yapacağım!” diyerek itiraz etmişti.” (Buhârî, Bed’ü’l-halk, 11)
Adam deli değildi şüphesiz, Peygamberimiz (s.a.v.) de öyle demek istemiyordu ama öfkesi onu delirtmiş, kendini kontrol edemez ve sağlıklı düşünemez hâle getirmişti. Demek ki öfke duygusu, insanın iradesini zayıflatarak onu her türlü olumsuz yönlendirmeye açık hale getiriyor ve aklın hakimiyetini üzerinden kaldırıyor.
Bütün duyguları böyle değerlendirmek mümkündür; kimi daha zayıf kimi daha güçlü bir şekilde bizleri olumlu olumsuz otomatik olarak hep yönlendirirler. Bu duyguların farkına varamaz isek otomatik olarak bizi yanlışa sevk edebilirler...
Buradan alınacak dersleri şöyle izah etmek gerekir: Bizler Müslümanlar olarak bu âlemde imtihanda olduğumuza inanıyoruz ki hakikat de böyledir. Düşünce ve davranışlarımızın birçoğu bizim amellerimiz, yani mizana konacak sevap ve günahlarımızdır. Mademki aklımızla duygularımızı kontrolden aciziz, başımıza kötü işler açmadan duygularımızı tanımalı ve onları en azından büyük ölçüde kontrol etmeyi öğrenmeliyiz. İyi duygularımızı yine İslam’ın öngördüğü ölçülerde geliştirmeli ve adalet, insaf, merhamet ve insaniyet gibi değerler çerçevesinde kontrol edip denetlemeliyiz. Hatta bazen iyi duyguların da kötü işlere sebep olabileceğini bilmeli ve bu duyguların kötü sonuçlara zemin hazırlamasına müsaade etmemeliyiz. Merhametten maraz doğar ilişkisi gibi.
İslam dini bu konuda ölçüyü şöyle belirlemiştir: Seni kötülüğe sevk eden duygularını bul ve onları kontrol etmeyi, denetlemeyi asla elden bırakma. Sana günah işleri yaptırmasınlar, kötü davranışlara teşvik etmesinler. İşte bunları yapmak farzdır ve İslam’ın asgari şartıdır.
İkincisi: Nefsini tezkiye et, kötü duyguların içindeki damarlarını kes, kurut ve kendini hep iyi duygularla beze… Eğer bunu yaparsan veli birisi olursun, şeytanın ve nefsin oklarından veya hedefi olmaktan uzak durursun ama bunu yapmak emir değildir.
Üçüncüsü: Hiçbir şey yapmamak, duyguları kendi akışına bırakmak ki böyle yapan adamlar otomatik olarak nefse tâbi olurlar. Ateş yakar, bıçak tabiatı icabı keser, nefs-i emmare de tabiatı icabı sana her türlü kötülüğü psikolojik kendiliğindenlikle işletir.
Bizler manevi hastalıkları kökten temizlemeye güç yetiremesek bile onlara engel olmak için çalışmak ve hep bu mücadelenin içinde olmak zorundayız. Zira bu mücadele bizlere İslam’ın emridir... Bunun için de en kolay yol, ihsan üzere yaşamak şeklinde formüle ettiğimiz yoldur. Yani bir ömür Allah (C.C.) için herkese, her mahluka iyilik yaparak veya yapmaya çalışarak yaşamak hayat felsefemiz olmalı.
İnsanlara İslam’ı anlatırken, yani tebliğ görevini yaparken de duyguların önemini göz önünde bulundurmalı, muhatabımıza akıl ve bilgi dayatarak değil sevgi ve güven yoluyla, daha açığı güzel ahlakımızla onun kalbine girerek onu ikna etmeye çalışmalıyız…
Bu tarz bir yaklaşım Efendimiz’in (s.a.v.) de metodu idi…
Nitekim bu metot ve yaklaşım her zaman akla ve bilgiye güvenerek yapılana göre çok daha başarılı sonuçlar veren ve çok daha verimli olan bir metot ve yaklaşımdır…
Allah’a (C.C.) emanet olun…